Alevilik Üzerinde Oynanan Oyunlar ve Anadolu Aleviliği Gerçeği

2 Temmuz 1993’te gerçekleşen Sivas katliamının üzerinden 29 yıl geçti. İki gelişme dolaysıyla “Alevilik” bugün, Türkiye gündeminde yeniden ilk sıralardaki yerini almaya başladı. Birinci gelişme Kemal Kılıçdaroğlu’nun muhtemel cumhurbaşkanlığı adaylığıdır. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını en çok Tayyip Erdoğanlar istiyorlar. Çünkü o zaman cumhurbaşkanlığı seçimini, kışkırtılan mezhep çatışması zeminine taşıyabilecekler. Ekonomik kriz ve sığınmacı sorunu dolaysıyla gittikçe azalan seçmen desteğini, böyle bir çatışma zemininde yeniden kazanma hesabı yaptıklarından en ufak bir şüphe yok.
İkinci olarak Alevi meselesi Batılı merkezler tarafından son otuz yıldır farklı bir düzlemde ısıtılıyor. Son dönemde ise bu yöndeki çabalar iyice yoğunlaştı. Aleviliğin İslamiyet dışı, kendine özgü ayrı bir din olduğu görüşünün kaynağı, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri. Öyle ki bir “Almanya Aleviliği”nden söz etmek bile mümkün. PKK’nın Alevi örgütleri içindeki çalışmalarını da Avrupa merkezli bu Alevilik çalışmaları ile birlikte ele almak gerekiyor. Sonuç olarak gerek Batılı emperyalistler, gerekse PKK açısından Alevi sorununu İslamiyet dışı bir alana taşımak, Türkiye’yi bir Alevi – Sünni çatışmasına sürükleyerek teslim almak ve hedeflerine ulaşmak için kullanılabilecekleri bir elverişli aracın yaratılması anlamına geliyor.
Her iki durumda da sonuç olarak derin bir kriz içine yuvarlanmakta olan Türkiye’de kışkırtılan mezhep çatışması; halkın biriken öfkesini ve sistem dışı çözüm için vermekte olduğu mücadeleyi, halk içindeki bir çelişmeyi uzlaşmaz çelişme haline getirerek sistemin kendisini kurtarmasına ve ülkeyi emperyalizmin kolay avı haline getirmesine hizmet edecektir.
Böyle bir tehlikeyi önlemek bakımından Anadolu Aleviliğinin tarihsel olarak ve bugün gerçekte nereye oturduğu, sorunu nasıl ele almak gerektiği üzerinde durmakta yarar vardır.
ANADOLU ALEVİLİĞİNİN TARİHSEL KÖKLERİ
İnsanların dünya görüşlerinin, dini inançlarına göre belirlendiği çağlarda Anadolu Aleviliğini ortaya çıkaran düşünür ve halk önderlerinin hepsi, kendilerini İslamiyet içinde tarif ettiler. Gerçek İslâm’ı kendilerinin temsil ettiklerini söylediler.
İnsanların dünya görüşlerini, ezici çoğunlukla artık dini inançlarına göre ifade etmedikleri çağımızda ise özellikle son otuz yılda Alevilerin aslında İslamiyet’ten farklı bir din olduğu görüşü, İslamiyet ve Alevilikle doğrudan bir ilgisi olmayan Batılı merkezlerde dillendirilir oldu.
Bu garabeti, kişisel çıkarlarından hareketle sahiplenen bazı Alevilerin de olduğu ne yazık ki bir gerçektir.
Anadolu Aleviliğinin tarihi bu topraklarda, 900 – 1000 yıl öncesine kadar gider. Ama öncesi de var. Hangi etnik kökene mensup olursa olsun bütün Anadolu Alevileri, atalarının Horasan’dan geldiklerini söylerler.
Bu da bir tarihi gerçekliktir. Ve esasen Horasan kökeni, Anadolu Aleviliğinin biçimlenmesinde son derece belirleyici bir öneme sahiptir.
9. yüzyıldan 13.yüzyıla kadar süren 400 yıllık dönemde İslam dünyası, sosyal bilimlerde ve fen bilimlerinde en parlak dönemini yaşadı. Bağdat, Nişabur, Merv, Tus, Belh, Ürgenç, Buhara, Kahire, Kayruvan ve Kurtuba gibi şehirler, her alanda bilimsel araştırmanın ve gelişmenin gerçekleştiği merkezler olarak öne çıktı. Bağdat ile son üç şehir hariç, geri kalan şehirlerin hepsi Horasan’daydı.
Söz konusu dönemde yaşayan ve sonraki yüzyıllarda Avrupa’yı da etkileyen Biruni, Razi, İbni Sina, Ravendi, Farabi, Harezmi, Firdevsi, Nasıreddin Tusi, Feriduddin Attar gibi bilim adamlarının Horasanlı olması, ele aldığımız konu açısından son derece önemlidir. Adı geçen büyük düşünür ve bilim adamları, söz konusu dönemin başlarında İslam dünyasında etkili olan Mutezile (akılcı akım) dâhilinde ele alınabilirler.
Anadolu tasavvuf akımının öncüllerinden olan Hace Ahmet Yesevi ile Tasavvuf’un Kalenderi kolunun Horasan çıkışlı olduğunu da bu kapsamda ele almak yanlış olmayacaktır.
Herşey kendi zıddı ile vardır. Bugün İslam dünyasında genel kabul gören altı hadis kitabından beşinin yazarı ile Maturidi, İbniHanbel ve Gazali gibi İslam’daki Mutezile karşıtı gelenekselci düşünürler de Horasanlıydı.
“Kayıp Aydınlanma” kitabının yazarı S. Frederick Starr, söz konusu yüzyıllarda öne çıkan yaklaşık 500 kadar bilim adamının üçte ikisinin Horasan kökenli olduğunu söyler. Bugünkü İran’ın Kuzeydoğusu, Türkmenistan’ın güneybatısı, Özbekistan ve Afganistan’ın kuzeybatısını kapsayan tarihi Horasan bölgesi, Emeviler döneminde yaşanan istila ve acıların ardından MÖ 9. yüzyılla birlikte bilimsel gelişmede İslam dünyasında başı çekti. Bugün Türkmenistan’da yer alan Merv şehri, o günün dünyasının en büyük şehirlerindendi. Mutezilenin koruyucusu Memun, babası Harun Reşit’in sağlığında Horasan’ı (Bugünkü Özbekistan da dâhil olmak üzere) yönetiyordu ve Halife olduktan sonra da bir dönem, bütün İslam dünyasını (809 – 819) bu şehirden yönetmişti.
Horasan bölgesinin, İslam yayılması öncesinde de hemen her açıdan son derece gelişmiş olması ve konumu itibariyle Hindistan, Çin ve Avrupa ile ticari ilişkiler içinde olmasının sağladığı büyük avantajları,bu ayrıcalıklı durumu açıklar.
İslamiyet öncesinde Horasan’da Zerdüşt inancı, Budizm, Hristiyanlık (Nasturiler) ve Orta Asyalıların Gök Tanrı’sına inanan topluluklar bir arada yaşıyorlardı. Bu bileşim, bütün Horasanlıların bir yandan Akdeniz havzasında daha önceki yüzyıllarda yaşanan gelişmelerden yararlanmasını sağladığı gibi aynı zamanda, Pers İmparatorluğu’ndan beri gelen İran mirasından, Budizm dolaysıyla Hint alt kıtasındaki bilimsel ve felsefi gelişmelerden ve ticaret dolaysıyla Çin’in kazanımlarından yararlanmasını sağlamıştı.
Horasan’dan Anadolu’ya olan Türkmen kitlelerinin göçü bu yüzyıllar içinde gerçekleşti. Göçenler, o yüzyıllarda Horasan’a egemen olan kültürel iklimin içinden gelmişlerdi. O kültürel iklimin hâkim rengi ise yüzyıllardır “İslam”dı. Anadolu’ya gelen Türkmen kitleleri,benimsemiş oldukları İslamiyeti, kendilerine göre yorumlayarak ve daha önceki inançlarıyla da harmanlayarak Anadolu Aleviliğinin de doğuşunu hazırlamışlardı.
Yani Anadolu Aleviliğinin kökeninde, İslamiyet’in Horasan aydınlığının önemli bir payı vardır.

ANADOLU ALEVİLİĞİ
Anadolu Alevileri, Horasan kökenli olduklarını dile getirmeye hep özel bir önem verdiler. Bu köken, kültürel kimliklerinin öylesine baskın bir öğesidir ki, Horasan’la bir ilgisi olmayan Kürt Aleviler tarafından da benimsenmiştir. Hace Bektaş Veli, bilindiği üzereHace Ahmet Yesevi’nin halifelerinden olduğu söylenir ve Anadolu’ya Horasan’dan gelmişti. Anadolu’daki ilk büyük halk hareketinin lideri Baba Resul’un asıl adının Baba İlyas Horasani olması kayda değer bir başka olgudur.
Bektaşi inancını Anadolu’da yayan Sarı Saltuk, Mahmut Hayrani, Cemal Seyyid, Hacım Sultan, Barak Baba, Pir Ali Sultan vb. gibi “halifeler” de, büyük ihtimal Horasan’dan gelmişlerdi veya en azından babaları Horasan göçmeni idi. Onun için o yüzyıllarda Anadolu erenlerinin çabaları sonucunda Müslüman olan halk, etnik kökeni ne olursa olsun Aleviliğin Horasan geldiği olgusunu kendi geçmişi olarak benimsedi.
Hace Bektaş Veli, Yunus Emre,Seyid Nesimi, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Virani, Hatayi, Hasan Dede, Pir Sultan Abdal, Harabi gibi Alevi büyükleri, yani Anadolu Aleviliğini var eden büyük düşün ve eylem adamları, arkada kalan 800 yıl boyunca gerçek İslam’ı, kendilerinin temsil ettiklerini söylediler. Bu büyük halk ozanı ve düşünürlerin Müslüman olmadığını iddia etmek, herhalde onların anılarına yapılabilecek en büyük kötülük, en büyük hakarettir.
Anadolu Alevileri, tarih boyunca ve özellikle 20. yüzyılda emperyalizmle yaşanan büyük hesaplaşmada, hep İslam dünyasının bir parçası olarak hareket ettiler. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Müslüman oluşunda, Osmanlı’nın Balkanlar’da ilerlemesinde ve kök salmasında “gazi erenler” olarak tayin edici bir rol oynadılar.
Son olarak Kurtuluş Savaşı’mızda da gördüğümüz üzere emperyalizme karşı en önde, Sünni kardeşleriyle omuz omuza savaştılar. Bugün de emperyalizm merkezli karşı propagandaya rağmen, bütün milli meselelerde inanç ayrımı yapmadan Türk milletinin ayrılmaz bir parçası olarak hareket ediyorlar.
“AVRUPA ALEVİLİĞİ”
Celali İsyanları 1500’lü yılların başından 1600’lü yılların sonuna kadar sürdü. Bütün tarihçilerin üzerinde hem fikir oldukları nokta, Celali İsyanları öncesinde Anadolu’daki Türkmen nüfusun yüzde 90 oranında Alevi olduğuydu.
Yavuz Sultan Selim ile birlikte Osmanlı devletinde etkin konumlara geçen İdrisi Bitlisilerin ve Ebusuudların İslam anlayışı sisteme hâkim olunca, Anadolu’nun Türkmen Alevilerinin “İslam dışı” oldukları ilan edildi ve haklarında “katli vacip” fetvaları çıkarıldı.
200 yıllık isyan döneminin sonunda Anadolu’nun mezhep haritası değişti. Anadolu Türkmenlerinin bir kısmı İran coğrafyasına göçtü. Bugünkü İran nüfusunun yaklaşık yüzde 35’i Türk kökenlidir ve bunların bir kısmı Anadolu’dan “şaha giden” Alevi Türkmenlerdir. Çaldıran savaşında Şah İsmail’in ordusu bütünüyle Türkmenlerden oluşurken, Osmanlı ordusu Yeniçerilerden ve ağırlıklı olarak Balkanlar’daki eyaletlerden getirilen askerlerden oluşuyordu. Anadolu’dan İran’a olan kitlesel göçün meydana gelmesinde, 10 büyük Alevi ulusu arasında sayılan Hatayi’nin (Şah İsmail) kurucusu olduğu Safevi devleti ile Osmanlılar arasındaki kavganın da büyük rolü oldu. Anadolu’da kalan Alevilerden, Kuyucu Murat Paşaların kıyımından kurtulanların büyük kısmı Sünnileşti. Kervan geçmez, kuş uçmaz dağlar ile bataklıklara sığınan Aleviler ise varlıklarını sürdürdü.
Burada önemli olan nokta şudur: Bütün bu yüzyıllar boyunca Ebusuudların temel yaklaşımı, Aleviliğin “İslam dışı” olduğu görüşüydü. Aleviler ise gene bütün bu yüzyıllar boyunca kendilerinin gerçek “İslam”ı savunduklarını söylediler. Bu inançlarından dolayı kırımlara uğradılar, başlarını verdiler, derileri yüzüldü, darağaçlarına gönderildiler, çoluk çocuk kuyulara dolduruldular. Gene de yüzyıllar boyunca “gerçek İslam biziz” sözleriyle ifade ettikleri inançlarından vazgeçmediler.
Şimdi ise 30 yıldır Avrupa kaynaklı değişik bir “rüzgâr” esiyor. Aleviliğin İslamiyet dışı olduğunu savunan görüşler yeniden ortaya çıktı. Yalnız bu yeni rüzgârın sahipleri, artık Ebusuudların takipçileri değil, Avrupa ülkelerinde bulunan kimi Aleviler.
Ebusuudların takipçileri ise Alevilerin İslam dışı olduğu şeklindeki görüşlerini artık açıkça söyleyemiyorlar. Bunun yerine, yeniden ele geçirdikleri devlet olanaklarını, her türlü yolu deneyerek Alevileri kendilerine benzetmek için kullanıyorlar. Çünkü devir değişmiştir. Cumhuriyet Devrimi’ni ve laikliğini yaşamış olan Türkiye’de, Ortaçağ’ın mezhepçi anlayışını olduğu gibi uygulamak mümkün değildir.
Ama özellikle 1980 sonrası; kimi 12 Eylül yönetiminin baskıcı rejiminden kaçan, kimileri de daha iyi bir hayat için iş bulmak amacıyla Avrupa ülkelerine giden, bu ülkelere iltica eden Alevilerden bazıları; Aleviliğin aslında İslamiyet dışı bir inanç olduğunu “keşfettiler!”
Gerçi bu “keşfin” asıl sahipleri onlar değil… Üniversiteler, belediyeler ve diğer ilgili kurumlarıyla Avrupa devletleri, 1980’lerden sonra her yerde ortaya çıkan Alevi örgütlerinin bu yöndeki çalışmalarını cömert fonları ile desteklediler. Birkaç yıl önce Almanya’da, Kuzey Ren Westfalya Parlamentosu, eyaletinde bulunan Alevi örgütünü, “Kamu tüzel kişiliği” olarak oybirliği ile kabul etti.
Geçtiğimiz Nisan ayında ise Avusturya devleti bir adım daha ileri gitti. Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun Aleviliğin İslamiyet dışı bir inanç olduğu ve kendilerinin ayrı bir inanç grubu olarak kabul edilmeleri şeklindeki başvurusunu kabul etti.
Avusturya Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Özgür Turak, hedeflerinin “Birinci olarak inanç topluluğu olarak kaydedilmeleri, ikinci olarak ise diğer inançlara tanınan hakların alınması için ‘din topluluğu’ statüsünde tanınma” olduğunu söylüyor.
Avusturya Din Kurumu Kültür Ofisi Başkanı FlorianWelzig, Kathpress isimli gazeteye konuşarak AABF yöneticilerinin yaptığı açıklamaları doğruladı.
Böylece Aleviliğin “İslam dışı” olduğu şeklindeki iddianın sahipleri değişmiş oldu. Geçmişte Ebusuudlara ait olan bu iddianın bugünkü sahipleri, Avrupa Birliği üyesi devletler ve Avrupa destekli Aleviciler oluyor.
NEOLİBERAL GERİCİ SALDIRI
Bu gelişmenin esas açıklaması, dünyamızın son 40 yılda yaşadığı neoliberal gericilik dönemindeki gelişmelerdedir. Bilindiği üzere 1970’lerin ortalarından başlayarak Devrim dalgasının geri çekilmesi, ABD’nin Vietnam yenilgisinin ardından toparlanarak yeniden saldırıya geçmesi, Sovyet Birliğinde yaşanan geri dönüş ve sonrasında gelen çöküş; kapitalist emperyalist sistemin ideolojik, siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda yeniden saldırıya geçmesini beraberinde getirdi.
Saldırının ideolojik boyutu, bir yandan bütün devrimlerin yanlış olduğunu ve insanlığı doğal gelişme mecrasından çıkardığını ileri süren sivil toplumcu teorilerin ortalığı kaplaması şeklinde kendini gösterdi.
Diğer yandan insanlığın, Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana kendi doğasına ters milliyetçilik ve sosyalizm gibi ideolojik akımların etkisi altına girdiğini, ama artık bu dönemin sonuna geldiğimizi, insan doğasına en uygun olan ideolojik yaklaşımın kişinin kendisini; bir dinin, bir mezhebin, bir etnik grubun, hatta hatta bir aşiretin veya tarikatın mensubu olarak görmesi olduğunu iddia etti. Neoliberalizmin teorisyenleri, anti emperyalist milliyetçiliğin ve sosyalizmin etkisini kaybetmesiyle insanlığın bütün dünyada şimdi bir “aidiyet”, bir “kimlik” arayışı içine gireceğini ve geleceğin dünyasını bu kimlik arayışları ve çatışmalarının belirleyeceğini söylüyorlardı.
Huntington’lar ve Fukuyama’lar tarafından ileri sürülen bu yeni teori, 1980’lerden sonra emperyalist dünyanın dünya çapındaki yeni saldırısının ideolojik dayanağı olarak “Medeniyetler Çatışması” adıyla ifade edildi.
Amaç açıktı: 20. yüzyılın başında, bir tarafta emperyalist sömürgeci ülkeler; karşılarında ise Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın sömürge ve yarı sömürgeler dünyası vardı. Ekim Devrimi ve Türk Milli Kurtuluş Savaşı’nın ardından geçen yarım yüzyıl içinde geçmişin sömürge ve yarı sömürgeleri bağımsızlıklarını kazanarak ulus devletler haline geldiler.
1970’lere gelindiğinde, dünyanın üçte birinde sosyalistlerin iktidara gelmesi ve sayısı 160’ı bulan bağımsız ulus devletlerin (1930’larda Milletler Cemiyeti üyesi devlet sayısı 35 idi.) ortaya çıkması sonucunda, emperyalist sömürü ve yağma düzeni önemli ölçüde sınırlanmış, dünün sömürgeci efendilerinin çıkarlarına büyük darbeler indirilmişti.
Son elli yılın neoliberal gerici saldırı döneminde emperyalizm, önceki yarım yüzyılda kaybettiği mevzileri yeniden ele geçirmek amacıyla saldırıya geçti. Hedef bağımsız ulus devletlerdi. Bu devletlerin hiçbiri etnik olarak ve inanç yapıları itibariyle homojen durumda değildi. Bağımsız ulus devletleri hedef alarak yeniden eski konumunu elde etmek için harekete geçen emperyalizm, bu ülkelerdeki çoklu etnik ve dinsel farklılıklar taşıyan yapıyı değerlendirebileceği elverişli bir zemin olarak gördü. “İnsan doğasına en uygun ideolojik yaklaşım, insanın kendisini bir etnik veya dinsel gruba ait hissetmesidir.” şeklinde özetleyeceğimiz ideolojik yaklaşım işte bu amaçla üretildi, piyasaya sürüldü. Bu ülkelerdeki etnik ve dinsel örgütlenmeler desteklendi. Eğer bu tür örgütlenmeler yoksa emperyalistler doğrudan devreye girdi ve bu örgütleri kurdu. Elbette söz konusu ülkelerden kapitalist ülkelere çeşitli nedenlerle göçmüş olan etnik ve çeşitli dinsel grup mensupları, böyle bir çalışma açısından emperyalistler açısından aranıp da bulunamayacak ve üstelik “ellerinin altında” olan “malzeme” durumundaydılar.
Türkiye’nin son 20 yılında AKP eliyle adım adım uygulamaya konulan laikliğin tasfiyesi politikası, Alevilere karşı sistematik bir şekilde uygulanan ayrımcı politikalar, Alevilerin devletin yönetim kademelerinden neredeyse tamamen dışlanması ve hayatın her alanında maruz kaldıkları mezhepçi uygulamalar; emperyalistlerin bu sorunu Türkiye’ye karşı kullanabilmelerini mümkün kılmaktadır.
EMPERYALİZMİN İMALATI
Son 40 – 50 yılın gelişmekte olan dünyaya mensup ülkelerindeki bütün etnik ve dinsel hareketlere bakın; hepsinin arkasındaki emperyalist desteği görebilirsiniz ve bunun istisnası yoktur.
Kendi ülkemizi ve bölgemizi ele alalım: AKP’nin iktidar yapılmasından Türkiye’nin bir tarikatlar koalisyonu tarafından yönetiliyor olmasına, Fethullah Gülen’den Şeyh Nazım Kıbrısi’ye, IŞİD’den İhvanı Müslimin’e, HTŞ’ye; PKK’dan Barzani’ye kadar bölgemizdeki bütün etnik ve dinsel hareketlerin arkasındaki emperyalist destek biliniyor.
Özellikle 1990 sonrasında Almanya merkezli olarak ortaya çıkan ve Aleviliğin İslam dışı ve ayrı bir din olduğu şeklindeki teorileri de bu genel çerçeve içine oturtmak gerekiyor.
Amaç; Türkiye’de Alevi-Sünni çatışmasına, Alevi cephesinden de yangına odun taşımaktır. Türkiye’de yaşayan Alevilerin büyük çoğunluğunun bu teorilere itibar etmeyeceği açıktır. Yüzlerce yıl içinde ortaya çıkmış ve büyük mücadelelerle ve fedakârlıklarla bugüne ulaştırılan bir inanç, emperyalistlerin amaçlarının gerçekleşmesi için ihtiyaç duydukları “elverişli araca” kolay kolay dönüşmez. Karaca Ahmet Sultan Dergâhı Başkanı Muharrem Ercan’ın aşağıdaki sözleri; Türkiye Alevilerinden, hâlâ kendisini bu inanç grubuna mensup hisseden çoğunluğun ortak görüşü olarak alınabilir:
“Bizler bu vatanın kurucu unsuru, asli sahibiyiz. Allah, Muhammed, Ali ve onun yolunda giden Alevi İslam inancının sonsuza kadar savunucusuyuz. Bizim İslam anlayışımız kırkların meclisinden beri süregelen yol, erkân, mürşitlik, pirlik, rehberlik, rızalık, müsahiplik yoludur. Bizim İslam inancımız Kerbela’da Hz. Hüseyin’i şehit eden zihniyeti ve anlayışı reddeder. Şu anda güzel vatanımızda Atatürk’ün bize emanet ettiği Cumhuriyet, laik, sosyal hukuk devletinde isteklerimizi almak için, sorunlarımızın çözümü için mücadelemizi sürdürüyoruz.” (Aydınlık, 8 Mayıs 2022)
Ama bununla birlikte, Avrupa ve aynı zamanda “ABD’nin kara gücü” PKK tarafından desteklenen “İslamiyet dışı Alevilik” taraftarları, emperyalistlerinin arzuladığı Alevi Sünni çatışmasının çıkarılmasına hizmet etmeye devam edeceklerdir. Bu yolda en büyük yardımcıları ise Ebusuud’ların günümüzdeki takipçileridir.

21. YÜZYIL TÜRKİYE’SİNİN GERÇEKLERİ
Şimdi Avrupa’da birilerinin ortaya çıkıp Avrupa devletlerinden aldıkları üç beş kuruşa karşılık olarak, bin yılın bütün bu Alevi büyüklerini bir tarafa atarak, “Aslında sizler Aleviliğin ne olduğunu bilmiyor muşsunuz, Aleviliğin ne olduğunu biz şimdi Avrupa’da keşfettik.” demeleri tek kelimeyle komiktir ve hazindir.

yüzyılın Türkiye’sinin gerçeği şudur: Türkiye, emperyalizmden kaynaklanan bir parçalanma, iç çatışmalara sürüklenme ve yeniden sömürgeleştirilme tehdidinin hedefidir. Gerçi bu tehdit arkamızda kalan yıllarda çok daha ağırdı. Şimdi Suriye’de emperyalist saldırının önünün kesilmesi, ABD’nin Afganistan’daki yenilgisi ve genel olarak Asya’nın yükselişiyle birlikte tehdit, eski ağırlığını kaybetmeye başlamıştır ama tehlike geçmemiştir.
Özellikle AKP iktidarının laik demokratik Cumhuriyet’i tasfiye yolunda attığı adımlar, Alevi yurttaşlara karşı izlediği ayrımcı politika, İhvansever dış politikasının Türkiye’nin sırtına yıktığı 10 milyona yakın sığınmacı yükü ve Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik krizi, Türkiye’yi ciddi tehditlerin ve tehlikelerin hedefi yapmaya devam ediyor.

LAİK CUMHURİYET VE ALEVİLER
Anadolu Alevileri, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Cumhuriyet Devrimi’nin bu ülke için ne ifade ettiğini en iyi bilen ve takdir eden toplum kesiminin başında geliyorlar. Çünkü Alevi toplumu laik olmayan Osmanlı’yı da, laik olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de yaşadı. İnsanların inançlarından dolayı sorgulanmadığı, ayrımcı politikaların hedefi olmadığı laik Cumhuriyet’in değerini en iyi Alevi yurttaşlarımız bilir.
Babam Yusuf Gültekin, Tunceli’nin bir dağ köyünde 1914 yılında doğdu. Cumhuriyet’le birlikte okula gitme olanağı oldu. İlkokul 3. sınıfa kadar, evimizden 7 – 8 kilometre uzaklıktaki, köyümüzün yaslandığı dağın arka tarafında bulunan nahiye merkezine her gün gidip gelerek, 4 ve 5. sınıfları ise kendisi durumunda olan diğer çocuklarla kiraladıkları bir dam evi koşullarında 20 km. uzaklıktaki Nazımiye’de, sağlık nedenleri ile ilk senesinden sonra terk etmek zorunda kaldığı Ortaokulu Elazığ’da okudu. Aydın bir köylüydü. Cumhuriyet Devrimi yıllarını bütün canlılığıyla yaşadı. Öncesi ise çok uzağında değildi. Osmanlı döneminin Aleviler açısından ne ifade ettiğini, büyüklerinden doğrudan dinleme olanağına sahipti. Çocukken babamdan dinlediğim “Oğlum biz Aleviler, Hz. Ali’den sonra ilk defa Atatürk zamanında rahat ettik.” sözüyle ifade ettiği değerlendirmesinin, Alevi toplumunun genel görüşü olduğunu söyleyebilirim.
Aleviliği İslamiyet dışı olarak gören bir yaklaşımın yol açabileceği sonuçlardan en büyük zararı bizzat Alevilerin göreceği de bir başka gerçektir. Kışkırtılan mezhep ve etnik çatışmalardan her zaman azınlık durumunda olanlar daha fazla zarar görür. Avrupa’da yaşayan, deyim yerindeyse “tuzu kuru” olan ve Aleviliği “geçim aracı” olarak görenler bu gerçeği önemsemez ama Türkiye’de yaşayan Alevilerin ezici çoğunluğu açısından durum farklıdır. Anadolu Alevileri, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yurttaşı olmanın ve “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkının oluşturduğu Türk Milleti”nin bir mensubu olmanın “değerini” herkesten daha çok görme ve anlama durumundadırlar.
Peki, 21. yüzyılın dünyasında yeni bir “din” inşa etmek mümkün müdür? İnsanlık, dinlerin (dini ideolojilerin) egemen dünya görüşü olduğu tarih dönemini, Aydınlanma Çağı ve Büyük Fransız Devrimi ile birlikte geride bıraktı. Fransız Devrimi’nden bu yana 233 yıl geçti. Dünyanın büyük çoğunluğunda, din ve dünya işlerini birbirinden ayıran; dini, inananların vicdanındaki yerine koyan bir anlayış hâkim durumda. Hiçbir dinin gereklerini yerine getirmeyen insan sayısı, Avrupa ülkelerinde artık nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor.
Aynı durum benzer ölçülerde olmasa da Türkiye için de geçerlidir. Dinci yazarların son yıllarda gençlik içinde ve özellikle İmam Hatipli gençler içinde Deizm akımının güçlenmesinden şikâyet etmeleri boşuna değildir ve çağımızın gerçekleri karşısında hiçbir gücün duramayacağını göstermektedir. Bu koşullarda Avrupa’da birilerinin, Alevilik “İslamiyet’ten ayrı bir dindir.” iddiasıyla ortaya çıkıp bu görüşlerine ciddi denebilecek bir taraftar bulmaları mümkün değildir. Bütün yaptıkları emperyalist merkezlerin, Türkiye’ye yönelik emellerini gerçekleştirme yolunda kullanacakları “elemanlar” olmaktan ve bulmaktan öteye geçemeyecektir.
“Avrupa Aleviliği” çabalarının esas amacı budur. Ama bunun yanı sıra 21. yüzyıl dünyasında yeni bir din inşa etmek mümkün olmadığına göre, böyle bir imkânsız hedefe ulaşma çalışması içine çekilen Alevi yurttaşlarımızdan en azından bazılarının, içine sürüklendikleri boşluk ortamında, Avrupa’da mevcut ve hâkim konumdaki dinin, Hristiyanlığın misyonerlik faaliyetleri açısından “devşirilecek kişiler” olmaktan kurtulamayacakları açıktır.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir