1930’ların Sanayileşme Hareketi İle Birinci Sanayi Planından Kimi Kesitler(*)

Makale, üç bölüm halinde tasarlanmıştır. Birinci bölümde Türkiye’nin 1930’lu yıllardaki sanayileşme hareketinin ana çizgilerine odaklanılmıştır. İkinci bölüm, ilk sanayileşme planımız olan 1933 Birinci Sanayi Planı’ndaki kritik ögeler ve tespitlere dayanmaktadır. Üçüncü bölüm bir sonuç niteliğindedir.

-I-

Bütün Milli Kuvvet Kaynakları”

1931 Mayısında toplanan Cumhuriyet Halk Fırkası Kurultayı bir programla sonuçlanmıştır. Bu program der ki, ekonominin örgütlenişinde temel ilke devletçilik olacaktır. 1931 Mayısından, 1932 Temmuzuna gelindiği zaman anlaşılır ki, sanayii ekonominin ağırlık merkezine oturtmak, sermaye birikiminden devletin alacağı payı da büyütmek demektir. O tarihte sayıca küçük gibi görünen özel sermayenin geniş çevresi, bu çizgiden hoşlanmaz. Devletin ekonomideki payının büyümesiyle gerçekleşecek olan yeni sanayi modelini sevmez. Bunu ‘aşırı devletçilik’ sayar. Sanayileşmeyi devletçiliğe oturtmaya yönelen bu gelişmelerin sahibi Mustafa Şeref Bey, 1932 Eylülünde İktisat Vekilliğinden ayrılır.

Cumhuriyetin sanayi hamlesi, Mahmut Celâl Bey’in (Bayar) İktisat Vekilliği döneminde uygulamaya girer. Celâl Bey, hem İş Bankası Umum Müdürü, hem de mebustur. 1932 Eylülünde Mustafa Şeref Bey’in yerine atanır. Sanayileşmenin yeni boyutu konusunda tereddüdü yoktur. Varsa da açıklayamaz.

Dünyada ve Türkiye ekonomisinde buhranın biraz daha derinleştiği 1932 yılında Celâl Bey önemli bir niteliğe sahiptir. Arkasında özel kesimin güveni ve desteği vardır. Önemli olan da budur. Çünkü özel kesimi ve çevresini genç Cumhuriyet rejimine yabancılaştırmamak, yönetimin titizlik gösterdiği noktalardan biridir. Ekonominin daraldığı ve her kesimde sıkıntıların arttığı ortamda ise, bu titizlik eskisinden daha çok artar.

Sanayi kararlarının merkez karargâhı olan İktisat Vekilliğinde, 1932 Eylülünden önce düşünülen şey şudur: Buhran ortamında kaynaklar kıtlaşmaktadır. Özel kesime eskisi gibi götürü destek vermek savurganlık olacaktır. Bunun yerine, öncelikle sanayii desteklemek gerekir. Özel kesime akan desteklerin büyücek bir bölümünü kesmek ve bundan sanayi için bir kaynak oluşturmak şarttır. Bu, ‘tulumbanın ilk suyu’ olacaktır. Bu olmazsa, Cumhuriyetin kuracağı sanayie ilk büyük hareketi vermek olanaksızdır.

1932 Eylülünden sonra Celâl Bey özel kesimi destekleyen devlet fonlarına dokunmaz. Bu destekleri azaltmış olan kararları hemen değiştirir. 1933 yılına girildiğinde, ekonomide buhranın derinleşmesi sürerken İktisat Vekâleti, sanayileşme için yeni bir çerçeve kurma arayışı içindedir. Aranan çözümün kritik noktası; sanayileşmenin devletin ekonomideki payını büyütecek ve özel sermayeninkini küçültecek bir hareket haline gelmemesidir. Celâl Bey’in (ve İş Bankasının) sanayileşme anlayışı “bütün millî menabi-i kuvva” (kuvvet kaynakları) sloganı üzerine kuruludur. Bu slogan, devlet sermaye birikimini hızlandırırken, yerli özel kesimi bu işin dışında bırakmamak demektir. Sanayileşme, kaçınılmaz olarak devlet öncülüğünde gerçekleştirilecektir: ama özel sermayeyi de geliştirmelidir. 1930’ların Türkiye’sinde, sanayide yerli sermayenin çapı pek küçük olduğuna göre, özel kesim kendi boyunu, kat kat aşacak olan bir sanayileşme hareketinde ufalanıp gitmez mi?

1933’te bulunan çözüm basittir. Kolomb’un yumurtası gibidir: Özel sanayi demek, öncelikle ‘millî bankalar’ demektir. ‘Bütün millî kuvvet kaynakları’ndan yararlanmak ise devletin kaynaklarını bankalar1a eşleştirmektir. Sanayileşme modeline Celâl Bey’in İktisat Vekilliği ile getirilen çözüm, 1933 Haziranında Sümerbank’ın kuruluş kanununda açıklanır:

Sanayileşme hareketine hız verilebilmesi için bütün millî kuvvet menba (kaynak) ve unsurlarından çok istifade etmek lâzım geldiğini tecrübeler göstermiştir. Bir an evvel sanayileşmek gayesini güderken, Sümerbank’ın millî ve hususi teşebbüslerle beraber çalışması esasına yer verilmiştir. Biriken sermayelerin emniyetli işlerde kullanılmasının bu husustaki mesaiyi (çalışmayı) daha müsmir (yararlı) kılacağı düşünülerek, Sümerbank’ın sahibi bulunacağı fabrikalar hisselerinden bir kısmının Türklerin ve Türk teşekküllerinin eline geçmesi muvafık (uygun) görülmüştür.”

Aynı çizgi, İş Bankasının 10. kuruluş senesi (1933) raporundan da izlenebilir. ‘Bütün kuvvetler’ sloganına dayanan yeni politika, özel sermaye çevrelerini sanayileşme hareketine ortak edecektir:

Bugünkü Türkiye devleti, bütün irade ve enerjisini, yürüyen müspet bir program üzerinde toplamış bulunuyor. Memleketin bütün iktisadî kuvvetleri, iktisadî unsurları bu yapıcı programın etrafında iktisadî seferberliğe davet edilmiştir. Milli iktisadın finansman işlerinde, millî bankalara pek mühim bir vazife (önemli bir görev) düştüğü içindir ki, bankamız, devletin çizdiği çerçeve içinde ve devletin nezaret ve murakabesi (gözetim ve denetimi) altında, memleketin iktisadî kalkınma savaşında -diğer millî bankalarımız gibi- mühim vazifeler almış bulunmakta iftihar eder (kıvanç duyar).”

Devlet Sanayi Ofisi ile Sanayi Kredi Bankasının birbirine geçmiş iki çark gibi oluşmasıyla kurulan 1932 Temmuzunun sanayi modeli, o yılın Eylülünden sonra bitkisel hayata bırakılmış, 1933 Haziranından sonra yeni bir model başlatılmıştır. 1932 Temmuzunda birbirinden ayrılmış olan sanayi ve bankacılık işleri, yeni modelde bir bakıma yeniden birleştirilmiştir. Fakat asıl yeni olan şey, sanayi hareketine katılacak ve bundan pay alacak alan ‘millî bankalar’dır. Öncelikle, İş Bankası (ve Ziraat Bankası)’dır. Bunlar devletin tasarlayacağı sanayi işlerine kredi verecekler, ama daha önemlisi, devletin yürüteceği sanayi hareketi içinde pay sahibi olacaklardır. Sümerbank ise, aslında bir banka değil, İktisat Vekâletince tasarlanıp yürütülecek sanayi hareketinin merkez karargâhıdır.

Bu modelde millî bankaların gelişme şansı, devlet sanayiinin gelişme temposuna bağlanmıştır. Sanayi hareketinin sağlayacağı birikim hem devlet kesimine, hem de millî bankalar üzerinden yerli özel sermayeye yönelecektir. Böylece, bankacılık kesimi sanayiin yönetiminde bir bakıma söz sahibi olabilecektir. İktisat Vekili Celâl Bey’in 1934’ün yaz aylarındaki deyişiyle;

Hükûmet memlekette ana sanayii vücuda getiriyor. Bu ana sanayide millî sermayeye ve hususi (özel) teşebbüslere ayrıca bir kıymet ve pay bırakmıştır. Ana hatların haricinde (dışında) müteşebbislerin sanayi vücuda getirmelerini büyük bir memnuniyetle karşılamaktadır.”

Sözler oldukça berraktır: Sanayi hareketinin gövdesi ana sanayidir. Bunu devlet kuracak, bunu yaparken özel sermayeye de pay verecektir. Bu gövdenin dışında, adına ‘sanayi’ denilebilecek işlerle uğraşmak isteyenler olursa, devletin bir diyeceği yoktur. Onları da alışılagelmiş biçimde desteklemeye devam edebilir.

Sömürge Ekonomisinden Kurtulmak”

Sümerbank modeli’ bir uzlaşma çizgisi oluşturur; ‘sanayi, devletin ve özel sermayenin işbirliğiyle kurulacaktır’ anlayışını simgeler. Bundan sonra sanayileşme politikasının ilkeleri netleşmeye başlar.

Yavaş yavaş genişleyen halkalar halinde şu anlaşılmaya ve konuşulmaya başlanır:

Sanayileşme dört başı mamur bir iştir. Başlangıcında da, sonrasında da kıskanç davranmayı gerektirir. Sanayileşmenin ABC’si, hammadde kaynağını, üretim aşamasına, onu da pazara garantili olarak bağlayabilmektir. Bu üçlü zincir garantili biçimde kurulabilirse, sanayi kurulabilir, geliştirilebilir ve buna dayanarak başka politikalar tasarlanabilir. Cumhuriyet yönetimi bu zinciri kurmakta başından beri kararlıdır. Ama iş 1930’larda aydınlanmaya başlar. 1932 Şubatında Mustafa Şeref Bey’in deyişiyle;

Hiç tereddüt etmeksizin arz edeyim ki, hükûmet, millî fabrikaların memleket iptidai (ham) maddeleri kullanmasını, istihsal membalarımızın âtideki emniyeti nokta-i nazarından (üretim kaynaklarımızın gelecekteki güvencesi açısından) en mühim istinatgâh telakki etmektedir (en önemli dayanak saymaktadır). Hükûmetin esas programı, millî fabrikaların memleket iptidai maddelerini kullanmaları hususunu temindir. Bu hususta, memleket iktisadîyatını (ülke ekonomisini) en iyi surette koruyacak tedbirler ittihaz edeceğiz (alacağız).”

Milli fabrikalar” olarak söz edilen özel kesimin, yerli hammadde kullanmak diye bir tasası yoktur. Amaç, ister yerli, ister ithal olsun, hammaddeyi bulmaktır. Yönetimin sanayileşme anlayışı ise, üçlü zinciri kurmaya yönelmektir. Yerli sanayii de bu çizgiye çekmeye çalışır. Bu çaba 1930’larda da hep sürer, hiç bitmez.

1930’1arın sanayileşme çizgisi, o zamana kadar dışarıdan alınan şeker, dokuma mamulleri gibi tüketim mallarının yerine yerlilerini koyma çabası olarak kalmıyor. Bu çaba, şüphesiz sanayileşmenin bir bacağıdır Ama bundan ileri olanı, ülkenin hammadde kaynaklarını yerinden oynatmanızdır. Hammaddeyi alabildiğiniz yere kendi sınaî ürününüzü verebilmenizdir. Ancak bu çapta bir çaba, erişilmez gibi görünen kaynakları ülke ekonomisine katar, ekonominin coğrafyasını değiştirir. 1930’ların özel kesimini temsil etme görevini üstlenmiş olan banka sermayesi de bu çizgiye, ‘Evet’ demiştir.

Daha 1934’ün yaz aylarında ilk sanayi tesislerinin temelleri hazırlanırken, İş Bankası İdare Meclisi Reisi ve Siirt Mebusu Mahmut Bey (Soydan) bunu açık seçik söyler:

Türkiye’yi millî sanayini kurmaya icbar eden (zorlayan) siyasi ve iktisadî zaruretleri (zorunlulukları) kim bilmez. Davamız basittir. Memleketimizi hammaddecilikten, müstemleke iktisadından (sömürge ekonomisinden) kurtarmak istiyoruz. Onun yerine millî ahenkli (uyumlu) bir iktisat sistemi kurmak kararındayız. Bu gayeye (amaca) varmak için, milletçe bir nevi iktisadî kalkınma savaşına girişmiş bulunuyoruz. Bu savaşta memleketin mali, iktisadî ve millî bütün teşekkülleri kudretlerine göre vazife almışlardır. Memleket işlerinde daima ön safta çalışmayı kendine şiar (iz) edinen müessesemize de devletin sanayi programında vazifeler verilmiştir.”

Demek ki, ‘iktisadî kalkınma savaşı’nın ilk adımı, hammaddecilikten kopmaktır.

Çünkü hammaddecilikte kalmayı kabul eden bir ülke, sömürge ekonomisi olmayı kabul etmiş demektir. İş, bu kadar basittir. Zaman, hangi zaman olursa olsun, bu kadar basit fakat doğru olan şey değişmez.

Hammaddesi, üretimi, pazarı bizim elimizdeyse, sanayii kurmak ve işletmek, bir teknik ve bilgi işidir. Tekniğe ve bilgiye egemen olma işidir. 1930’larda, Cumhuriyeti kuranların sanayi konusuna böyle baktıkları anlaşılıyor. Sanayileşme konusunda kıskanç davranıyorlar. Sanayiin vereceği üstünlük ve kontrol şansının pek önemli olduğunu ve bunun kimselerle paylaşılmayacağını düşünüyorlar. Bu nedenle, o tarihlerde bizim teknik ve bilgi düzeyimizin ötesindeki büyük bir iş olan sanayileşmeyi başkalarına ‘ihale’ etmek, onların gündeminde yer almamıştır. Sanayiin o parçası buna, şu parçası ötekine emanet edilir gibi bir düşünce, 1930’ların çizgisine taban tabana zıttır. Sanayileşme ciddi bir harekettir ve bölünmez bir bütün olarak tasarlanmaktadır.

Sanayiin bir ülkeye sağladığı üstünlük ve kontrol olanağı öyle önemlidir ki, sanayileşmeyi başaran devletler bir yandan da başkalarına karışmak isterler Kendi çıkarlarını ve güçlerini artırmanın, başkalarının sanayiini engelleyebilmekle iç içe olduğunu düşünmeden edemezler. Çıkarların büyüklüğü, sanayi alanında ticaretten daha iyi anlaşılır. Ticarette gelişen çıkarlar arasında, bir noktada uzlaşma bulunabilir. Oysa sanayi, çıkarları daha temelden kavrar. Ticaretin yelkeni, çoğunlukta sanayiin estirebildiği rüzgâra göre şişer. Bu bakımdan, sanayi alanında devletlerarası çıkarları uzlaştırmak güç ve zaman zaman olanaksızdır. Herkes birbirini yönlendirmek ister. Hatta bunun zorla, savaşarak yapıldığı da olur.

Memleketimizde çok propagandası yapılmış bir fikir vardı: Hammaddecilik fikri. Bu fikre bazı münevverlerimiz (aydınlarımız) da kapılmıştı. Bunlar, sanayi hareketi başlar ve ilerlerse, mali vaziyetimizin sarsılacağından endişe ediyorlardı. Bu tezi bir dava gibi müdafaa edenler (savunanlar) oldu. Hariçte (yurtdışında) de, sanayileşmek isteyen memleketlere karşı kuvvetli propagandalar vardı. Bunların harice ait olanları, cevaba bile değmez Kendi menfaatleri (çıkarları) cephesinden yapılmış olan bu tezahürlerin (görüntülerin) en hafif ifadesi egoizmdir (bencilliktir)”

İktisat Vekili Celâl Bayar, 1936’da, sanayileşme konusunda devletlerin birbirlerine nasıl karıştıklarını dile getiriyor. Bir başka ülkeyi ‘sanayileştirmemek’ öyle önemli bir iş haline gelmiştir ki, orada kendine ‘sanayileşmeye karşı olan’ yandaşlarını bulmak, hatta yaratmak bu işin parçasıdır. Çünkü bir başka ülkeyi sanayileştirmemek, oraya hammaddesinden üretim aşamasına, üretiminden pazarına kadar el koyabilme şansı yaratmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş döneminde, yönetimin en iyi bildiği şeylerden birisi budur:

Sanayii geri kalmış memleketler, sanayi tesisine (kurmaya) teşebbüs ettikleri (giriştikleri zaman) sanayii ileri memleketler onlara gülerler. Bir memlekette sanayi tesisi heves edildiği kadar kolay değildir. Bunun için teşkilat (örgüt) ister, sermaye ister. En hevesliler iki senelik müşkülat (zorluk) karşısında teşebbüslerinden vazgeçerler… Yüksek hayat yaşamak isteyen milletler, bu davadan vazgeçemezler ve geçemeyeceklerdir. Milletler ailesi içinde layık olduğu yüksek mevkii (yeri) tutmak için sanayii behemehal (ne olursa olsun) kurmak lazımdır.”

Başvekil İsmet Paşa, yukarıdaki sözleriyle 1934’ün son ayında Eskişehir Şeker Fabrikası’nın önünde işi özetlemiştir. Sanayileşme teknikten, bilgiden, kaynaktan önce bir inanış konusudur. Yani, bir davadır. Cumhuriyeti kuran kadronun geçirmiş olduğu deneyimler, bu davayı keskin1eştirmiş ve onlarda bir nitelik geliştirmiştir: Kendini aldatmamak. Varlık kazanmak isteyen bir ülkenin neyle soluk alıp vereceğine 1930’larda böyle karar veriliyor.

Bugünkü Medeniyet, Kömüre ve Demire Dayanır”

Sanayi kurmanın, sanayii ekonominin lokomotifi yapmanın nedeni, acaba uluslararası çıkar çekişmesinde kazanan tarafta olmak mıdır? Her şey bundan mı ibarettir? İşin herhalde bir ‘reel politik’ yönü de vardır.

Varlık kazanmak isteyen genç Cumhuriyetin omurgası sanayi olursa, ayakta durmak ve gelişmek kolay ve sağlıklı olacaktır. Fakat işin başka, daha önemli bir yönünü görmek gerekir.

Cumhuriyet rejimi kurulurken, bir amaca doğru yola çıkıldığı hep söylenmiştir. Medeniyete veya bugünkü sözcükle, uygarlığa doğru. Uygarlık bir yüksek düzeydir ve her çağda tektir. Uygarlığın ölçütleri çoktur, çeşitlidir. Eğer bunlardan birisini ekonomide aramak gerekirse bu ölçüt sanayidir. Cumhuriyeti kuran veya ona hizmet eden kadroların ortak düşüncesi burada toplanır. Kişiler veya gruplar arasında başka farklılıklar olmuştur. Fakat, yönetimdekiler çağdaş uygarlığı ‘günün sanayi uygarlığı’ olarak düşünmekte birleşirler.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 4. kongresinde (Mayısta) İkinci Beş Senelik Sanayi Planı için Büyük Önderden ve İsmet İnönü’den emir aldığımı söylerken, arkadaşlarımın yüzünde gördüğüm sevinç, milletin sevinci idi. Benim nazarımda endüstri müsavi (eşit) medeniyet, medeniyet müsavi endüstri demektir. İçtimai (toplumsal) hayat seviyesini (düzeyini) yükseltmek için mutlaka endüstri sahasında çok ileri adımlar atmak mecburiyeti vardır.”

1935 yılının son ayında İktisat Vekili Bayar’ın söyledikleri, karşımızdaki tablonun çerçevesini çiziyor. 1930’larda, Cumhuriyetin yöneticileri uygarlığı ekonomi alanında sanayi ile ölçerler. Başka bir şeyle ölçmeye, tartmaya yönelmezler. Kalkınma konusunda işin özünü kavramak, kendini aldatmamak, çocukça düşüncelere kapılmamak, o yıllarda berraklaşmış bir özelliktir.

Türkiye’nin nüfus yapısında büyük çoğunluk köylüdür. Emek gücü, teknik bilgi ve görgü bakımından geridir. Verimliliği düşük tarım çeşitleri, üretimde ağır basar. Başka ülkelerle karşılaştırıldığı zaman, ekonomide sanayiin yeri, varla yok arasındadır. Adına ‘sanayi’ denilen kuruluşlar vardır, ama bunlara bakarak Türkiye’de sanayiin varlığından söz etmek, kendini ve halkı aldatmak olur.

Cumhuriyet yönetimi bu konuda ciddi ve samimi olmaktan hiç uzaklaşmaz. Ülkenin geri bir ‘ziraat memleketi’ olduğunu bilir ve tek çıkış yolunun da bir an önce sanayileşmek olduğunu söyler:

İktisadi cihazımızı kurmak lüzumu, her gün daha mübrem ve müstacel (zorunlu ve ivedi) bir vaziyet alıyor. Mübrem sanayiin kurulması bitmedikçe, her nokta-i nazardan (açıdan) yürek istirahati (rahatlığı) duymamıza imkan yoktur. Memleketin sınaî teçhizatını (donanımını) tamamlamak için bütün gayret (çaba) ve dikkatinizi celbetmeyi (çekmeyi) yerinde buluyorum.”

1933 yılının sonbaharında Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) geri bir tarım ülkesinden, gelişmeyi yakalamış bir sanayi ülkesi olmaya doğru geçiş için çok beklenemeyeceğini söylüyor. Çünkü, sanayileşme kararı verilmiştir. Sanayi, nasıl başkalarına emanet edilemeyecek bir çaba ise, aynı zamanda da savsaklanmaması gereken bir harekettir. Bu harekette başarı, zamana karşı yarışabilmeye bağlıdır. Çağın sanayii, ancak hızlı bir koşuyla yakalanabilir. İşte 1933’te, Cumhuriyet rejimi bu koşunun çıkış noktasındadır.

Cumhuriyet yönetimi ‘sanayileşeceğiz’ derken, ufak ve hafif sanayilerle, geleneksel çalışma kollarıyla, eskimiş teknolojilerle uğraşmayı, ikinci veya üçüncü sınıf bir ‘sanayi’ ülkesi olmakla yetinmeyi düşünmüyor. Yönetimin güçlü arzusu, doğruca günün ileri sanayi kollarını kurabilmektir. Sanayiin uygarlığa doğru açacağı kapı bu kollara yönelmeye bağlı olacaktır. Sanayiin, çağdaş işbölümünü öğretecek ve düşünce yapısında devrimler yapacak nitelikleri, ancak böyle kazanılabilir. Yoksa sanayiin uçsuz bucaksız dünyası içinde önemsiz, ikinci, üçüncü derecede işleri yapmaya aday olmak, toplumu ileri götürmeyecektir.

Toprağı sarsıp değiştirebilmek, sanayiin özünü iyi kavramaya ve tam bu noktada samimi olmaya bağlıdır. “Hiç değilse, memleketin yarısını kömüre alıştırmak ve sarf ettirmek lâzımdır. Bugünkü medeniyet kömüre ve demire istinat eder (dayanır). Kömürsüz ve demirsiz bir medeniyetin yürüyeceğini iddia etmek boş bir sözdür.”

Başvekil İsmet İnönü, 1935’in sonlarında, Cumhuriyetin 1930’lu yıllardaki değişmez inancı diyebileceğimiz, ‘Sanayi uygarlıktır’ çizgisini iyice somutlaştırıyor. Çağdaş sanayii, Cumhuriyet yönetimi böyle görmektedir Sanayiin hemen tüm kollarının can damarlarının kömür ve demir olduğu sadece bir gözlem değil, hangi sanayilerin kurulacağını gösteren bir politika çizgisi olarak önemlidir. 1930’lu yılların ikinci yarısında, rejimin hedefi bu çizgiyi kısa sürede oluşturabilmektir. Bu düşüncenin, yönetim kadrolarında egemen olduğu, başka seçenek bulunmadığı anlaşılıyor. Manisa Mebusu Turgut Türkoğlu bunlara bir örnektir. 1936 ilkbaharında konuşuyor:

Beş senelik plan işi, bilhassa (özellikle) demir sanayii ve yüksek fırın siyasetinden ibarettir. Yirminci asırda bir milletin istiklal (bağımsızlık) sembolü yüksek fırındır ve yüksek fırına sahip olmayan ve demir sanayii bulunmayan bir millet, bir harp zuhurunda (çıktığında) kendisini müdafaa (savunmak) için muhtaç olduğu silahları yapamamak ve dışarıdan da tedarik edememek (sağlayamamak) yüzünden istiklali ve mevcudiyeti (varlığı) tehlikeye düşer.”

Organik ve Planlı Bir Ekonomi Yaratmak”

1930’larda benimsenen düşünce şudur: Sanayi programla kurulur. Çünkü sanayiin özünde ne istediğini bilmek, tasarlamak ve kurmak vardır. Bunda ciddi olmanın ve amaca erişmenin tek yolu programdır. Program bir merkezden yapılır ve yürütülür. Ayrıca, program, gitgide genişleyecek bir hareketi devletin yürütmesi demektir.

Sanayi programının genelkurmay karargâhı Sümerbank’tır. Sanayi hareketinin komutanlığını yapan Sümerbank Genel Direktörü Nurullah Esat Sümer, 1936’nın son ayında bu işi anlatıyor:

Türkiye’nin fiili ve vazıh (olup biten ve açık) bir hedef olarak endüstrileşme hareketi, devletin yüksek otoritesinin millet ekonomisine müdahalesi ile başlar. Bu müdahalenin mevzuu (konusu), Türkiye’de ana sanayii devlet eliyle kurmak ve Türkiye’yi hava gibi, su gibi ve güneş gibi artık ihmal edilmez (savsaklanmaz) birer ihtiyaç halini almış olan ana sanayi branşlarında muhtar (kendi ayağı üzerinde durur) bir hale gelmekten ibarettir.

Türkiye’nin ampirik bir ekonomisi, bir ortaçağ ekonomisi vardı. Ziraat kısır, ormanlar harap, madenler metruk (terk edilmiş), tezgâhlar kırık ve memleket tenha idi. Bu manzarası yüzündendir ki, emperyalist politikaya dayanan ekonomi nizamı (düzeni), bu memlekete bir sömürge gözü ile bakar oldu ve burada bir nevi politik boyunduruk tesisine kalkıştı. Cumhuriyet bunu bir hamlede yıktı. Türkiye’de organik ve planlı bir ekonominin yaratılmasını da bizzat devlet eline aldı.”

-II-

Türkiye Cumhuriyetinin Birinci Sanayi Planı (1933) ve Kimi Kesitler

Devletçiliğin, 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın (CHF) program ve tüzüğüne girmesi ile resmiyet kazanan stratejik tercihin arkasında tamamen tesadüfî, ampirisist; yani sadece günü idare etmeye çalışan bir anlayışın ötesinde ciddi bir kavrayış olduğunun izleri, Gazi Mustafa Kemal’in iktisat temalarının ağır bastığı konuşmalarından da açıkça izlenebilir.

Türkiye’de Cumhuriyet rejiminin kuruluş çabaları içinde, önceki kısımda da değindiğim gibi program kavramı sık sık duyulur olmuştur. Sovyetler’in deneyiminden de esinlenerek, planlama 1932’den başlayarak gündemde yerini alır.

Kast edilen şey, bir düzen içinde sanayiler kurmak, bunu bir organik hareket haline getirmekti. Bazen plan, bazen de program denilmesine rağmen 1930’larda sanayileşme çabası projeler katında, ama bir bütünlük anlayışı ile toplumun nabzına yerleşti.

Birinci Sanayi Planı, kaynakların kıt olduğu zor zamanların ürünüdür ve Sanayi Devrimi trenini kaçırmış ve de yatırımcılığı öğrenememiş Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki kritik farklardan biridir. Ve bu fark, Cumhuriyetin 10. Yılında Cumhuriyete de çok yakışmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı-1933, doğru tasarlanan projelere garantili kaynak tahsisi ile süreklilik kazandırmış böylelikle üretimde teknolojinin algılanması başlamış ve ulusal (büyük) ölçeği, yatırımların ileri – geri etkilerini işleyerek / göstererek aynı zamanda devletçilik politikasının da merkezi olmuştur.

Ayrıca bu plan, Cumhuriyet Türkiye’sinin sanayileşme politikasında 1930’lu yıllarda yaptığı önemli bir değişikliğin simgesidir. Devletçilik, öncelikle sanayide yeni ve doğru yatırımcılık ve bunu sürdüren işletmecilik demektir.

Aydınlanmamız ve dönemin iktisat anlayışındaki temel dönüm noktalarını kavramamız için dünyadaki iktisadi işbölümünün ciddi bir tahlilinin yer aldığı Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı’nın 11 sayfalık ‘Giriş’ bölümünde yer alan üç noktaya farklı bir ifade ile üç kritik vurguya göz atmak gerekmektedir.

Birincisini planda yer alan kelimelerle ve imlâsına dokunmadan kaydedelim:

Garp kültürünün, yâni tekniğin ve büyük sanayin sahası Avrupanın bütün garbî kısımlarını ve şimalî Amerikanın da şark sahillerini ihata ediyordu. Dünyanın ‘Tezgâh’ ı haline girmiş olan bu sahalar, sanayileşmemiş milletlere mamulât gönderiyor, bu suretle büyük sanayinin tufanı altındaki dünya pazarlarında mevcut istihsal cihazları inhilâl ediyor ve daha dün müstakil vahdetler halindeki camialar büyük sanayinin hegemonyası altına girerek hukuken müstakil, fakat iktisaden tâbi birer varlık haline düşüyordu.

Garbın sanayi memleketleriyle ziraat ve hammadde memleketleri arasındaki bu tâbiyet, sanayi memleketlerini ihya edici, fakat hammadde memleketlerini de tedricen inhilâl ettirici vaziyetler ihdas etti.”

Evet, iktisat ve tarihle ilgili olanlar meseleyi kavramış olmalıdır. 1933’te yazılmış olan bu kısım yayınlandıktan 30-35 yıl sonra Batı sosyal bilimine bağımlılık ekolü olarak geçen bir dizi sosyal bilimcinin katkılarının özünü içermekte, yani uluslararası işbölümünün sömürge düzenleri son bulduktan sonra dahi, süregelen bağımlılık yaratıcı özelliklerini teşhir etmektedir. Dünya kapitalist sistemi hakkında yapılan bu teşhis, akademik sosyal bilimlerde Marksistler hariç tutulursa, ancak 30 yıl sonra yapılabilmiştir ( Boratav, 2007).

İkinci vurgulama, Türkiye’nin bu çerçeve içindeki konumu ile ilgili ve yine plandaki kelimelerle:

Türkiyenin Dünya emtea mübadelesindeki Garp sanayi mamulâtına bir mahreç ve buna mukabil de o sanayie hammadde yetiştiren bir ziraat memleketi olmasında manasını bulmuştur”

Bu kritik cümle ile Türkiye’nin bu büyük kutuplaşmadaki yeri, hiçbir yanılsama olmadan teşhis ediliyor.

Üçüncü vurgulama ise izlenmesi gereken stratejiyle ilgili ve yine plan dili-imlası ile:

Türkiyeyi müstakil millet yapmak şiarının bugünkü manâsı Türkiyeyi iktisaden müstakil ve tam teşekküllü bir vahdet haline getirmek demektir. Bu münasebetle, ehemmiyetli bir noktayı belirtmeli: büyük sanayici memleketler, aralarındaki bütün siyasî ve iktisadî münazaalara ve ihtilaflara rağmen ziraatçi memleketleri her zaman için hammadde müstahsili mevkiinde bırakmak ve bu memleketlerin piyasalarına hakim olmak davasında müttefiktirler. Bu itibarla ziraatçi memleketlerin bu silkinme hareketlerine, er geç, set çekmek hususunda siyasi nüfuzlarını kullanmakta da birleşeceklerdirler. Baz ziraatçi memleketler de ufak bir taviz mukabilinde bunu kabulden imtina etmeyeceklerdir. Bilhassa bu hakikat muhtaç olduğumuz sanayi, zaman kaybetmekten kurmak için en mühim muharrikimizdir”.

Birinci Sanayi Planındaki bu üç vurgudan hareketle belirlenen stratejik tercih, bir aciliyet gereksinimi üzerine kurulu, yani derhal yapılması gereken bir atılımın vurgulanmasına dayalı. Görüldüğü üzere dış dünyaya ilişkin de çok doğru bir teşhis var. Bununla birlikte faşizmin ayak sesleri hissedilmektedir, Almanya’da ve Avrupa’da emperyalist ülkeler arasında çatışmalar vardır; bir hegemonya boşluğu vardır. Bu boşluk, Türkiye gibi ülkeler için geçici bir fırsat yaratmaktadır ve hızla kullanılmadığı takdirde bu fırsat kaybolabilecektir.

İşte, Cumhuriyet kadroları bu fırsatı değerlendirmek için kolları sıvamışlardır.

Sıra, ilk Sanayi Planıyla, Devletin, ‘ana hammaddeleri ülkemizde bulunan veya kolay sağlanabilecek olan’ öncelikli yatırım alanlarını belirlemesine gelmiştir. Bu alanlar; mensucat, demir, kömür, bakır, kükürt, selüloz ve kâğıt, ipek, seramik, kimya ve enerji’dir. Plan, Meclis’e sunulur, Alkışlarla ve oybirliğiyle kabul olunur.

Yeri gelmişken Plan’da öne çıkan sektörlerle ilgili yatırım tutarlarına da yine planın dili ve yazımı ile yer vermek tarihe not düşmek açısından önemlidir.

Yapılması teklif olunan işlerin malî portesi hakkında Not1

Sümer Bank tarafından tatbik edilecek sanayileşme planına dâhil mevzulara yatırılması icabedecek sermayeler, her işe göre münferit olarak aşağıda gösterilmiştir.


Türk lirası
Pamuklu sanayii18.538.000
Kendir ”1.700.000
Kamgarn ”1.650.000
Demir ”10.000.000
Bakır (%55) ”550.000
Kükürt ”150.000
Sellüloz ”1.025.000
Kâat ”3.790.000
Sun’î İpek ”490.000
Porselen (tahminen) ”800.000
Kimya sanayii Zaç yağı Süperfosfat Sudkostik ve klor
550.000 400.000 1.410.000
Talebe tahsisatı2500.000

41.553.000
Bundan başka İş Bankası tarafından yapılacak fabrikalardan:
Sömikok1.000.000
Cam ve Şişe1.250.000
Kükürt150.000
2.400,000 lira ki cem’an 43.953.000 liradır.

Bu tabloya biraz daha yakından baktığımızda gözden kaçırmamamız gereken bir kaç hususu not etmeliyiz:

Birincisi; yaklaşık olarak 42 milyon liralık bir sektörel – yatırım programı içerisinde sıralanan, bir yatırım kalemi olarak talebe tahsisatıdır. Tutarı 500.000 liradır. Toplam yatırım kalemi içerisindeki payı yüzde 1,2 gibi dikkat çekici bir orandır. Bu tahsisat muhtemelen Sümerbank kaynaklarından başta kuzey komşumuz Sovyetler Birliği olmak üzere yurtdışına (harice) 3 öğrenci göndermek için yapılmıştır. Farklı bir ifade ile, Cumhuriyetin merkezinde sanayileşme olduğu kadar insan da vardır.

İkinci nokta da; sektörlere yapılacak yatırımların tüm zamanların koşullarına göre de büyüklüğüdür. Maliye Bakanlığı – BÜMKO verilerine göre 1933 yılının bütçe büyüklüğü 202.958.636 liradır. (Maliye Bakanlığı, 1995) 42 milyonluk kamu yatırım tutarı, toplam bütçenin yüzde 21,6’sıdır. Bu yüksek tutarlı sanayi yatırımları, Cumhuriyetin kendini güvende hissedeceği bir iktisadî modelin taşıyıcı kolonu olmuştur.

Üçüncüsü de, İş Bankası’nın 1933 Sanayi Planı’nın yatırım gayretlerine olan katkısıdır. Banka’nın yapacağı fabrikaların yatırım tutarı 2.400.000 liradır. Ve toplam sanayi yatırımları içerisindeki payı yüzde 5,46 gibi oldukça yüksek bir orandır. Bu bir özel sektör bankası olarak bilinen İş Bankası’nın 1930’ların muazzam sanayileşme hareketine adeta bir kamu bankası gibi ciddi katkıda bulunduğunu da göstermektedir.

-III-

Yukarıda özetlenen stratejik algıya dayanan yeni ve yoğun bir sanayileşme dönemiyle, Cumhuriyet tarihinde iktisadi açıdan müstesna bir parlak sayfa yaratılmış olmaktadır. Temel stratejik sentezin yapıldığı 1932 sonrasında, bu dönemin ortalama büyüme hızı yüzde 8’e yakındır ve sanayinin öncülüğündedir. O yüzdendir ki, İkinci Dünya Savaşının büyük tahribatına rağmen, savaş sonunda Türkiye ekonomisi, bu yılların kuvvetli yatırım temposu sayesinde 1945 sonrasında tekrar hızla canlanabilmiştir.

Grafik 1: İmalat Sanayi Katma Değeri / GSYİH (%)

1930’lar Türkiye’sinde imalat sanayi katma değerinin artış hızı yıllık ortalama yüzde 12’dir.(Bulutay, Tezel, Yıldırım, 1974) Grafik son derece nettir. Bu parlak sanayileşme deneyimi imalat sanayi katma değerinin ulusal gelir içerisindeki payında meydana gelen gelişmelerden de görülebilir: 1929 yılında imalat sanayi katma değerinin ulusal gelir içindeki payı yüzde 8,98’dir. Halkçı – Devletçi ekonomi yönetiminin dönem sonunda ise bu pay, yaklaşık olarak iki kat artarak yüzde 16,89’a yükselmiştir. Bu başarının arkasında, korumacılık ve devletçiliğin harika sentezi yatmaktadır. Sentezdeki korumacı faktör, dünya krizine karşı doğru bir koruma mekanizması sağladı. Depresyonda, Türk ekonomisini emperyalist sistemden kısmen koparabildi.

Demiryolları + Sanayileşme = Devletçilik sihirli denklemi temelinde ekonomisini örgütleyen Kemalist Türkiye’nin 1923 – 1938 dönemi, ilk defa yirminci yüzyılda geri kalmış ve bağımlı bir ülkenin dış açıkları, kronik dış borçları ve mali esareti olmadan, kendi kendine yeten bir sanayileşmeyi gerçekleştirmesinin, ütopik bir fantezi olmadığını gösterdi.( Boratav, 2003) Başka bir deyişle; Kemalist deneyim ulusal kapitalist model içinde geri kalmışlık ve bağımlılığın üstesinden gelmenin önemli bir çabası olarak da tanımlanabilir. Bu tercih sayesindedir ki; Üretim alanına, Dolaşım alanına (dış ticaret, borçlanma, finansal akımlar), Bölüşüm alanına, Fikir alanına sahip, yeni özgür ve bağımsız bir ülke yaratılmıştır. Sözün özü ya da çıkartılacak son ders, her zaman “büyük bir sabırla benim gibi bir koruğun helva olmasını beklemiş olan ” ve çok zamansız kaybettiğim, çok arayıp özlediğim, sevgili hocam – ağabeyim Prof. Dr. İşaya Üşür’e ait olsun. “Dolaşım alanına haklı vurgular, üretim alanı ile bağlantılandırılmadığı sürece ve takdirde, özgürlüğün mevcut yapılar içinde mahkûm kalacağından endişe duyarım. Böylece, formel bir bağımsızlık mevcut olabilir; ama değindiğim anlamda özgür olunamıyorsa, bağımsızlık da fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Getirme çabasında bulunduğum tanımlar, öyle sanıyorum ki, diğer yandan “yurtseverlik”in de fiili içeriklerini oluştururlar. Sanıyorum, Mustafa Kemal’in seçtiği strateji de bu doğrultudaydı (Üşür, 2021).

Unutulmamalıdır ki; planlama, eskimemiş, dişlileri fazla aşınmamış bir araç olarak başta Türkiye olmak üzere pek çok ulusal ekonomiye hizmet etmiş (ve) onları tarihin bir aşamasında yukarıya çıkarmış bir kaldıraç olarak hâlâ kendi aklının ürünü politikaları olan ülkelere hizmet etmeyi sürdürmektedir. Bu kulvara yani planlama kulvarına yeniden katılabilmek için öncelikli tavır ya da eylem “başka seçenek yoktur” gibi insanları fikri ve eylemsel felce sürükleyen ideolojik tutsaklığı aşabilmek olmalıdır.

Ve artık Juliet’i görmeden (kalkınma – sanayileşme) Romeo’nun ruh hali (büyüme hızı) üzerine “arttı – azaldı – aynı kaldı” dan ibaret laf salatası yapmak da iktisatçılık olarak anlaşılmamalıdır.

Bilsay Kuruç hocamın yazdıklarıyla bitirelim (Kuruç, 2009):

Akan suda iki kere yıkanılmaz! sözü eskidir. Eskiyi birebir yaşayabilmenin ya da başarıyla taklit edebilmenin olanaksızlığını insan unutursa, bu sözü anımsamalıdır. Ama eskinin ciddi birikimi, onu silme çabalarıyla yüzleşip yeni birikimleri filizlendirir. İnsan bunu da unutmamalıdır”.

Kaynakça

İnan, Afet (1972). Devletçilik İlkesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Birinci Sanayi Planı 1933.Türk Tarih Kurumu, Ankara.

Boratav, Korkut (2007). Dünden Yarına Atatürkçülük. Açık Oturum Notları. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını. Ankara.

(2003).Türkiye İktisat Tarihi 1908–2002. İmge Kitabevi Yayınları. Ankara.

Bulutay, Tuncer Tezel, Sezai Yahya, Yıldırım Nuri (1974). Türkiye Milli Geliri: 1923-1948.Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları, 1974. Ankara.

Kuruç, Bilsay.(1998). “Cumhuriyet Döneminde İktisat Politikaları Üzerine Gözlemler”. Bilanço 1923 – 1998: Türkiye Cumhuriyeti’nin 75 Yılına Toplu Bakış Uluslararası Kongresi. II. Cilt. 10 – 12 Aralık. ODTÜ. Tarih Vakfı Yayınları, s. 21- 32. Ankara.

(1999) “1930’ların Sanayi Hareketinde Unutulanlar ve Az Bilinenler”.75inci Yılda Çarklardan Chiplere. ed. Oya Baydar. İstanbul: Tarih Vakfi Yurt Yayınları, s. 85 – 106.

(2011). Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kuruç, B – Şahinkaya, S.(2012). “1930’lar Türkiye’sinde Sanayileşmenin Ana Çizgileri ve La Turquie Kemaliste Dergileri. Bugünün Bilgileriyle La Turquie Kamâliste. Boyut Yayıncılık. İstanbul. s.106 -115.

Maliye Bakanlığı BÜMKO (1995). Bütçe Gelir ve Gider Gerçekleşmeleri (1924 – 1995). 2. Basım. S. 1995/5. Ankara.s.194.

Şahinkaya, Serdar (1999). Sanayileşme Süreçleri ve Kalkınma Yatırım Bankaları: Teorik Bir Çerçeve ve Türkiye Örneği. Mülkiyeliler Birliği Tezler Dizisi. Ankara

(2003). “Sanayileşme/Kalkınma Hamleleri: 1930’lardan 2003 Türkiye’sine Kimi Dersler”. Mülkiye,C.XXVII. (Güz 2003) s. 241.

(2009). Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası. ODTÜ Yayıncılık. Ankara.

(2017) “Bir Karış Fazla Şimendifer: Başvekil İsmet Paşa’nın 30 Ağustos 1930’da Sivas Demiryollarının Açış Konuşmasındaki Kritik Ögeler Üzerine Değinmeler”. Türk Sosyal Bilimler Derneği. 15. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi. 29 -30 Kasım-1 Aralık. ODTÜ. Ankara.

(2019) “Cumhuriyetimizin İlk Sanayi Sayımı 1927: Bir Hesaplaşma Hazırlığı”. Çalışma ve Toplum Dergisi. 2019. Ocak. S.60. s.169 – 208. İstanbul.

(2019). Bir Hesaplaşma: 1930 Sanayi Kongresi. Öncesi ve Sonrası. Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi . Sömürge Ekonomisinden Halkçı Ekonomiye. Telgrafhane Yayınları. Aralık. Ankara.

Üşür, İşaya (2021), Prof. Dr. İşaya Üşür’ün Yazıları: Sanayi, Sanayileşme ve Teknoloji (Derleyenler: Serdar Şahinkaya, Ahmet Arif Eren). Dost Kitabevi. Ankara.

1 1933 Birinci Sanayi Planı’nın 141-143 sayfalarından alınmış, yazım biçimi de aynen korunmuştur.

2 Buraya dikkat isterim.

3 Bu konu planda ayrıntılarıyla ele alınarak, Mesleki Tedrisat başlığı altında özel bir bölümle değerlendirilmiştir. İlgili kısmın sayfa kenarlarında Gazi Mustafa Kemal’in ayrıntılı notları bulunmaktadır.

(*)(*))Bu makale, Serdar Şahinkaya (2019) Bir Hesaplaşma: 1930 Sanayi Kongresi. Öncesi ve Sonrası. Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi. Sömürge Ekonomisinden Halkçı Ekonomiye. Telgrafhane Yayınları. Aralık. Ankara’dan özetlenmiştir.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir