Atatürk Devletçiliği Ne İdi Ne Oldu

DEVLETLEŞTİRME VE KAMULAŞTIRMA

Dergimizin bu sayıdaki konusu “kamulaştırma” olarak belirlendi. Belirlendi ama bu bağlamda bazı kavram karışıklıklarına değinmem gerekecek. Devletleştirme ve kamulaştırma anayasal ve yasal olarak aynı olmadığı gibi, bizim tarihsel terminolojimiz devletleştirmeyi içeriyor ve “altı ok” un birisi yapılacak kadar da önemseniyor. Önemseniyordu daha doğrusu, ama son yıllarda bakıyorum, kimi çevreler ısrarla “devletçilik” demekten kaçınıyor, “kamuculuk” diyorlar. Kamuculuğun devletçilikten farkını ise ayrıntılı ve doğru olarak ortaya koydukları söylenemez.

Kamuculuk bir yanda dursun şimdilik. Biz öncelikle devletleştirme ve kamulaştırma arasındaki farkı ortaya koyalım, bu iki kavramı yerli yerine oturtalım:

“Kavramsal olarak birbiriyle karıştırılma riski yüksek olan kamulaştırma (expropriation) ve devletleştirme (socialization) idari işlemleri 1982Anayasası’nın 46. ve 47. Maddelerinde birbirinden ayrı şekillerde düzenlenmiştir. Buna göre:46. maddedeki kamulaştırma tanımı, ‘Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamınıveya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idariirtifaklar kurmaya yetkilidir’ şeklinde verilir. 47.maddeye göre ise devletleştirme ‘Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde devletleştirilebilir. Devletleştirme gerçek karşılığı üzerinden yapılır. Gerçek karşılığın hesaplanma tarzı ve usulleri kanunla düzenlenir.’ Karşılaştıracak olursak, kamulaştırmada ‘özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların’ kamu hizmetinde kullanılıyor olması şartı bulunmaktadır. Devletleştirmede ise ‘kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler’ in taşınır veya taşınmaz malların tümü kapsanmaktadır. Kamulaştırmanın Anayasa’daki tanımında ‘ devlet ve kamu tüzel kişilerince’ kamulaştırmanın yapılabileceğinden söz edilmektedir. 1983 tarihli 2942sayılı kamulaştırma yasasının 5. maddesinde ise ‘kamu yararı kararı verecek merciler’ listelenmiştir. Devletleştirmede ise yalnızca devlet tüzelkişiliği yetkilidir.”[1]

Evet, bu izahlardan sonra artık başlayabilirim Atatürk Devletçiliğini anlatıp ayrıntılandırmaya İzmir İktisat Kongresi olacak devletçilik anlatımının çıkış noktası. Çünkü orada bir başka yönelim vardı. 1929 ekonomik bunalımı bu yönelimden dönüşe yol açtı. Önce ılımlı devletçilik denendi, 1933 sonrasında ise devletçilik bir devlet politikası haline dönüşüp CHP’nin 6 okundan biri de oldu.

CUMHURİYET NASIL BİR EKONOMİK KALIT DEVRALDI VE İZMİR İKTİSAT KONGRESİ

Bağımsızlık savaşının en kızgın döneminde Atatürk’ün savaş sonrası bağımsız yeni Türkiye Devletinde uygulanması gereken iktisat politikasının hazırlanması için özel bir heyet kurması son derece ilginçtir. Heyetin başkanı Ziya Gökalp’tir. Atatürk’ün zaman zaman çalışmalarına katıldığı heyet, faaliyetlerini Ankara Garı’nda bir vagon içinde yürütmüştür. Gökalp daha sonra yazacağı Türkçülüğün Esaslarının içine “İktisadi Türkçülüğü” de almıştı. Gökalp’in İktisadi Türkçülüğü; kamu ağırlıklı, solidarist (dayanışmacı) ve “İçtimai Halkçı (Sosyal Halkçılık[2])” bir karma ekonomi idi: “Türkler, eskiden sahip oldukları bu ekonomik imkâna gelecekte de kavuşmalıdırlar. Hem de kazanılacak servetler, Salur Kazan’ın zenginliği gibi genele ait olmalıdır. Türkler özgürlük ve bağımsızlığı sevdikleri için, iştirakçi  (komünist) olmazlar, fakat eşitliği sevdiklerinden dolayı, fertçi de kalamazlar. Türk kültürüne en uygun olan sistem solidarizm yani dayanışmacılıktır. Kişisel mülkiyeti kaldırmaya girişmeleri doğru değildir. Yalnız sosyal dayanışmaya yarayan şahsi mülkiyetler varsa, bunlar meşru sayılamaz. Bundan başka, sadece şahsi mülkiyet olması gerekmez. Kişisel mülkiyet gibi, toplumsal mülkiyet de olmalıdır. Toplumun bir fedakârlığı veya zahmeti sonucundan meydana gelen ve kişilerin hiçbir emeğinden doğmayan fazla kârlar topluma aittir.

Kişilerin bu kârları kendilerine mal etmeleri meşru değildir. Fazla kârların ‘plusvalue’lerin toplum adına toplanmasıyla oluşacak büyük kazançlar, toplum hesabına açılacak fabrikaların kurulacak büyük çiftliklerin sermayesi olur. Bu genel girişimlerden doğacak kazançlarla fakirler, öksüzler, dullar hastalar, kötürümler, körler ve sağırlar için genel bakım yerleri ve okullar açılır. Genel bahçeler, müzeler, tiyatrolar, kütüphaneler kurulur. İşçiler ve köylüler için sağlıklı evler yapılır. Ülke genel bir elektrik şebekesi içine alınır. Kısaca her türlü düşüklüğe son vererek toplumun huzurunu sağlamak için her ne gerekiyorsa yapılır. Hatta, bu toplumsal servet yeterli miktara yükselince, halktan vergi almaya da gerek kalmaz. Hiç olmazsa vergilerin türü ve miktarı azaltılabilir.

Demek ki Türklerin toplumsal ideali şahsi mülkiyeti kaldırmaksızın toplumsal servetleri fertlere kaptırmamak genelin çıkarına harcamak üzere korunmasına ve üretilmesine çalışmaktır.”[3]

Atatürk’ün ikinci önemli girişimi, Cumhuriyetin ilanından 8 ay önce 17 Şubat 1923’te çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi kesimlerini temsil eden 1135 delegenin iştiraki ile toplamasıdır. Kongrenin çalışmaları İKTİSAT MİSAKI’nın açıklanması ile 4 Mart 1923’te sona ermiştir.[4]

Peki o günkü manzara neydi? Osmanlı’dan Cumhuriyet’e hangi varlar, hangi yoklar, hangi borçlar devrolunmuştu? Atatürk bunun yanıtını 19 Ocak 1923’te İzmit’te halka yaptığı konuşmada ana hatlarıyla vermişti aslında:

“Memlekete bakınız! Baştan sona kadar harap olmuştur. Memleketin kuzeyden güneye kadar her noktasını gözlerinizle görünüz. Her taraf viranedir, baykuş yuvasıdır. Memlekette yol, memlekette hiçbir uygar kurum yoktur. Memleket ciddi düzeyde viranedir; memleket acı ve keder veren, gözlerden kanlı yaş akıtan feci bir görünüm arz ediyor. Milletin refah ve mutluğundan söz etmek mümkün değil. Halk çok yoksuldur. Sefil ve çıplaktır.”

Genel çerçeve böyle, ayrıntıları ise daha da dehşetli ve çarpıcı, bu ayrıntıları “Atatürk Ekonomisi ve Beş Destan Adam”[5] adlı kitabımdan aktarayım:

-1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman toplam 13,6 milyon nüfusun 10,3 milyonu kırsal kesimde yaşıyordu. Eğitimsiz Türk köylüsü, en ilkel araçlarla tarım yapıyordu. 1927 sayımına göre, ülkede 1 milyon 187 bin karasabana karşılık büyük çoğunluğu dört yıllık cumhuriyet döneminde dağıtılan 211 bin demir pulluk vardı. Gübre kullanımı ve zararlılarla mücadele neredeyse bilinmiyordu. Nadas egemendi. Tahıl ekimi elle yapılıyordu.[6]

-Toprağı işleyecek, tarımı ilkellikten kurtaracak insan gücümüzü cephelerde eriyip yok olmuştu.

-Orta Anadolu’dan İstanbul’a 1 ton buğdayın nakliye bedeli 8,8 dolarken, Newyork’tan İstanbul’a 1 ton buğday 5 dolara getirtilebiliyordu.[7]

-Köylere daha Tanzimat bile girmemişti. Kırk bin küsur köy –belki birkaçı dışında- tümüyle ortaçağı yaşıyordu. Köylü sıtmadan kırılıyordu. (…) Hiçbir evde akarsu, helâ, yıkanma yeri, mutfak yoktu. İçme suyunun sorun olduğu birçok köy bulunuyordu. Yetersiz beslenme nesilleri kemirip çürütmekteydi.”[8]

-Sanayi diye bir şey yoktu.

-Kalifiye işçi ve ustaların sayısı ise, birkaç yüz kişiyi geçmiyordu.

-Şekerden kumaşa kadar, günlük ihtiyaçlarımızın hemen tümü dışarıdan satın alınıyordu.

-Yeraltı zenginliklerimizi işletmek bir yana, neyimiz olduğu dahi bilinmiyordu.

-Kapitülasyonlar ve dış borçların ağırlığı altında, Düyun-u Umumiye ile yabancı ülkelere tam anlamı ile bağımlı duruma düşürülmüştü.

-Tarım ve sanayi alanında yetişmiş uzmanlarımız olmadığı gibi, bunları yetiştirecek okullar pek az bulunuyordu…

-Dış ticaretimiz ise; yabancıların ve Türk olmayan azınlıkların elinde idi. Dolayısıyla, ticaret ve sanayiimiz gelişmediği gibi; milli bir ekonomi tesisi kurulması da imkânsız hale geliyordu.

-Köydeki ağa ile çobanın arasındaki fark, donunda ve pantolonundaki yamaların sayısından ibaretti. Ağa belki ekmekle zeytinin yanına pekmez de koyabiliyor, çoban zeytinle yetiniyordu.”[9]

-1921 yılı sanayi sayımında, el sanayi işletmeleri, yani tamirhaneler ve küçük esnaf dâhil, 33 085 işyeri vardı. Bu işyerlerinde, çıraklarla birlikte 76216 işçi çalışıyor ve her işletmeye 2-3 işçi düşüyordu. İşçilerin 35316’sı, sayıları 20 bini bulan, basit el tezgâhlarından oluşan halı ve diğer dokuma işyerlerinde çalışıyordu. 17964 işçi de 5347 tabakhane ile birkaç deri atölyesinde çalışmaktaydı.
Çimento, petrol, demir, çelik, işlenmiş madenler, inşaat malzemeleri, motor, iş araçları başta olmak üzere bütün sanayi ürünleri ithal ediliyordu.[10]

Şevket Süreyya Aydemir, I. Dünya Savaşı sırasındaki durumumuzu ayrıntısıyla açıklar, bu tablo, “Ah Osmanlı, vah Osmanlı” diyenlerin ya bilgisiz ya da sahtekâr olduklarını kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlar: “O zaman Anadolu’da, Adana ve İzmir’deki derme çatma birkaç tesis bir tarafa bırakılırsa, tüten tek baca, dönen tek motor, yana tek ampul, adına şose denilebilecek tek kilometre yol yoktu. Yiyeceğimiz, giyeceğimiz, kullanacağımız, şekerimiz, ilacımız, silahımız dışarıdan geliyordu. Hatta bunların bedelleri, birkaç parmakla sayılır ihraç mallarından ziyade, yabancı memleketlerden yapılan istikraz (borçlanma) paralarıyla ödeniyordu. Harpten evvel ve harpten sonra İstanbul ve büyük şehirler, Amerika ve Rus buğdayı yiyorlardı. Hatta bunlar hazır un halinde gelirdi. Samsun’da Hindi-çini pirinci, Merzifon pirincine rekabet ederdi. Rusya kereste, Marsilya kiremit, Yunanistan çimento, Napoli makarna, Pire konyak, Avusturya maden suyu ve bütün memleketler iğne iplikten tutarak her türlü maddeler gönderiyorlardı. İstanbul’dan başlayan ve bir ucu Ankara’da, diğer ucu Pozantı’da biten iki yorgun demiryolunda lokomotifler, benim gördüğüm, odunla hatta söğüt çırpılarıyla işliyorlardı.“[11]

İzmir İktisat Kongresine yakın yıllardaki durumumuzu da Doç. Dr. Sait Aşgın’ dan dinleyelim:

“1924 yılına gelindiğinde Türkiye’deki yabancı sermaye, 94 işletmenin denetimini elinde tutuyordu. Bunların 7’si demiryolu şirketi, 6’sı maden işletmesi, 23’ü banka, 11’i belediyelere ait imtiyazlar, 12’si sınai işletme ve 35’i ticari şirketti. Bunların millileştirilmesi için gereken büyük sermayeler ise henüz bulunmuyordu.[12]

İzmir İktisat Kongresi, işte bu umutsuz koşulların bulunduğu ülkeye, umut veren çözümler göstermek, savaştan yorgun ve yoksul olarak çıkmış Türk halkına; çalışma gücü, çalışma şevki ve çalışma zevki aşılamayı amaçlıyordu.

Kongre başkanlığına Manisa delegesi Kazım Karabekir Paşa’nın seçilmesi eleştirilmiştir genellikle. Atatürk’ün o günlerde, liberal bir ekonomiye yeşil ışık yaktığı şeklinde algılar oluşturulmuş, yorumlar yapılmıştır. Çok da haksız değillerdi, Karabekir, muhafazakâr ve liberal bir ekonomik anlayışa sahipti. Ve bu anlayış, kongrede oybirliği ile kabul edilen Misak-i İktisadi’nin esaslarına da yansımıştır. Bu esasların ikisini buraya alırsam, meramımı daha iyi anlatabileceğim:

“Madde 6:…bağnazlıktan uzak, dindarâne bir davranış her şeyde esasımızdır.”

Madde 7Türkler, irfan ve marifet ışığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir fakat her şeyden önce memleketinin malıdır. Eğitime verdiği kutsallık dolayısıyla Mevlid ve Kandil gününü aynı zamanda kitap bayramı olarak kutlar.”

Mevlid ve kandil günlerini kitap bayramı olarak kutlamak ve dindarâne davranmakla Misak-ı İktisadi’nin ilgisini sanırım bir tek Karabekir biliyordu. Bu “bilmeyi” sonraki yıllarda kuracağı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın ekonomik ve siyasal anlayışı ile de gösterecekti…

İşte bütün bunların yüzünden Sabahattin Selek gibi bazı yazarlar, eleştiriyi Atatürk’e çatmaya dek götüreceklerdir: “Zaferden sonra ihtilal kendi felsefesin ihanet etti. 17 Şubat günü İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi ile yeni Türkiye devletinin milli kapitalist ekonomiyi benimsediğini görmekteyiz. Gâzi Mustafa Kemal Paşa, açış nutkunda devletçilikten tek kelime bile söz etmemiştir.”[13]

Selek’e yanıt Turgut Özakman’dan gelir: “Rahmetli Selek genele bakmıyor, iktisadi hayatımızın o tarihte hangi düzeyde olduğunu dikkate almıyor. Devletçiliğe, daha doğrusu karma ekonomiye ulaşmak için birçok aşamadan geçmek, birimler ve kurumlar kurmak, yasalar çıkarmak vb. gerekir. Hemen ulaşılabilecek bir hedef değil. Bu nedenle M.Kemal Paşa’nın devletçilikten bahsetmemesi, ihtilal felsefesine ihanet değildir. Karma ekonomi görüşünü Mahmut Esat Bey’e söyleterek tartışma açılmasını uygun görmüştür. Ama bu hedeften hiç gözünü ayırmadığını da ilerledikçe göreceğiz.”[14]

Emek Misak-ı Millisi, Kapitülasyonlara hayır

Bizce, Atatürk’ün bu kongreden beklentisi tamamen “milli egemenlik-ekonomik egemenlik ve bir emek misak-ı millisi”idi. Yaptığı konuşma bunu göstergesi:

Milli egemenlik, ekonomik egemenlik ile kuvvetlendirilmelidir. Yeni devletimiz ve yeni hükümetimizin bütün esasları ve bütün programları ekonomi programından çıkarılmalıdır.

(…) Dolayısıyla programdan bahsolunduğu zaman, adeta denilebilir ki, bütün halk için bir ‘Emek Misakı Millisi’ mahiyetinde olan program etrafında toplanmaktan hasıl olacak olan siyasi şekil ise, alelade bir fırka mahiyetinde tasavvur edilmemek lazım gelir ve barıştan sonra vukua gelebilecek böyle bir siyasi şeklin şimdiye kadar olduğu milletin azim ve imanıyla ve birlik dayanışmasının birbirine yardımcı olmasıyla muvaffak olacağı hakkındaki kanaatim kuvvetlidir ve tamdır.”[15]

Kongrenin temel amacından biri de devam etmekte olan Lozan Konferansı’nda yeni Türk devletine Osmanlı kapitülasyonlarının aynısını uygulamak için direten Avrupalılara kapitülasyonların kabul edilmesinin mümkün olmadığını vurgulamaktır. Nitekim gerek konferans esnasında yapılan konuşmalarda ve gerekse konferans sonunda yayımlanan ‘misak-i iktisadi’de “Kapitülasyonlar ve diğer imtiyazların” kesinlikle kabul edilmeyeceği açık ve kesin bir dille vurgulanmıştır.[16]

1923-30 döneminde devlet işletmeciliği mümkün olan en alt düzeyde tutulduğu halde, özel sektör çeşitli teşvik tedbirleriyle desteklenmiştir. “Teşvik-i Sanayi Kanunu” (1927) özel yerli sanayiciye çok geniş himaye, teşvik ve özel imkânlar sağlıyordu.[17]Buna karşın, İzmir İktisat Kongresi’nin aldığı iktisadi kararları arasında birisi son derece dikkat çekicidir: “Özel sektörün kuramadığı işletmeleri devlet kuracaktır.” Bu karar, işin içinde öyle pür-liberal bir ekonomik anlayış olmadığını göstermektedir. Başka birkaç önemli karar daha vardır, onları da sayalım:

-Reji idaresi ve yönetimi kaldırılacaktır.
-Tütün tarımı ve ticareti serbest olacaktır, ihraç edilen tütünün işlenmiş olması gerekmektedir ve vergileri tüketiciden alınacaktır.
-Aşar kaldırılacak, yerine uygun bir vergi konulacaktır.
-Temettü vergisi gelir vergisine dönüştürülecektir.

-İşçilerin çalışma saatleri düzenlenecek ve 18 yaşından küçükler çalıştırılmayacak, haftada 1 gün çalışanlara tatil imkânı verilecektir.
-“Amele” kavramı yerine “İşçi” kavramı kullanılacaktır.
-Tüm işgücüne sendika hakkı tanınacaktır.

“İzmir İktisat Kongresi sonrası Lozan Antlaşması imzalanmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınır çizgileri dâhil tüm varlığı batılılarca kabul edilmişti. Alınan kararlar gereğince Reji idaresine son verilecek, tütün ekimi ve ticareti serbest bırakılacaktı.”[18]

Peki neydi bu “Reji”, neden kurulmuş, neler yapmıştı? 1883 yılında Osmanlı tütün gelirlerinin toplanması için Osmanlı Bankası aracılığıyla bir Avrupa şirketine yetki verilmişti. Bu şirketin adı Reji idi. Avrupalı finans ve yatırımcı grupların oluşturduğu bir şirketti. Osmanlı’nın tüm tütünleri, yani stokta bulunanlarla gelecekte ekilecek ve işlenecek tütünler, tekel konumundaki bu Reji Şirketi’nce alınacak, bunun karşılığında Duyunu-u Umumiye İdaresi’ne her yıl 750 bin lira ile ayrıca kârdan belirli bir oranda pay verilecekti. Böylece, Osmanlı Hükümeti’nin borçlarına mahsuben tüm tütünlerine el konuluyor, kendisine de “devede kulak” mesabesinde bir pay bırakılıyordu. Reji Şirketi, bu görevini son derece gaddarca yaptı. Tütün kolcuları, bir kilo tütün kaçıran Türk köylüsünü bile alnından vurmaktan çekinmediler.

İzmir İktisat Kongresi’nde kurtulmaya karar verdiğimiz, Lozan sonrası kurtulabildiğimiz bu Reji[19], işte böyle bir Reji idi. Reji’den İnhisarlar İdaresi’ne yani Tekel İdaresi’ne geçtik. Türk, tütününün egemeni oldu böylece. Bugün yeniden uluslararası tütün tekelleri cirit atıyorlar ülkemizde. Bizim Tekel’imiz ise yok artık, özelleştirme adı altında yok edildi.

1929-1938 DEVLETÇİLİK DÖNEMİ

“Halkımız yaratılıştan devletçidir.”

Çoğu iktisatçılar 1923-1929 dönemini “liberal-korumacı- dönem olarak adlandırırlar. Bu dönem, genç Cumhuriyet için bir arayış dönemidir. İzmir İktisat Kongresi özel girişim ağırlıklı bir kalkınma öngörmüştü.  Ne ki, uygulama, öyle “pür-liberal” biçimde olamamış, bu dönemde tütün, tuz, kibrit, ispirto gibi ürünler üzerine tekel kurulmuştu. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi bu dönemde de anti-enflasyonist bir politika güdüyor; bütçe, dış ticaret ve kur dengelerine dikkat ediyordu. 1925, 1927 ve 1929’da bütçeler fazla vermişti (1925 yılı bütçesinin 1/3’ü Şeyh Sait İsyanı için harcanmasına karşın verilmişti bu fazlalık).  Dolaşımdaki banknot hacmi son derece istikrarlı bir seyir izliyor, ihracatın ithalatı karşılama oranı 1929 yılı dışında belli bir oranı tutturabiliyordu. Gayri safi milli hâsıla ve yatırımlar sürekli artıyordu. Yani kalkınıyordu Türkiye, borç ödüyordu. Dahası, vergilerde indirim yaparak halkı rahatlatıyordu.

Fakat ters giden, ağır giden, iyi gitmeyen bir şeyler de vardı, daha hızlı ve planlı bir kalkınma gerekiyordu.

Sanayide ve yabancı sermaye politikasında idi daha çok bu çarpıklıklar .O dönemin yabancı sermaye politikasındaki vahim yanlış ve çarpıklıkları Okan Gökay Emgengil şöyle sıralamakta: “1920-1929 yılları arasında kurulan 201 adet Türk anonim şirketinden 66’sında yabancı sermaye yer almıştır. Bütün anonim şirketlerin ödenen sermayelerinin toplamı 73 milyondur, bu toplamın 31,3 milyonu yabancı sermayeli Türk anonim şirketlere aittir. Bu ortaklıklarda Türk hissedarları çoğunlukla birer paravandır”[20]

Ters gitmenin en önemli sebeplerinden birisi 1929 dünya ekonomik bunalımı idi elbette.

Bütün bunlar büyük bir gerçeklikti, ancak liberal-korumacılığın da artık sonunun geldiği, bünyemize uygun bir sistem olmadığı gerçeği de kendini açıkça belli ediyordu. Bu olguyu Şevket Süreyya Aydemir şöyle anlatır:

“O sıralarda 1929 dünya iktisat buhranı, cumhuriyetin ilanından beri memleketin bel bağladığı liberal inkişaf ümidini tamamen durduruverdi. Ankara’da bir depresyon havası esmeye başladı. İktisadi durgunlaşmaya ve fakirleşmeye muvazi bir ruh ve fikir halsizleşmesi gittikçe beliriyordu. Bu halsizlik, bütün idare ve inşa alanlarını aksatıyordu. Hepsi de zirai ham maddeler veya gıda maddeleri olan ihraç mallarımızın fiyatları sıfıra yaklaşıyordu. Yeni vergiler, nazari gelirlerdi. 1923 ve 1929 arasındaki iç sermaye birikmesi –eğer böyle bir birikme varsa-erimişti. Hülasa memleketin iktisadi temeli sarsılmıştı. İktisadi prensiplerimizi yeniden gözden geçirmek iktisadi davalarımızı yeniden ortaya koymak ve işe yeniden başlamak lazımdı. (…) Yeni bir yol, yeni bir iktisat siyaseti, daha doğrusu yeni bir nizam bulmak lazımdı. Milli emeği ve tasarrufu koruyacak, milli esaslara dayanacak, fakat memleketin kalkınma hamlesini sağlayacak ve devam ettirecek bir nizam. Yoksa iktisadi sefaletle beraber inkılâbın fütuhatı bile zayıflayabilirdi.[21]

Atatürk 27 Ocak 1931 günü yapılan CHP İzmir İl Kongresinde “ekonomik alanda istenen ölçüde başarılı olunmadığını” ve artık “yepyeni bir güdümlü ekonomik düzen” kurulacağını belirtir. Hatta Atatürk “halkımız yaratılıştan devletçidir” der. İktisat Bakanı Celal Bayar, Kemalist önderliğin yedi yıllık deneyim sonunda geldiği noktayı şöyle özetler: “Milletin muhtaç olduğu refahı, bazı özel girişimlere ve bu girişimin dayandığı sermayeye bırakmak gerekirse, en az iki yüz yıl daha bekleme dönemi geçirmekliğimiz gerekir”[22]

1929 yılında dünyanın büyük bir ekonomik bunalıma girmesi ve bunun ülkemize de olumsuz yansımalarının olması da devlet müdahalesi ve devlet yatırımlarını kaçınılmaz kılmıştır. Atatürk’ün ekonomik mucizesi de işte bu 9 yıllık dönemde gerçekleşmiştir. Tahir Tamer Kumkale bu dönemin ağırlık kazanan ekonomik tercihleri şöyle sıralar:

“*Devlet öncülüğü

*Devlet yatırımcılığı

*Devlet işletmeciliği

*Devletin tespit ettiği hedeflere ekonominin yönlendirilmesi

Sistem üç temel denge üzerine inşa edilmiştir. Bunlar;

a) Devlet bütçesi denk olmalıdır. Buna göre devletin yatırım harcamaları; bütçe fazlaları ile iç borçlanmadan elde edilen gelirler toplamına eşit olmalıdır.             

b) Dış ödemelerde ihracat ithalata denk olmalıdır. Buradaki denklik toplam ithalat ve ihracat rakamlarında değildir. Kastedilen ülke bazında denkliktir. Yani A ülkesinden yapacağımız ithalat ancak bu ülkeye sattıklarımızın toplamı kadar olacaktır. Bu madde tam bağımsızlık ve sömürge düzenine karşı çıkabilmek için özellikle konulmuş ve titizlikle uygulanmıştır. Bu şekilde herhangi bir ihtiyaç malında bir diğer ülkeye bağımlı olmaktan kaçınılmakla beraber, ihtiyaç duyulan maddenin yerli kaynaklardan karşılanması için müteşebbislere de özendirici olmaya çalışılmıştır.

c) Bölgeler arası dengeli kalkınma sağlanmalıdır.”[23]

Devletçiliğin ve dolayısıyla devlet işletmeciliğinin bir önemli amacı da şudur; elde olunan kârları ya halkın vergi yükünün azaltılmasında kullanmak ya da kurulacak yeni işletmelere sermaye olarak aktarmak.

ILIMLI DEVLETÇİLİĞİN TERKİ

Doğu Perinçek, devletçiliğin gelişim, uygulama ve sonunu şöyle öykülüyor: “Başbakan İsmet İnönü, 1932 yılı Mayıs ayındaki Sovyetler Birliği gezisinden, planlı ekonomi kararıyla döndü. 1933 yılında yürürlüğe giren ilk Beş Yıllık Plan, Sovyet uzmanlarının yardımıyla hazırlandı. Çelik ve kimya sanayilerinin temelleri atıldı. Anadolu’ya yayılan dengeli bir sanayileşme ve kalkınma politikası uygulandı. İkinci Dünya Savaşı döneminde rastlayan İkinci Beş Yıllık Plan döneminde ise makine sanayisinin kurulmasına girişildi, enerji, maden ve denizcilik sanayileri geliştirildi ve kimya sanayisinde atılım gerçekleştirildi.[24]

1933 yılından sonra 1931’in ‘Ilımlı Devletçilik’ politikası terk edilerek, Beş Yıllık Sanayileşme Planı’yla daha köktenci bir politika benimsendi. 1937 yılında Atatürk gelinen noktayı şöyle özetlemiştir: ‘Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi, (…) sosyalizmden alınmış alelâde bir nakil değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğma, Türkiye’ye has bir sistemdir. (…) Kişisel girişimi desteklemek, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve yerine getirilmemiş vazifelerini göz önünde tutarak vatanın iktisadiyatını devletin eline bırakmak.’

Deneyimlerden sonra karar kılınan Devletçilikte, artık kamu girişimi belirleyicidir; ‘vatanın iktisadiyatı devletin eline bırakılmıştır.’

“Böyle bir devletçiliğin kurbanıyız!”

Nazilli, İzmir-Denizli demiryolu üzerinde, Aydın’a 42 km uzaklıkta, 9300 nüfuslu sessiz bir ilçeydi. 23 Ağustos 1935 günü binlerce yeni insanla dolmuştu. Bunların büyük bölümü çevrenin pamuk üreticileriydi. İstasyon ile temeli atılacak fabrika arasındaki yol bayraklarla süslenmişti.

İzmir’den beklenen trenle İktisat Bakanı Celal Bayar, Sümerbank yetkilileri ile bazı Aydın ve İzmir milletvekilleri, kalabalık bir basın grubu geldi.

(…) Nazilli kombinası hem iplik hem bez hem dokuma hem basma fabrikası olacaktı. Birden fazla işi yapan fabrikalara kombina deniyordu. Yapımı için 4000’e yakın işçi çalışacaktı. 28.236 iğ, 768 dokuma tezgâhı, 4 basma makinesi bulunacaktı. Yılda 23 milyon metre bez dokunacaktı. Gereken paranın asıl kaynağı halktan alınan vergilerdi. Bu eserleri gördükçe vergilerden sızlananlar “helal olsun” diyeceklerdi.

Son konuşmayı yapan Celal Bayar dedi ki: “Ben Serbest Fırka vakalarından sonra Nazilli’ye gelmiştim. O vakit, bana mahsulün (pamuğun) para etmediğinden bahsetmiştiniz. O vakit, liberalizm denilen iktisadi sistem bilinerek bilinmeyerek münakaşa ediliyordu. O zaman size ‘mahsulü dışarıya satmak zordur’ dedim, ‘fabrika yapmak lüzumuna işaret ettim. Bu fabrikayı kendi imkânlarınızla kurabilir misiniz?’ dedim. Bunun cevabı ‘hayır’ oldu. ‘Memleketin başka yerlerindekiler gelip sizin ihtiyacınız için bu fabrikayı kurarlar mı?’ dedim. Bittabi bu büsbütün imkânsızdı. ‘Bu büyük işi ancak devlet eline alır, bir gün Nazilli’ye gelir, fabrikayı kurar, pamuklarınızı alır, bunun adına devletçilik derler. Böyle bir devletçiliğe taraftar mısınız?’ diye sordumdu. ‘Kurbanıyız’ diye bağırmıştınız. İşte devlet geldi fabrikanızı kuruyor.”

Alkışlar Nazilli ovasını doldurdu.[25]

Kemal Tahir’e göre “Bir nevi Sosyalizmdir” devletçilik

Kemal Tahir, “Hür Şehrin İnsanları”[26] adlı romanının bir yerinde roman kahramanına şunları söyletir:

“Halk Partisi ‘devletçiyim’ diyor. Bu bir iktisadi sistemin adıdır. Bazı prensiplere dayanır! Esas şu: Devlet, vergi ile elde ettiği paranın bir kısmını, buna devlete ait gayrimenkulleri de katıp tüccar, fabrikatör, müteahhitmiş gibi iş yapacak! Hâsıl olan temettüyü hazineye alacak. Bu temettü miktarınca, ya vergiler vergileri indirip milletin yükünü hafifletecek yahut programını tamamıyla tatbik edip yeni tesisler kuracak… Bir nevi sosyalizm…”

Devletçi millileştirme

“Giydiğini dikmeyen, ektiğini yemeyen, içtiği şarabı ezmeyen ulusa yazık!” Halil Cibran

1930 yılı, Lozan’da yabancı şirketlere tanınan 7 yıllık imtiyazların da sonudur. Millileştirmeler de bu yıldan sonra hız kazanır ve 1940 yılında dek sürer gider. Atatürk döneminde yapılan başlıca millileştirmeler şunlardır:

1931 yılında Mudanya-Bursa Demiryolu Türk A.Ş

1933 yılında İstanbul Türk Anonim Su Şirketi

1933 yılında İzmir Rıhtım Şirketi

1934 yılında İstanbul Rıhtım, Dok ve Antrepo Türk A.Ş

1935 yılında Aydın Demiryolu Şirketi

1936 yılında İstanbul Telefon Türk A.Ş

1937 yılında Ereğli Şirketi (Ereğli Limanı, Zonguldak-Çatalağzı demiryolu Hattı, Maden İşletmeleri ve bunlarla ilgili her türlü tesisler)

1937 İzmir telefon Türk Anonim Şirketi

1938 yılında İstanbul Üsküdar Kadıköy Türk A.Ş

1938 yılında İstanbul Türk Anonim Elektrik Şirketi

Ayrıca Ergani Bakır Türk Anonim Şirketi, 850 bin lira bedelle Alman şirketinden satın alınır. Fransız Şirketi’nin elinde olan Keçiborlu Kükürt Madeni İmtiyazı 1932 yılında feshedilir.[27]

Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün imtiyazlı yabancı sermaye şirketlerini, Araplar gibi yağma ederek değil, satın alarak tasfiye ettiğini yazıyor. [28]

Devletçilik, İktisadi Devlet Teşekküllerini doğurdu

İktisadi Devlet Teşekküllerinin nasıl “yerli ve milli” bir buluş Prof.Dr.Mustafa Aysan’dan öğrenelim:

“Atatürk’ün büyüklüğü karşısında beni şaşırtan Ekonomik Kalkınma Modelinin ilk belirtilerini, 1960’ların başında araştırmaya başladığım “İktisadi Devlet Teşekkülleri” ile ilgili çalışmalarım sırasında gözledim. Doğuş nedenleri, ilk çalışma ilkeleri ve gelişme evreleri üzerinde araştırmalarım, bu kuruluşların bütün toplumu kapsayan bir ekonomik kalkınma modelinin uygulama araçlarından oluştuğunu ortaya çıkarmıştır. İktisadi Devlet Teşekkülleri (İDT) sisteminin, büyük kalkınma modelinin bir alt sistemi olarak devlet işletmeciliği alanında, zamanımızda bile kalkınan ülkelere örnek gösterilebilecek bir olgunlukta olduğu yine bu araştırmaların sonuçlarındandır. 1930’larda Atatürk’ün yakın ilgisi ile kurulan İDT sisteminin bu özelliği, beni bu alt sistemin, büyük sistemini aramaya yöneltmiş, bu çalışmalar, sonunda en büyük Cumhuriyet devrimlerinden biri olan ‘Ekonomik Devrimi’ni ortaya çıkarmıştır. Atatürk bir iktisatçı olmadığına göre, bu büyük ekonomik devrimin kurucusu, sahibi, izleyicisi, kim ya da kimlerdi? Bu sorunun cevabını on yıldır arıyor ve 1974’te bulduğumu sanıyorum: Bu büyük ekonomik kalkınma sisteminin kurucusu, sahibi, uygulayıcısı Büyük Atatürk’tür. Atatürk’ün yatırım politikasında devletin doğrudan ticari-sınai yatırımlarını yapan ve yöneten kuruluşların, İktisadi Devlet Teşekküllerinin önemli yeri vardır.

1929-1938 yılları arasında ekonomik kalkınma alanında yapılmış olanlar, iki büyük savaştan yıkılmış olan ülkenin temel ekonomik ihtiyaçlarından etkilenmiştir. Ancak, bu ihtiyaçların karşılanması için tutarlı, kendi mantığı içinde iyi işleyen bir “kalkınma modeli” de ortaya konmuştur. Bu modelin temelinde “devletçilik ilkesi” vardır ve bu ilkenin ekonomi alanında uygulanması İktisadi Devlet Teşekkülleri (İDT) adı verilen kuruluşların gerçekleştirilmesi biçiminde belirmiştir.”[29]

İktisat Fakültesinin olmadığı o yıllarda Atatürk, fizibilite etüdüne dayalı olarak fabrika kurulmasını öngörüyordu[30]

“Yeni Türkiye Devleti, İktisadi Devlet Teşekküllerinin öncüsü olan ilk kuruluşu, 19 Nisan 1925 tarihli ve 633 sayılı kanunla kurulan ‘Türkiye Sanayi ve Maadin Bankası’ ile ortaya koymuştur. 7 yıl içinde faaliyetleri pek başarılı olamayan banka 1932’de kapatılmış ve yerine ‘Devlet Sanayi Ofisi’ ve ‘Türkiye Sanayi Kredi Bankası’ adları ile kuruluşlar yaratılmıştır. Bu kalkınma modelinin ve anlayışının örneği olarak kurulan ilk örgüt, son iki kuruluşun görevlerini devralan Sümerbank olmuştur. Bu ekonomi anlayış ve ekonomik kalkınma modelini temsil ettiği için Sümerbank’ın ekonomi tarihimizde ürettiği mal ve hizmetlerin ötesinde ayrı bir yeri olması gerekir. Sümerbank ile başlayan bu kalkınma modeli, sonunda Türk ekonomisini özel ve kamu kesimi işletmeleriyle kalkındırmayı başarmıştır.[31]

Devlet fabrikacılık edebilir miymiş, edemez miymiş?

“Meşrutiyet rejiminin ekonomik siyasını bilenler, Mebusan Meclisinde o vaktin maliye nazırının her fırsat buldukça ‘devlet fabrikacılık edemez’ prensibini ileri sürdüğünü unutmamışlardır. Meşhur bir ekonomi profesörünün, Leroy-Beaulieu’nun prensiplerinden biri olan liberal düşünceyle Osmanlı İmparatorluğu işlettiği fabrikaların çoğunu bırakmıştı. Mahmut Şevket Paşa olmasaydı askeri fabrikalar da devletin elinden çıkacak ve çok geçmeden patlayan savaşlarda ordu çırılçıplak, yalınayak, başı kabak kalacaktı.”[32]

Tıpkı Özal’la başlayıp Recep Tayyip Erdoğan’la süren radikal liberalizm dönemi gibi öyle değil mi? Cumhuriyetin 80 yıllık birikimi satıldı bu dönemde. Ve tüm kesimlerin milliyetçilerin de sosyal demokratların da liberal solcuların da öylesine içine işledi ki, özel girişim yoluyla kalkınmayı kutsadılar hepsi de. Buna ilişkin çarpıcı bir örneği “Atatürk Ekonomi ve Milliyetçilik” adlı kitabımdan sunayım:“Erkan Akçay’a MHP Genel Merkezi görev vermiş, 2013 yılı Haziran ayındaBayburt’a gelmiş sorunları tespit etmiş, bir gazetede demeci var diyor ki ‘Bayburt ölmüş ağlayanı yok.’ Hükümet Bayburt’u kalkınmada öncelikli yöreler grubunda 5’inci bölümden 6’ıncı bölüme aktarmalıymış. Böylece Bayburt daha çok teşvik alabilirmiş. A efendim, Bayburt’a özel sektör yatırım yapacak olsaydı, kırk kez yapardı. Teşvik meşvik laf bunlar.  ‘Devlet yeni KİT’ler kurmalı, Bayburt gibi illere kendisi sanayi yatırımı yapmalı’ neden diyemiyorsun? Korkuyor musun liberal-kapitalist zihniyetten?’ Devletçiliği yeniden hortlatıyorlar, vay gericiler vay’ mı diyecekler? Desinler. Sen onlara tek geçerli çarenin senin çözümün olduğunu ısrarla savun ve kafalarına vura vura kabul ettir.”[33]

Devlet fabrikacılık eder, destan da yazar

“Atatürk Ekonomisi ve Beş Destan Adam” adlı kitabımda destanlarını yazdığım anıt-insanlardan biri olan Mehmet Ali Kâğıtçı ve kâğıt sanayimizin ilk kuruluşu olan İzmit Kâğıt Fabrikası’nın öyküsünü o kitabımdan buraya da alıyorum. Alıyorum çünkü ülkemiz bugün kâğıtta tam anlamıyla dışa bağımlı hâle getirildi. Ve döviz kurundaki aşırı artışla yayın sektörümüz de krizden payını aldı fena halde.

KÂĞITÇI DESTANI

Sovyet Elçisine diyor ki Mustafa Kemal Paşa

“Barutsuz da savaş olmaz, kâğıtsız da

Bizde barut kıt

Kâğıt

    Yokların en başında.

Önce kâğıt vermelisiniz bize

Silah ve cephane ondan sonra.”

Ah Osmanlı ah!

İstanbul’u fethettiğinde

Yaptığın ilk işlerden biri

Kâğıthâne kurmaktı öyle değil mi?

Kâğıda hâne kurmak…

Ay da doğar böyle hânelere, güneş de

Ve nur içindedir böyle hâneler.

Ama sonra bütün bilimlik işler

Avrupa’ya âyan, sana karanlık.

Keçeye kılıç çaldın yüzyıllarca

Kendinden emin.

Kapitülasyonlar verdin

Teknolojik gelişmelere karşı direndin.

Yerli üretimin yerinde yeller eser oldu

Ve işte böyle böyle

Kâğıtta da dışa bağımlı oldun.

Bu bağımlılığın bağlarını çözmek gerek diyor

       Mustafa Kemal Paşa.

Bir millet ki kendi kâğıdını yapamaz

Milli kültürünü yabancı lütfuna bağlamıştır o.

Budur işte kapitülasyonların en tehlikelisi.

Çözüm istiyor Paşa, çözüm…

O çözüm diyorsa çözülecektir.

Hay gözünü sevdiğim Cumhuriyet.

Kâğıda ağıt yazdığımız o çetin günler

Gidecekler bir daha geriye gelmeyecekler.

Grenoble Fen Fakültesi Kâğıtçılık Enstitüsünü

Birincilikle bitirip

Türkiye’nin ilk kâğıt mühendisi olan biri var

O da aynen Atatürk gibi düşünmektedir.

Fransa asılıp durmuş Mehmet Ali Bey’e

Kalmamış oralarda dönmüş yurduna.

Tutmakta olduğu günceye

Şunları yazmış o günlerde

“İdealim uğruna yaptığım özveriden dolayı

Çok bahtiyarım ve övünçler içindeyim.”

Bu Mehmet Ali Bey

Adamış kendini kâğıt işine

Anlatıyor, görüşüyor, tartışıyor, yazıyor…

Milli Kâğıt Sanayii kurulmalı mutlaka.

       Kurulursa

            Yapay ipek, dumansız barut, patlayıcı maddeler

                   Ve selüloid gibi sanayi kolları da

                            Gelişecektir.

                                  O beğenemediğiniz tarım ürünü artıkları bile

                                         İşe yarayacaktır.

Yabancı kâğıt firmaları ve yerli işbirlikçilerinin derdi

         Pazar

               Ve kâr.

Hep o malum gerekçeler, aynı terâne:

“Siz bunu yapamazsınız

         Diyelim ki yaptınız

                Ne maliyeti tutturabilirsiniz, ne kaliteyi.”

Ve Mehmet Ali Bey’i bir yandan engelliyorlar

Bir yandan da çekici tekliflerle yanına geliyorlar:

“Gel yurt dışına

        Dile bizden ne dilersen…”

“Gelmem, dilemem

        İnadım inat

              Azmim yedi kat.

                    Yaşamak için ekmek neyse

                            Düşünmek için kâğıt da odur.

İkisini de topraklarında yetiştiremeyen uluslar

        Eksik olurlar.”

1932 yılına dek hem bu yabancıların

Hem de Başvekil İsmet Paşa’yı kandıran yalancıların

        Yüzünden 

Sürüncemede kalıyor kâğıt fabrikası işi.

O yıl İktisat Vekili Celal Bayar

“Ülkemiz için hayırlı bir girişim

Tek bir şey gerek sana: Sarsılmaz bir azim

Bu olursa, engelciler yok olur” diyen Atatürk’ten    

Aldığı güç ve destekle

“Kurulsun mu?”nun “Mu”sunu silip atıyor.

Sermaye de milli ve hazır

Sümerbank, Ziraat ve İş Bankaları işin ortağı

İşin başında ise Sümerbank olacaktır.

Ve kuruluş yeri olarak

Evliya Çelebi’nin “İstanbul’un kerestesini sağlar” dediği

İzmit seçilecektir.

Ve… Ve…

     İşi bilen

          Ve bu işi kendine ülkü edinen

                Mehmet Ali Bey

                      İşe memur edilecektir.

Proje, plan, şartname…

Makine ve tesisatın montajını bile

Mehmet Ali Bey yapmaktadır öz elleriyle.

Ulusal sanayimizin ürettiği ilk kâğıt

Yeni ekinde kullanıldı Ulus Gazetesi’nin.

Ulus’un başyazarı Falih Rıfkı Atay’la birlikte

Büyük Önder’e gittiler

Sevinçle ve övünçle gösterdiler

Bizim kâğıda bastığımız bizim gazetemizi.

Uzun uzun baktı Atatürk

İktisadi zaferler de kazanıyorduk artık

Dönüp Mehmet Ali Bey’e

Sanayi tarihimize geçen o ünlü sözü dedi:

“İşte çocuk uygarlığın hamuru bu”

O uygarlığın hamurunu yoğuran adama

1934 yılında Soyadı Kanunu çıktığında verilen

 “Kâğıtçı” soyadı pek yakışmıştı.

Durmak yok ama

Yeni yeni buluşlar ve AR-Ge faaliyetleri

Kapı gibi ihtira beratları.

Ve gün oldu

Kâğıdın başından alındı Kâğıtçı

Neden de gösterilmedi

“Görülen lüzum üzerine” dendi.

Olsun

    Ülküsünü yaşama sebebi yapmış bir aydın

         Ne yılar ne de durur.

Yığın yığın kitap ve makale

Bilimlik alanda hepsi bir kale.

Cuntacılarla ABD’liler

Pek sevişirler.

12 Mart döneminde de böyle olmuştu.

Uyuşturucuyla mücadele afyonunu yutturup saftiriklere

Çirkin Amerikalı haşhaş ekimini yasaklatmıştı.

Kâğıtçı o zaman bir kitap yayımlıyor

Sahasında eşsiz bir kaynak

Bilgi ve belge dolu.

Diyor ki bu kitapta

“Türkiye’de üretilen afyon çok kalitelidir

Bu ürünü uluslararası tekeller

Rekabet dışı bırakmak istemekteler.”

Bu dizelerin şairi

1974’te haşhaş ekiminin serbest bırakılmasının ardından

Afyon Bolvadin’de kurulan Alkaloid Fabrikasını

Bir üst düzey yetkili olarak gezmiştir

Bir yıl bu fabrika ile ilgili kararlara da imza atmıştır.

Kâğıtçı’ya yüzde yüz hak vermektedir.

Kâğıtçı 1976 yılında

Türkiye’de kâğıdın tarihini yazıyor.

Ne yok ki?..

Geleneksel kâğıt sanatımız olan

Ebru bile anlatılmış.

Örnekler, desenler, fotoğraflar

Ve yapım teknikleri.

Kâğıtçı iyi de bir ebrucu aynı zamanda.

Kâğıtçı biter mi anlatılmakla

Seksen üç yıllık hayatının bir anı bile boşa geçmemiş.

Kâğıdın anıtı kitaptır bize göre

On sekiz anıt dikmiş bilim ve fikir tepelerine

Nadide birer yazıttır

Bulunan ve bilinen elli dört makalesi.

Yazmalarımızı bile fotoğraflayıp yazmış.

Bir Besin Klavuzu yazmış ki

Sağlığın açık adresi.

Kâğıdın destanını yazanın

Destanını yazmak üzre

Kâğıda döktüm Kâğıtçı’yı.

İstedim ki        

Üçkâğıtçılar kahraman bilinmesinler 

Örnek alsın Kâğıtçı gibileri yeni nesiller.

Sanayi Kongresi ve Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı

22-23 Nisan 1930 tarihinde “Gayemiz: Türkiye Sanayi, Türkiye Devleti gibi yeni ve ileri olmalıdır” şiarı ile Ankara’da bir Sanayi KongresiKongresi toplandı. Devletçi sanayileşme ise 1933’te hazırlanan sanayileşme programı doğrultusunda 1934 yılında uygulamaya konulan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile başlatılmıştır.

Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile kurulması öngörülen ve büyük ölçüde gerçekleştirilen sanayi beş ana grupta toplanmaktaydı. Bunlar sırasıyla:

• Dokuma Sektörü (Pamuk, Kendir, Yün)
• Maden Sektörü (Demir-Çelik, Kükürt, Bakır)
• Kâğıt Sektörü (Selüloz)
• Kimya Sektörü (Suni İpek, Fosforik Asit, Süper Fosfat, Kireç Kaymağı, Posata, Kibrit)
• Taş-Toprak Sektörü (Cam, Çimento, Şişe, Seramik) olarak gerçekleşmiştir.

Yukarıda bahsedilen sanayi dallarında 20 fabrikanın kurulması ve bu fabrikalar için 43.453.000 TL yatırılması öngörülmüştür. Bu fabrikalar için gerekli olan finansman Sümerbank ve İş Bankası tarafından karşılanacaktı. Devletçi sanayileşme sürecininfinansmanı sırasında ülkede iç ve dış borç yükü arttırılmadığı gibi istikrarlı bir para politikası izlenerek açık finansman modeli tercih edilmemiştir. Finansmanın temel kaynağını tüketim malları üzerine konulan vergiler oluşturmuştur.
Devletçi sanayileşme, yatırım malları üretimini hedef alan endüstri üreten endüstri tipi bir sanayileşme değil temel tüketim ve ara malı üretimine yönelik ithal ikameci bir sanayileşme modelidir.
Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın içerdiği süre dolmadan 1936’dan sonra İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlıklarına girişilmiştir. İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı ilk planın aksine ara malları ve yatırım malları üretimine öncelik vermekteydi. Ayrıca elektirifikasyon, madencilik ve limanlar gibi altyapısal gelişmeleri dikkate almaktaydı. Bu nitelikler itibariyle İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nın bir bakıma kendine yeterlilik ilkesine önem verdiği ve ilk planın doğal bir uzantısı olduğu söylenebilir. Ancak İkinci Beş Yıllık Sanayi Planı, II. Dünya Savaşı nedeniyle uygulamaya konulamamıştır.[34]

Sanayi Kentleri modeli

Türkiye’de devletçilik döneminde uygulamaya konan “Sanayi Planları”nın en önemli öngörülerinden biri, sanayi kentlerinin kurulmasıdır. Devletçilik ve halkçılık ilkeleri doğrultusunda, “sanayi kentleri” kentsel ve bölgesel gelişme ve toplum kalkınması açsısından önemli işlevler üstlenmişlerdir. Dünya örnekleri arasında özgün bir yere sahiptirler. Bu sanayi kentleri, Batı örneklerinden farklıdır.  (…) Sanayi gelişmesini devletçi siyasalarla gerçekleştiren Türkiye örneğinde, kapitalist gelişmenin Cumhuriyet öncesinde göreli olarak öne çıktığı İstanbul ve İzmir gibi kentler dışarıda tutulursa, otuzlu yıllarda sanayi planlarıyla öngörülmüş olan sanayi ve kent modeli farklıdır. Geliştirilen demiryolu ağı üzerindeki kentlerin yanı başında, onunla iç içe, kentlerle bütünleşme olanakları geliştirilmiş devlet fabrikaları ile sanayi kentleri yaratılmıştır. (…) Türkiye’de devlet fabrikaları, daha önce sanayi gelişmesini hiç yaşamamış ya da bütün üretim etkinlikleri imalathane düzeyinin ötesine geçememiş olan küçük kentlerin yanı başında kurulmuşlardır. (…) Sanayi kentleri, İstanbul dışında –Ankara da dâhil olmak üzere- yeni gelişme bölgelerinin yaratılması ve bölgelerarası bütünleşmede önemli işlevler üstlenmiştir. Sanayi kentlerindeki devlet fabrikaları, sanayi üretiminin yanı sıra, kamusal hizmet tanımlarıyla sanayi-kent bütünleşmesine, sanayi üretiminin emekçi kültürü ile kentsel kültürün bütünleşmesine hizmet etmişlerdir. (…)Bu kuruluşlar üretim ve yaşam mekânları, kültürel ve toplumsal iletişim ortamı ile bulundukları yerlerde kentsel yaşama örnek olmuşlar, üretimin yanı sıra kent ve çevrelerine kamusal hizmet de sunmuşlardır. Fabrikalarda gerçekleştirilen sinema, tiyatro, konser vb. etkinlikleri kent halkının katılımına açıktır. Kentlerin kültürel yaşamları fabrikalardan beslenmektedir. (…) Fabrikaların yer seçiminde, bilinen iktisadi ölçütler geçerli olmakla birlikte, olabilirlik ölçütü, iktisadi ölçütlerle sınırlı değildir. Çünkü bu devlet işletmelerinin işlevleri, iktisadi akılcılık ötesinde tanımlanmıştır. Sanayi kentleri yoluyla, Anadolu’nun kalkındırılması ve sanayileşmesi istenmektedir. Diğer yandan, kente ve çalışanlara yönelik sosyal ve kültürel etkinliklerin sunumunda ve geliştirilmesinde ekonomik verimlilik değil, bireyin geliştirilmesi ve özgürleştirilmesi hedefi temel alınmakta, çalışanların bakımı ve sağlığı üzerinde önemle durulmaktadır. Üretim ve eğitim baş başa yürütülmektedir.(..) 1950’li yıllarda bu sanayi kentlerinin yaratılması siyasasından vazgeçilmiştir.[35]

Tekin Alp de devletçiliğin bu yönüne dikkatleri çekiyor: “Bizde devletçilik mevzuu bahsolunca, hiç şüphesiz devletçiliğin en birinci şekli olan ekonomik devletçilik değil, aynı zamanda, başka memleketlerde hemen hemen hiç bilinmeyen sosyal ve kültürel devletçilik de anlaşılır. Türkiye’nin devletçilikten maksadı yalnız ekonomiyi değil, aynı zamanda sosyeteyi ve kültürel hayatı da idare etmektir.”[36]

Sanayi Kentleri Modeli’nin hangi sosyal ve kültürel imkânları içerdiğini Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın “şaşırtan özellikleri”ni okuyarak öğrenelim:

1-Balolar, Danslar ve Partiler: 1930’ların ortalarına kadar erkekli hiçbir toplantıya katılmamış Nazilli halkı, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşmiş, özellikle kadın ön plana çıkmaya başlamıştır.

2-700 Kişilik Sinema ve Tiyatro Salonu: 1937 yılında 12.000 kişinin yaşadığı Nazilli’de bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir tiyatro ve sinema salonu açılmıştır. Salonda iki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalar olmak üzere haftada toplam altı film gösterilmiştir. Ayrıca sahnede temsiller de verilmiştir. Hem fabrika işçilerinin kurduğu tiyatro kulübü, hem de dışarıdan gelen kumpanyalar burada işçilere ve halka oyunlar oynamıştır. Örneğin, devlet konservatuarının meşhur “yol kapalı” adlı oyunu 1947’de Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın bu 700 kişilik salonunda sahnelenmiştir.

3-Radyo: Fabrikanın bir radyosu vardır. Radyo fabrika çalışanlarının işine yarayacak bir yayın programına sahiptir. İşçiyi ilgilendiren konular üzerinde 15 dakikalık konferanslar yayınlanmış, ayrıca müzik yayını da yapılmıştır.

4-Halkevi: Fabrikada kurulan “Sümer Halkevi” halkı her konuda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bu fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi Sümer Halkevi’dir. Halkevinin şubelerinde çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisidir. Halkevinin fabrikadaki “temsil grubu” hazırladığı oyunları fabrika içindeki sahnede sergilemiştir. Ayrıca bu grup belli zamanlarda Nazilli ve çevresinde gösteriler düzenleyerek bölgede tiyatronun tanıtılmasında ve sevdirilmesinde etkili olmuştur. Her yıl Sümer Halkevi biçki-dikiş kurslarında birçok genç kız meslek sahibi olmuştur. Halkevi civar köylere geziler düzenlemiş, köylülerin sorunlarıyla ilgilenmiş, köylere ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlamıştır.

5-Müzik Grubu: Fabrika çalışanları arasında bir müzik grubu kurulmuştur. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli’de konserler vererek çok sesli müziğin Anadolu’da tanınmasını sağlamıştır. İçinde konserler, temsiller, gösteriler ve aile toplantıları yapılan sahne ve salondan, turneye çıkan temsil grupları ve ses sanatçıları da yararlanmıştır. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu müzik grubu, işçilerin Beethoven dinleyecek derecede klasik müzik kulağına sahip olmalarını sağlamıştır. Fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımına açık bir de piyano vardır.

6-Hamam: Fabrika bünyesinde kurulan bir hamam hem işçilere, hem de Nazilli halkına hizmet vermiştir. Fabrika hamamı, Nazilli’de modern banyo ve tuvalet kavramlarının gelişmesinde çok etkili olmuştur.

7-Ressamlar: Fabrika bünyesindeki desinatörler belli zamanlarda fabrika dışına çıkarak Nazilli ve çevresinin güzel manzara resimlerini yapmışlardır. Fabrika ressamlarının yaptıkları bu tablolar açık artırmalarda satılmıştır. Resim, heykel sergileri de düzenleyen fabrika Nazilli’de güzel sanatların gelişmesini sağlamıştır.

8-Spor Klüpleri: 1937 yılında fabrikanın bünyesinde kurulan lacivert-beyaz renkli Sümerspor, futbol, basketbol, atletizm, voleybol, bisiklet, güreş, yüzme, boks branşlarında faaliyet göstermiştir. Fabrika bünyesindeki Sümerspor futbol sahası Türkiye’nin ilk “alttan ızgaralı” futbol sahalarından biridir. Ayrıca yine fabrika bünyesinde, basketbol, voleybol sahaları, güreş minderleri, boks ringi, tenis kortu ve paten pisti vardır. Nazilli’de toplumsal kaynaşmayı güçlendiren “paten eğlenceleri” ve “bisiklet yarışları” Nazilli Sümerbank Basma Fabrikası’nın mirasıdır.

9-Hastane: Fabrika bünyesinde işçi sağlığını korumak amacıyla 40 yataklı bir hastane kurulmuştur. Diş, hariciye, dâhiliye ve kadın hastalıkları bölümleri olan hastanede röntgen cihazları ve bir eczane ve bir de ameliyathane vardır. Hastanede ayrıca bir laboratuvar da vardır. Fabrika mensuplarının ve ailelerinin tedavileri ile gerekli ilaçlar bedava verilmiştir. Fabrikaya her giren işçinin röntgen muayenesi yapılmış, işçiler ve memurlar sürekli sıhhi kontrolden geçirilmiştir. Fabrika hastanelerinde başhekim, dâhiliye mütehassısı, çocuk mütehassısı, diş doktoru ve röntgen mütehassısı ile değişik branşlarda doktorlar, hemşireler, eczacılar ve hastabakıcılar vardır. Nazilli’nin kâbusu olan sıtma hastalığı fabrikadaki bu sağlık ekibinin köyleri dolaşarak halkı bilgilendirmesi ile ortadan kaldırılmıştır.

10- Okul: Fabrikada hem işçilere mesleki eğitim veren hem de okuma yazma öğreten bir okul vardır. Bu okuldaki mesleki eğitim kurslarında işçiye kursuna göre iplik, dokuma, basma, atölye ve santral sahalarında bilgi verilmiştir. Örneğin 1947 yılında 15 işçi kursa katılmış, 13 kişi mezun olurken 2 kişi sınıfta kalmıştır. Fabrikanın bir de “Sümer İlköğretim Okulu” adlı bir ilkokulu vardır. Beş sınıflı ve çift eğitimli bu okulda 15 öğretmen 980 öğrenci vardır. Bu öğrencilerin büyük bir bölümü de işçi çocuklarıdır.

11-Kreş: Fabrikada işçiler için 40 kişilik 26 yataklı bir kreş vardır. Kreş eğitmenleri dışında 1 hemşire ve 2 yardımcı çocuklarla ilgilenmiştir. Kreşte ultraviyole tedavisi de yapılmıştır.

12-Halka Bedava Basma: Fabrika altı ayda bir halka “ıskarta basma” dağıtmıştır. Fabrikanın mallarının çok kaliteli olması halkın bu malları tercih etmesini sağlamış, böylece halkın giyim zevki de artmıştır.

13-İşçi ve Memur Biriktirme Sandıkları: Çok sayıda işçiyi barındıran fabrika işçi haklarına da çok önem vermiştir. Fabrikada işçi ve memur biriktirme sandıkları, işçi ölüm ve hastalık yardım sandıkları oluşturulmuştur. Bu sandıklar 160.000 lira sermayeyle işçi ve memurlarca kurulmuştur. Bu sandık bir taraftan biriktirmeyi, bir taraftan da taksitle halı, ayakkabı, yağ vb. ürünleri sağlamak için memur ve işçilere faydalı olmuştur. Ayrıca üyelere %5 faiz ve %1-40 arasında temettü dağıtılmıştır.

14-Kooperatif ve Fırın: Fabrika mensuplarının yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla fabrika mahallesinde bir kooperatif kurulmuştur. Ayrıca fabrikanın kendine özgü bir fırını, işçi yemekhanesi ve memur kantini de vardır.

15-Lojman ve Özel Tren: İsteyen işçiler fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekâr işçiler için 350 kişilik bir “bekâr işçi pavyonu” vardır. Burada bekâr işçiler çalıştıkları kısımlara göre ayrı yatakhanelerde yatırılmışlardır. Ayrıca lojmanda kalmayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılmıştır. 1937 yılında Atatürk’ü de taşıyan bu tren kentin içinden başlayıp fabrikada sona eren bir hatta hareket etmiştir.

16-Mekanik Odası, Fizik Laboratuarı ve Atölye: Fabrikada mekanik odası, fizik laboratuarı gibi bölümler vardır. Bu bölümlerde fabrikada ihtiyaç duyulan bütün malzemeler üretilmiş ve bozulan aletler tamir edilmiştir.

17-Elektrik Santrali: Fabrika kendi elektrik enerjisini kendi üretmiştir. Dört kazan ve üç türbinli fabrika santrali 2500 kw gücündedir. Fabrikanın enerji ihtiyacını karşılayan santral Nazilli’ye de elektrik vermiştir.[37]

Türk sanayileşmesine Sovyetlerden kardeşçe yardım

İsmet Paşa’nın 1932 yılında Moskova’ya yaptığı ziyaret, olumlu sonuçlarını verdi. Ekonomik bakımdan zor durumda bulunan Sovyet Hükümeti, Türkiye’nin sanayileşmesi için 8 milyon dolarlık bir kredi açmayı onadı. Bu kredinin koşulları son derece elverişli ve dostane idi. 20 yıl vadeliydi bu kredi ve faizsizdi… Türkiye aldığı bu kredileri döviz olarak değil tarım ürünleri ile ödeyecekti.

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca böylesine elverişli, avantajlı, hatta torpilli bir kredi almamıştır.

İşbirliği bununla da bitmiyordu, Sovyetlerle “Türkstroy” adlı bir ortak şirket kuruluyordu, bu şirket, Sovyetlerin ülkemizde kuracakları fabrikaların projeleri ile makine ve donanımlarının montajını da yapacaktı. Sovyet Hükümeti bu amaçla 1934 yılında Kayseri ve Nazilli Dokuma Fabrikalarının işletilmesine teknik yardım sağlamak üzere mühendisler de gönderecekti.

Türkstroy şirketinin Türk ortağı Sümerbank’tı.[38]

Avcı uçağı yaptık, yurtdışına da sattık

“3 Mayıs 1934 günü havacılıkla ilgili önemli bir olay daha yaşandı. Kayseri uçak fabrikasında tek kanatlı alt avcı uçağının yapımı sonuçlanmış, açık arazide deneme uçuşları yapılmıştı. Deneme pilotları uçakları çok beğenmişlerdi.

Bu güzel uçaklardan biri daha uzun bir deneme uçuşu için Kayseri havaalanından küçük bir törenle havalandı. Uçak şehir üzerinde bir tur attıktan ve kanatlarını sallayarak havaalanındakileri selamladıktan sonra Ankara’ya yöneldi. Motor tıkır tıkır çalışıyor, uçak her komuta, anında karşılık veriyordu. 45 dakikalık bir uçuştan sonra ufukta Ankara göründü. Çiftlik büyük bir orman olmuştu. Alçalarak alana yaklaştı. Alanda bekleyenler görülüyordu. Hangarlara bayraklar asılmıştı. Törenle karşılanacaktı elbette, gelen ilk Türk yapımı avcı uçağıydı.

Yumuşakça alana indi, pistte ilerledi, kalabalığın beklediği yere yaklaşıp durdu. Uçağın gövdesinde kırmızı-beyaz bir dörtgen, kuyruğunda ay-yıldız işareti vardı. Kalabalık, uçağı ve pilotunu alkışlamaya başladı. Uçaktan inince bir havacı binbaşı sevgiyle kucakladı, sordu:

‘Uçağı nasıl buldun?’

‘Harika’

Bu tip uçakların yapımına devam edilecek, yurtdışına da satılacaklardı.[39]

Demiryollarında devletçilik ve Kars’taki toplar

İsmet Paşa’dan demiryolları konusunda bilgi vermesi için Bayındırlık Bakanı Recep Peker’i göndermesini rica etti.

Recep Bey, birçok harita ve çizelge ile geldi. Hükümet demiryolu konusunu iki yönlü olarak ele almıştı. Yabancıların ilettiği demiryollarını satın almak ve yeni demiryolları yaparak genel ulaşımı ve yurt bütünlüğünü sağlamak. Hükümetin programı kısacası memleketi demir ağlarla örmekti.

Recep Bey haritaları masanın üzerine serdi. Satın alınacak hatları gösterdi ve satın alma için hazırlanan mali plan hakkında bilgi verdi. Sonra yapılacak yeni demiryollarına geçti. Zonguldak, Çankırı üzerinden Ankara yoluna bağlanacaktı. Sivas yolu Erzurum’a kadar uzatılacak, Kars demiryolu ile buluşacaktı. Kayseri’den bir yol güneye inerek Ulukışla’ya, oradan Mersin, Adana, arasındaki Yenice istasyonuna bağlanacaktı. Sivas Malatya’ya bağlanacaktı. Buradan bir yol Elazığ’dan Tatvan’a, bir yol Diyarbakır üzerinden Kurtalan’a, bir üçüncü yol da Malatya’dan Maraş’a, Gaziantep’e uzanacak, güney sınırındaki demiryolu ile buluşacaktı.

Gâzi’nin yüzü pırıl pırıl aydınlanmıştı.

(…) Neşeyle devam etti:

“Memleketi bütünlüyoruz. Düşün ki bu yollar bittiği zaman memleketin doğusu ile batısı arasında sadece 72 saatlik bir uzaklık olacak. Kars’taki toplar Afyon cephesine ancak üç ayda ulaştırılabilmişti. Bunları çocuklarımız masal diye dinleyecek[40]

TARIMDA DEVLETÇİLİK UYGULAMALARI

Devletçe oluşturulan tarımsal kuruluşlar

“Tarım Satış ve Kredi Kooperatiflerinin kuruluşu (1935). Pamuk işleri, çeltik ekimi, T.C. Ziraat Bankası’nın kuruluşu, Devlet Meteoroloji İşleri Umum Müdürlüğü’nün kuruluşu, 1937 yılındadır. Ayrıca 1933 yılında Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmuş ve sonra bu Enstitüden Ankara Üniversitesi Ziraat ve Veteriner Fakülteleri doğmuştur. Yine bu dönemde önemli bir atılım olarak şeker pancarı ekimi ile Şeker Fabrikalarının kuruluşu Türkiye Cumhuriyeti Tarım Politikası’nın değişmez temel taşlarındandır. Şeker pancarı ziraatı için fabrikalar ile çiftlikleri Macaristan’daki örneklerine göre kurulmuştur.”[41]

Atatürk Orman Çiftliği Neden ve Nasıl Kuruldu?

“Mersin’de öfke, Tarsus’ta sevinç; elektrikli havadan sonra açık hava… Ziyafette etrafını saran çiftçilerle o kadar neşeli, o kadar senli benli ve o kadar candan konuşuyor ki…

Bir aralık bana da dönecek ve bu haliyle, benim o noktayı not etmeme önem verdiğini ihsas edecek, ‘Eğer bu millet çiftçi olmasaydı biz davayı başaramazdık’ dedi.Şef çiftçilikte yurtseverliğin köklülüğünü görüyor. O ki en büyüğümüzdü, sonra vatanın da ‘en büyük çiftçisi’ oldu”

(İsmail Habib Sevük, Atatürk’le Beraber)

Atatürk, kazandığı eşsiz zaferlerle ülkeyi bağımsızlığa kavuşturduktan sonra, başta ekonomi olmak üzere diğer alanlarda da ülkesinin kalkınmasına ve ilerlemesine yönelik düşünce ve görüşlerini ortaya koymuş ve bunlarım yaşama geçirmek için çaba sarf etmiştir. Ulu önder, eşsiz insan Atatürk; “Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki tarımda kalkınmaya büyük önem vermeliyiz. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar bu amaca ulaşmayı kolaylaştıracaktır. Fakat bu hayati işi isabetle amaca ulaştırabilmek için, ilk önce ciddi etütlere dayalı bir tarım siyaseti uygulamak ve onun içinde her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimin kurmak lazımdır”görüş ve direktifleri ile tarımın ve tarımsal kalkınmanın Türkiye ekonomisindeki yerini ve önemini vurguluyordu. Tüm yaşamı boyunca en ufak bir sapma olmaksızın inandığı, değer verdiği felsefesi, yeşile olan tutkusu ve özlemi “Yeşili görmeyen gözler renk zevkinden mahrumdur. Burasını öyle ağaçlandırınız ki kör bir insan dahi yeşillikler arasında olduğunu fark etsin” düşüncesi Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulmasında en önemli etken olmuştur. Ayrıca Atatürk Orman Çiftliğinin kuruluşuna, özel bir neden de bozkır ortasına kurulmuş Başkent Ankara halkının rahatlıkla gezebileceği, nefes alacağı, yaz, kış yeşil kalabilecek bir cennet, bir doğa güzelliği yaratma arzusu ve özlemidir.

İşte bu kararını gerçekleştirmek üzere 1925 yılının ilkbaharında, ülkenin tanınmış tarımcılarını köşke çağırtarak, Ankara civarında modern bir çiftlik kurmak istediğini söyler ve bu amaca uygun bir arazi bulmaları emrini verir. Bu uzmanlar arasında bulunan bir tarımcımız o günkü anılarını şu şekilde aktarmaktadır. “Çiftlik yeri için öyle uzun boylu dolaşmaya ve Ankara’nın çevresinde başka doğal özellikler araştırmaya gerek görmemiştik. Sebep de basitti. Kıraç bir bozkırın ortasında bir orta çağ şehri. Ağaç yok, Su yok, hiçbir şey yok. Böyle bir noktada hazırlanmış ve uygun koşullar taşıyan yerler nasıl bulunabilir? İncelemelerimiz bittiği zaman sonucu büyük Şef’e arz ettik. Kendileri elleri ile bu günkü çiftlik yerinin bulunduğu yeri işaret ettiler ve sordular: “Burayı gezdiniz mi?” Buranın bir çiftlik kurulması için gerekli olan niteliklerin hiçbirini taşımadığını, bataklık, çorak, fakir bir yer olduğu hakkındaki ortak kanaatimizi söyledik. Atatürk’ün bize cevabı şu olmuştur: “İşte istediğim yer böyle olmalıdır. Ankara’nın kenarında hem batak hem çorak hem de fena bir yer. Burayı biz ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecektir?” Görülüyor ki Atatürk, tarım uzmanlarından en iyi toprak değil, en kötü toprak raporunu alabilmek için faydalanmıştır. Onun aradığı bir çiftlik arazisi değil, büyük yurt yapısını kurarken, insan ile toprak arasındaki ilişkiyi ve bu ilişkiden doğan denklemi, şartların hemen hiç uygun olmadığı bir noktada dahi halletmenin mümkün olduğunu kanıtlamaktı. Atatürk Orman Çiftliği’nin şimdiki yerini seçtiği zaman, arazinin verim durumu hakkında yerli ve yabancı uzmanların görüşünü istemişti. Davet edilen uzmanların verdikleri raporlar içinde bu topraklar üzerinde herhangi bir tarım faaliyetinin yapılamayacağını iddia edenler olduğu gibi, bu toprakların sıkı bir mücadele ile ıslah edilebileceğini söyleyenler de vardı. Tarım bakanlığı uzmanlarından Schmit, Orman Çiftliği arazisinde tarım imkanları hakkında verdiği raporda “Bu öyle bir teşebbüstür ki, elverişsiz toprak ve iklim koşulları altında burada ya sabır tükenir yahut da para” demiştir. Uzmanların bu olumsuz görüşleri, O’nun Ankara’da bir çiftlik kurma konusundaki azmini azaltacak yerde daha da pekiştirmeye hizmet etmiş olmuştur. Atatürk ağaç bile yetişmeyen bir yerde insanın nasıl yaşayabileceğini kendi kendilerine soran ve Ankara’nın devlet merkezi (Başkent) oluşunu affedilmez bir hata sayan insanlara yepyeni bir mucize daha göstermek istiyordu. O, bu şekilde aynı zamanda hem Türkiye tarımına modern bir çiftliğin örnek yöntemlerini hediye etmek, hem de bazı durumlarda ilmin dahi gerçekleşmesini mümkün görmediği girişimlerinde gerçekleştirilebileceğini kanıtlamak gibi çok önemli bir teşebbüste bulunuyordu.[42]

Atatürk’ün kurduğu tek çiftlik Orman Çiftliği değildir. Atatürk yurdun çeşitli yerlerindeki verimsiz, çorak ve bataklık arazileri ıslah ederek çiftlik haline getirmiştir.

Örneğin, Silifke Çiftliğinin etrafı bataklıktı. Burada insan ömrü çoğunlukla 40 yılı geçmiyordu. Tarsus çiftliği de bataklıktı. Yine Dörtyol Çiftliği ve Yalova’daki çiftlik arazileri bataklıktı. Bunlar zaman içinde iyileştirildiler. Atatürk tarıma en elverişli topraklar seçtirip konmamıştır. En elverişsiz topraklardan çiftlikler üretmiş ve örnek olmuştur.[43]

Selahattin Babüroğlu, Atatürk’ün daha sonra hazineye bağışladığı toplam 150.395 dönümlük bu 5 çiftliğin önemini şöyle ifade ediyor:

“Çiftlikler bünyeleri yönünden ekonomik bütünlük oluşturmuştu. Genel tarımı, hayvancılığı, sanayi ve ticaret birimleriyle birbirini tamamlayan, gününün modern teknik araç ve gereçleriyle tam bir bütünsellik içindeydi.

Burada yerli ve yabancı birçok hayvanların ırkları üzerinde çalışılmış, çiftliklerden çift mahsul alınmasına özen gösterilmiştir. Yerine göre arazi ıslahı, düzenlenmesi ve çevre düzenlemesi, halkın gezip eğlenmesi ve dinlenmesi için ortam hazırlanmıştır. Hijyenik koşullarda hilesiz ve temiz gıda maddeleri üretilmiştir.

Bazı çevrelerin direnmeleri ve rahatsızlıkları zaman içerisinde şiddetini kaybetmiştir. 1929 dünya ekonomik krizi genişlediğinde çiftlikler tarım çalışmalarında örnek ve yararlı olmuşlardı. Orman Çiftliği sadece Ankara için bir örnek değildi. İsrail de bu modern tarım örneğinden etkilenmişti.

O yıllarda buğdayımızı, unumuzu, kiremidimizi, toplu iğnemizi Romanya’dan, Rusya’dan alıyorduk. Basma, kefen bezi Japonya’dan geliyordu. Ne şeker ne çay ne de tütün vardı.

Osmanlı’nın işe yarayan topraklarında yabancılara tarım üretim hakkı tanınmıştı. Adana, Çukurova ve Ege Bölgesinde yabancılar Osmanlılardan geniş topraklar satın almışlardı. Özellikle İngilizler, hammadde ihtiyaçlarını buralardan karşılıyorlardı. Elbette köylümüz vardı, ama çiftçi olamamıştı.”

Atatürk Orman Çiftliğinde Sekiz Fabrika Kurulmuştu

Atatürk Orman Çiftliği’nin 528 dönümü meyvelik, 700 dönümü fidanlık, 148.000 dönümü tarımsal arazi, 1450 dönümü ormanlık, 400 dönümü Amerikan asma fidanlığı, 100 dönümü de park ve bahçe olarak ayrılmıştı.

Çiftlikte 8 fabrika (imalathane) kurulmuştur. Bu fabrikalar şunlardır:

-Süt Fabrikası: Günde 15.000 litre süt ve 1000 kg tereyağı işleyebilmektedir.

-Bira Fabrikası: Yılda 7000 hektolitre bira üretebilmektedir.

-Malt Fabrikası: Bira üretiminde kullanılacak maltı üretebilmektedir.

-Buz Fabrikası: Günde 4 ton buz üretebilmektedir.

-Soda-Gazoz Fabrikası: Günde 3000 şişe soda ve gazoz üretebilmektedir.

-Şarap İmalathanesi: Yılda 80.000 litre şarap üretebilmektedir.

-Deri Fabrikası: Yılda 14.000 çeşitli deri işleyebilmektedir.

-Ziraat Aletleri ve Demir Fabrikası: Her türlü ziraat aletini ve demir aksamı üretebilmektedir.[44]

Orman Çiftliği’nde Biyodizel

Biyodizelin Atatürk döneminde 1934’te “Harp veya buna mümasil fevkalade bir vaziyet karşısında yurtdışı bağımlıktan kurtularak ihtiyacın yerli kaynaklardan sağlanması amacıyla” denendiği belirlendi.

Belirlemeye göre, 1934’te Atatürk Orman Çiftliği’nde traktörlerde bitkisel yağın kullanımı konusunda deneme yapıldı. İki ya süren deneme sonucunda traktörlerde bitkisel yağın yakıt olarak tüketiminin motorine göre çok az fark ettiği ve motor silindir kafalarında koklaşma olduğu rapor edilmiş.

Konya Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.Hüseyin Öğüt, 1934’te Türkiye’de biyodizelin denendiğine ilişkin belgenin Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi

Kütüphanesinde fakülte dekanı Prof.Dr.Cemal Altuğ’un katkıları ile sağlandığını, bu belgenin yer aldığı kitapçığın da kendisinde olduğunu söyledi.

(…) Öğüt, teknolojinin gelişmesi nedeniyle 1934’te tespit edilen “motor silindir kafalarındaki koklaşma” sorununun bugün ortadan kalktığını kaydetti.[45]

Merinos’un Öyküsü

Yılmaz Dikbaş, Bursa Merinos Fabrikası’nda yöneticilik yaptığı için biliyormuş merinosun ilginç öyküsünü, yazar dostu Bertan Onaran’a anlatmış, o da yazdı Berfin Bahar Dergisi’nde. Atatürk’ün eşsiz bir tarafını daha gösteren bu öykü şöyle:

“Mustafa Kemal Paşa, kendi kurduğu Meclis’ten ordularına üç ay daha başkomutanlık yapabilme iznini uzun ve çetin geçen tartışmalar sonrası almış, askeri denetlemek üzere cepheye gitmiştir.

Ordu Sakarya’nın doğusuna çekilmiştir. Burada toparlanıp vakti geldiğinde saldıracaktır.

(…) Mustafa Kemal Paşa, cepheyi denetledikten sonra kurmaylarıyla oturur, her zamanki gibi konuşmaya başlar.

Vakit gece yarısı sonrasıdır…

Subaylar başkomutanlarından alacakları yeni derslere hazırdır. Mustafa Kemal Paşa, konuşmaya şöyle bir soruyla başlar:

‘En iyi kumaşın, İngiliz kumaşı olduğunu biliyorsunuz. Peki bunun nedenini hiç düşündünüz mü? Neden en iyisi İngiliz kumaşı?’

İçinde bulundukları koşullarla hiçbir ilgisi olmayan böyle bir soruyla karşılaşmış olmanın ilk şaşkınlığını üzerinden atan bir subay cevap verir:

‘İngiliz kumaşı ipek gibi ince ve yumuşaktır da ondan’

Mustafa Kemal Paşa soruları sürdürür:

‘Doğru, Peki bir yünlü kumaşı ipek gibi ince ve yumuşak yapan nedir?’

‘………..’

‘Ben söyleyeyim. O kumaşın dokunmasında kullanılan ipliktir. İplik ne kadar ince olursa, kumaş da o kadar ince ve yumuşak olur. Peki, bir ipliğin ince olması neye bağlıdır?’

‘………..’

Gece yarısı sonrası cephede, Mustafa Kemal Paşa, kurmaylarına, günümüz Ege Üniversitesi Tekstil Fakültesi birinci sınıf öğrencilerine ders verir gibi anlatıyı sürdürür:

‘ Bir ipliğin ince olabilmesi için onu oluşturan elyafın da ince olması gerekir. Peki hangi tür koyunun elyafı incedir?’

‘……….’

Bizim Anadolu koyunlarının, özellikle de Doğu Anadolu koyunlarının elyafı kalındır. Bu nedenle bu koyunlardan elde edilen elyaftan üretilen iplikler kalın olur, bunlardan kalın ve kaba kumaşlar, halı ve battaniyeler dokunur… Dünyada en ince elyaflı koyun, Avustralya’da yetişen, adı da Merino olan koyundur. İşte İngilizler Merino koyununun yününü ithal edip bundan önce iplik yapar, sonra da ünlü kumaşlarını dokurlar… Şimdi bir soru: Bizim de İngiliz kumaşı gibi ince kumaş üretebilmemiz için gereken nedir?’

‘Avustralya’dan Merino yünü ithal etmek.’

‘Evet ama o çok pahalı ve dışa bağımlı yoldur. Ben şunu düşünüyorum… Zaferden sonra mensucat sanayisine önem vereceğiz. Avustralya’dan canlı Merino kuyunu satın alacağız. Bizim Marmara bölgesinin koyunları, elyafı en ince olan koyunlarımızdır. İşte, Avustralya’dan alacağımız Merino koyunlarını bizim Marmara bölgesi koyunlarıyla çiftleştireceğiz. Doğacak koyunları da yine Merino koyunu ile çiftleştireceğiz. Böyle böyle, Avustralya’nın Merino koyununa yakın bir tür melez koyun elde edeceğiz, adına da Merinos koyunu diyeceğiz… Bizim Merinos koyunundan elde edeceğimiz yapaktan önce iplik, daha sonra İngiliz kumaşı ayarında kumaş üreten bir fabrika kuracağız. Üretilecek kumaşa da Merinos kumaşı diyeceğiz…’

(…) Mustafa Kemal Paşa, ufkun ötesini görebilen devrimci bir dehaydı.

Zaferi kazanacağını da biliyordu, zaferden sonra neler yapacağını da…”[46]

MADENCİLİK ALANINDA DA DEVRİM… DEVLET ELİYLE İŞLETME…

“İşte birkaç cümle ile belirlediğim bu Ankara’da Ben, ‘Umuru İktisadiye Vekili’ olarak, ‘Havza-i Fahmiye’ Zonguldak Maden Ocakları’nda çalışan işçilerin hayat şartlarını düzeltecek kanun tasarısını, Köy ekonomisinin düzenlemesi için el sanatlarının teşvik ve geliştirilmesi kanun tasarılarını hazırlıyordum. Benim işim bu idi. Savaş kıyamete kadar sürecek değildi. Bunları uygulayacak zamanlar önümüzde idi. İşte Atatürk’e gece yarısı yaptığımız ziyaretler sırasında bunlardan kendisini haberdar ederdim.

Ne kadar sevinerek, zevk duyarak dinlerdi. Bunların hemen kanunlaşmasını, hemen uygulamaya geçirilmesini isterdi. İktisadın, Devlet hayatındaki büyük yerini çok iyi biliyordu.

(…) Bu söylediğim günler, Ankara’da top sesleri dinlediğimiz günlerdi.”[47]

Savaş döneminde bile bunlarla ilgilenen Atatürk, madencilik alanında da önemli işlere imzasını, devletçi uygulamalar bağlamında atmıştı.

“Madencilik alanında alınan ilk önemli tedbirlerden birincisi işletmeye elverişli madenleri araştırmak, işletilmekte olanların daha verimli işletilmesi için yol göstermek ve maden sanayiinde çalışacak teknik elemanları yetiştirmek amacıyla 1935’de kurulan ‘Maden Teknik ve Arama Enstitüsü’, ikincisi de madenlerin işletilmesi ile ilgili her çeşit işleri yapmak, elektrik santralleri kurmak ve her türlü banka muamelesi yapmak üzere aynı tarihte Etibank’ın kurulmasıdır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kalkınma çabalarına koşut olarak, madencilik konusu da ele alındı. Yeraltı kaynaklarımızın devlet eliyle çıkarılması ve değerlendirilmesi amacıyla, 1933 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı ‘Petrol Arama ve İşletme’ ile ‘Altın Arama ve İşletme İdaresi’ adıyla iki bağımsız kurum kuruldu. Bu kurumlar 1935 yılında çıkarılan 2804 sayılı yasayla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ve Etibank’a dönüştürüldüler.                     

Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü, kuruluş kanununa göre; yurdumuzun maden ve taş ocakları kaynaklarını aramak, bulmak ve işletmeye uygun olup olmadığını tespit amacıyla gerekli etütleri, kimyasal ve teknolojik analizleri yapmak ve sektöre mühendis, yardımcı personel ve kalifiye işçi yetiştirmekle görevlendirildi.

Aynı gün (14 Haziran 1935) MTA ile birlikte 2805 sayılı yasa ile, “madencilik, enerji üretimi ve dağıtımı alanlarında faaliyet göstermek üzere” Etibank kuruldu.

(…) Etibank’a, kuruluş kanununda, “MTA’nın araştırmaları sonucunda verimliliği ve işletilebilirliği tespit olunan sahalarda Bakanlığın onayı ile işletmeler kurup, üretimi gerçekleştirmek” görevleri verilmiştir. MTA, ekonomik değeri haiz sahaları ilgili bakanlık kanalıyla Etibank’a devretmeye, Etibank da bu kaynakları işletmeye zorunlu kılınmışlardır. Aynı zamanda Etibank ruhsat alabilir, ruhsat devir alabilir ve elde ettiği hakları ya da hisseleri başkalarına satabilir, devir edebilir. Her türlü cevheri ve hammaddeyi alıp satabilme yetkileri bu kanunla Etibank’a verilmiştir.

24 Haziran 1935’de 2819 sayılı kanunla Elektrik İşleri Etüd İdaresi (EİEİ), ülkemizin elektrik enerjisine yönelik potansiyelinin saptanması amacıyla kurulmuştur. Bu kuruluşun faaliyetleri de Devlet Hizmeti olarak benimsenmiştir. Sümerbank, MTA, Etibank ve EİEİ’nin kurulmasıyla devletin sanayi alanındaki kurumsal altyapısı tamamlanmıştır.                                                                           

EİEİ, enerji potansiyelinin saptanması, ülkenin enerji ihtiyacının karşılanması, kömüre dayalı termik santrallerin hayata geçirilmesi ile görevlendirilen Etibank ve linyit potansiyelinin saptanması hususunda MTA, 1935 yılından sonra önemli projeler üzerinde çalışmalara hemen başlamışlardır. Seyitömer, Soma ve Tavşanlı bölgelerinde arama ve üretim çalışmaları için gerekli yatırım kararları alınmıştır. Bu dönemlerde ülkemizin toplam linyit üretimi 150 bin ton civarındadır.

Etibank, ülkenin sanayi alanında yapacağı gelişmelerin enerji ile desteklenmesi bilinciyle, kömüre dayalı santrallerin ve yakacak kömür ihtiyacının karşılanması için çalışmalara başlamıştır. Kömür rezervlerinin artırılması için aramalara hız verilmiştir. 1930 yılında 9 bin ton olan linyit üretimi 1939 yılında 185 bin tona ulaşmıştır. 1940’lı ve 50’li yıllarda linyite yapılan yatırımlar sonucu (Değirmisaz, Soma, Tunçbilek, Seyitömer) üretimde artış sağlanmıştır.

Sanayileşme hedefine ulaşılabilmesi için demir ve çelik üretiminin gerçekleşmesi gerekir. 1937 yılında temeli atılan Karabük Demir Çelik Fabrikaları 1939 yılında üretime geçmiştir. Hammadde ihtiyacının karşılanması amacıyla demir aramalarına başlanmış ve Divriği Demir Yatağı 1938 yılında işletilmeye alınmıştır.

Dönem içerisinde, ülkenin petrol rezervlerinin saptanması ve işletilmesi, krom, bakır, manyezit, çinko ve kurşun başta olmak üzere birçok madenin aranması ve üretimiyle ilgili projelendirme çalışmalarının yürütüldüğünü görmekteyiz. Genel bir bilgi vermesi açısından 1938 yılı krom üretimi 280 bin ton, dışsatımı ise 200 bin tondur. Bilister bakır üretimi 65 ton dur. 1940 yılında 3600 ton kurşun, 845 ton da manyezit üretilmiştir.”[48]

EKONOMİDE ATATÜRK MODELİNE YAKINLAŞIP UZAKLAŞTIKÇA…

Atatürk’ün ekonomik modeli gerçekte ne idi? Akılcılıktı, bilimcilikti, ülke gerçeklerine uymaktı. Öyle uyulmuştu ki bunlara, öyle bir sağlam sistem kurulmuştu ki, bugün hâlâ kurtuluş çaresi ve reçetesi olarak ışıldıyor. Bu gerçeği Prof.Dr. Mustafa Aysan şöyle ifade ediyordu: “Atatürk’ün ekonomik politikalarına yaklaştıkça çok iyi sonuçlar alıyoruz, uzaklaştıkça, ekonomimiz ve toplumumuz içinden çıkılmaz sorunlara boğuluyor.”[49]

ATATÜRK’TEN SONRA NE OLDU DEVLETÇİLİĞE

Atatürk sonrasına de değinelim ki, Atatürk döneminin kadri daha çok bilinsin.

Sonraki yıllarda Atatürk’ün ekonomik politikasına ihanet edildi ya da ihmal edildi. Tam bağımsızlık da Ekonomik bağımsızlık da yok edildi. Siyasal bağımsızlık da sizlere ömür…

Peki nasıl geldik buralara, Türkiye Ekonomisi hangi evrelerden geçti kısa tarihi boyunca, bir de bunlara bakalım:

1939-1945 Dönemi 

Bu dönem, ekonomi politikası tarihi süreci içinde devletçilik ve harp ekonomisi devri olarak tanımlanabilir. Uygulamaya koymak için hazırlanan ikinci beş yıllık sanayi planı ile devletçilik yine ülke ekonomi politikasında hâkim olmuştur. Buna ilaveten, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkması, ülkede harp ekonomisi uygulanması sonucunu doğurmuştur. Büyük üretici nüfusun askere alınması nedeniyle, iç tüketim çok azalmış, ithalat 1938’lerde 150 milyon liradan, 1942’lerde 71 milyon liraya kadar düşmüştür. Bunun üzerine tüketim sınırlandırılıp, bazı tüketim maddeleri karneye bağlanmıştır. Savaşın çıkışı, ülkemize mali bakımdan büyük yük oluşturmuştur. Nitekim 1 milyona yaklaşan nüfusun askere alınması, devletin para ihtiyacını önemli ölçüde artırmıştır. Bu arada Milli Müdafaa Vergisi konulmuş, vergi oranları artırılmıştır. Varlık Vergisi çıkarılmış ve kısa vadeli hazine bonoları ile halka borçlanılmıştır.[50]

1946-1950 Dönemi

Milli Şef İsmet Paşa, savaş boyunca galiplere ve egemenlere göre tutum alıp, tutum değiştirmişti. Bu siyaset, bizim savaş dışı kalmamızı sağlamıştı, bu bakımdan takdire şayan olabilir. Ancak savaş sonrasında aynı tutum devam edince, ülke ekonomik açıdan da tam bir kararsızlık içine girmiş, Atatürk’ün milli politikaları bir yana bırakılarak savaşın galiplerinin yanında yer alma kaygısıyla, onların her türlü taleplerine evet deme yoluna gidilmiştir. Bu dönem ülkemizin ekonomik bağımsızlığını yitirmeye başladığı dönem olmuştur.

Neler olmuştur bu dönemde, bir bakalım:

Savaşa girmediğimiz halde, savaşın etkilerine maruz kalmıştık doğal olarak. Darlık ve kıtlık vardı, karne dönemi kapanmamıştı.

Savaş sonrasında rotanın ABD ve diğer batılı ülkelere çevrilmesi, özel sektör ağırlıklı bir kalkınma stratejisini de cazip ve güncel hale getirdi, devletçilik karşıtı çevrelerin sesi daha gür çıkmaya başladı. CHP de kendi yarattığı bu havaya uygun olarak tüzüğünde değişiklikler yaparak altı okundan biri olan devletçiliği liberalize etti.

Fakat cin şişeden çıkmıştı bir kez. Batılılar ekonomik yardımların birinci şartını, çok partili yaşama geçmek olarak koyuyorlardı. Buna uymaya karar vermişti Milli Şef de. Buna uygun gelişmeler siyasal hayatta da kendini hemen gösterdi.

Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi tanınmış politikacılar 12 Haziran 1945 de “Dörtlü Takrir” diye anılan önergeyi imzalayarak hükümeti, dolaylı olarak da CHP’nin üst yönetimini eleştirdiler. Önergenin görüşülmesi, parti yönetimince kabul edilmeyince, bu kez basın yoluyla ağır eleştiriler giriştiler. CHP yönetimi, basında çıkan bu yazılardan dolayı Adnan Menderes ve Fuat Köprülüyü partiden ihraç etti. Bu ihraç kararına karşı çıkan, RefikKoraltan ve Celal Bayar da partiden istifa ettiler. Ülkedeki yokluk, yoksulluk ve kıtlığın nedenlerini, İnönü’nün sürdüğü ekonomik politikalara, baskıcı ekonomik uygulamalara ve katı devletçiliğine bağlayan bu dört politikacı, yeni bir siyasal seçenek sunmak üzere. 7 Ocak 1946’da Demokrat Partiyi kurdular. Celal Bayar’ın genel başkan olduğu Demokrat Parti’nin programında İktisadi devletçilik yer almıyordu. KİT’lerin özelleştirileceği, memurlara sendika kurma, işçilere de grev hakkı verileceği gibi vaatlerde bulunuluyordu. 21 Temmuz 1946 yılında yapılan açık oy, gizli tasnifli genel seçimler sonunda 465 milletvekilliğinden 62’sini Demokrat Parti aldı. 

CHP tahtının sallandığını görmüştü. Yeni dünya dengeleri doğrultusunda politika değiştirerek yoluna devam etmek, halkın güvenini kazanmak istiyordu. Seçimlerden sonra, Şükrü Saraçoğlu Hükümeti istifa etti, yerine Recep Peker Hükümeti kuruldu. Bu hükümet, 7 Eylül 1946’da Türk lirası ABD Doları karşısında %50 oranında devalüe etti, bir ABD Doları 280 kuruş oldu.[51]

1946 Nisanında Recep Peker hükümeti tarafından hazırlanan, beş yıllık kalkınma planı metni içerisinde yer alan en önemli kararlar şunlardı: Büyük elektrik enerji santralleri, kömür havzası veriminin iki misline çıkarılması, dokuma sanayinin büyük mikyasta gelişmesi, Karabük Demir-Çelik Sanayinin güçlendirilmesi, yeni çimento, şeker fabrikaları, suni gübre fabrikaları, yeni demir yolları, yeni şose ve köprüler, limanlar, yeni ulaştırma vasıtaları, tarımı kalkındırmak amacıyla pulluk, traktör, biçer makineleri gibi yeni tarım alet ve makineleri, fabrikalarının kurulması, küçük büyük sulama işleri, süt ve konserve sanayii, yeni sigara ve bira fabrikalarının kurulması… Bu plan taslağı, Avrupa Kalkınma Programının kapsamı içine alınması istemiyle Amerikalılara sunuldu. Amerikalılar beğenmediler bu planı. Kendi istek ve dayatmaları vardı, bunlar olmalıydı. 

Hükümet bundan hiç alınmadı, iktisadi ve siyasi bağımsızlığımıza aykırı görmedi ABD’nin bu tutumunu. “Amerikan Modeli” ile uzlaşmayı düşlüyordu.

Uzlaşabiliyor muydu? Hayır. Ne 1946 devalüasyonu, ne de büyük sermaye çevrelerine verilen tavizler, Recep Peker Hükümetinin aradığı desteği bulmasına yetmedi. Dış ticaretimiz açık vermeye başlamıştı. ABD, beklenen yardımı yapmıyor, muhalefet eleştirilerinin dozunu artırıyordu. Bütün bunlar Peker Hükümetinin başını yedi. 10 Eylül 1947’de Hasan Saka hükümeti kuruldu. Saka Hükümeti, Marshall yardımından yararlanmanın şartı olarak dayatılan karayolları yapımı ve tarımda makineleşmeyi içeren bir çalışma başlattı. 1948-1952 yıllarını kapsayan bir yatırım programı ile Amerikalılara yeniden başvuruldu. Neler mi vardı bu programda? Alt yapı yatırımlarına ağırlık verilecekti, devlet sanayiden elini çekmeye başlayacak, kamuya ait bazı fabrikalarını –tekstilden başlamak üzere- özel sektöre satabileceğini gösteren çalışmalar başlatacaktı. Bu bağlamda, Eylül 1948 de İstanbul da “Türkiye İktisat Kongresi” toplandı. Özel sektör, İstanbul basını ve öğretim üyelerinin ilgi ve desteğini gören kongrede “özel sektör yeterince güçlendiği için, devletçiliğin artık işlevini yitirdiği, devletçi yaklaşımın sürdürülmesinin Türkiye’nin iktisadi yaklaşımlarını zedeleyeceği” öne sürüldü. Bütün bu zorlamalar, CHP’yi de zorluyordu, geçmişini reddedemiyordu, yeni politikaya da hayır diyemiyordu, sersemlemişti adeta. Hasan Saka Hükümeti 15 Ocak 1949 da istifa etti. CHP’nin 27 yıllık yönetiminin son hükümetini Şemsettin Günaltay kurdu. 14 Mayıs 1950 de ülkede gerçek anlamda dürüst demokratik bir genel seçim yapıldı. Oyların %53’ünü alan Demokrat Parti tek başına iktidar oldu.

1946-50 dönemi, devletçiliğin ve ekonomik bağımsızlığın zedelendiği zaman zaman da reddolunduğu bir dönem olmuştur. Cumhuriyetin yabancı yardımına ve dış borçlanmaya açılması da bu dönemin kara lekeleridir. 1948-1949 döneminde Marshall Planı’ndan 50 milyon dolarlık yardım alınmıştır. Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı 50 milyon dolara değer miydi? Sorusunun cevabını tarih bugün kocaman bir “hayır”la vermektedir.

1950-1960 Dönemi

DemokratParti iktidarı aldığında, Türkiye’nin millî geliri kişi başına 360 TL idi.1950 yılında Türkiye’nin 775 milyon TL (190 milyon USA Dolar) borcu ve 4 tonu rehinde bulunan 137 ton altın stoku vardı.

Bu tablo kötüydü DP’lilere göre… Değiştireceklerdi…

Nasıl mı? Liberal bir ekonomi uygulayacaklardı, “her mahallede bir milyoner yaratacağız”, “küçük Amerika olacağız” diyorlardı. Demiryollarından vazgeçip karayollarına önem vermelerini istiyordu Amerika, Behiç Erkin’den (Demiryolcu Behiç Bey’den) alamadıklarını bunlardan istiyordu.

İşe koyuldular…

Her mahallede devlet kesesinden, bir parti zengini yarattılar…

Karayolları ağı genişlemeye başladı, genişledikçe petrol faturamız arttı, otomobil ve kamyonlara ödediğimiz döviz başını alıp gitti…

Köylü çarıktan kara lastiğe terfi etti. Ürünü para etmeye başladı. Yine o yılarda köylerden şehirlere göç başladı, “İstanbul’un taşı toprağı altın” sözü de o zaman düştü dillere…

Gelgelelim 1958 yılına gelindiğinde deniz bitmişti. Plansızlık ve programsızlık yüzünden Amerika’ya avuç açıyorduk yeniden.[52] 1958 yılına gelindiği zaman dış ödemeler dengesi 67.863.000 dolar açık vermiş, serbest piyasada dolar 8-9 TL’ye yükselmişti. 1950 yılında 2 milyar 402 milyon TL olan dış borç toplamı ise 4 milyar TL’yi aşmış bulunuyordu. 1958 yılına kadar basılan para toplamı da; ortalama her yıl 600 milyon TL olmak üzere, 32 yıllık Cumhuriyet tarihinde basılan miktarın %180′i oranında artış göstererek 3 milyar 52 milyon TL’ye ulaşmıştı.

Batıya bel bağlamanın acı sonuçları görülüyordu. Türkiye’nin içine düştüğü bu olumsuzluklar sebebiyle, Dünya Bankası, temsilcisini Ankara’dan çekmiş ve Türkiye’ye yardımı kesmişti.

Merkez Bankasında altınlar tükenmişti.

Dünya Bankası’nın patronu sayılan ABD ise, malî reform yapıncaya kadar yardımlarını durduruyordu. Bu girişim ve baskılar sonuç verdi. ABD ve Batılı finans kuruluşları, Türkiye’ye ekonomik yardım yapabilmek için malî reform paketini kabul ettirmeyi başardılar. Buna göre Türkiye; Millî Korunma Kanunu’nu kaldıracaktı, piyasaya müdahaleleri asgariye indirip liberal bir ekonomiye geçiş için kolları sıvayacaktı. Dahası; yatırımları durduracaktı, bu durdurmanın olup olmadığının denetlenmesine de izin verecekti. Ve en önemlisi bir devalüasyon yapmayı kabul edecekti.

Kabul etmek zorunda kaldı bunları DP İktidarı.

Batı’danağzının payını böylece alan Menderes, SSCB’yle ilişkileri ilerletmeye karar vermişti. Sadun Tanju, “Bazı Anılar” adlı kitabında, Menderes’in Gazeteciler Cemiyetine yaptığı bir ziyarette şunları söylediğini aktarıyor: “Yalnız beni bu arada şaşırtan bir şey oldu. Menderes basın özgürlüğünün başıboşluk olmadığını belli bir disiplinin her konuda gerektiğini söylerken; özgürlüklerin kötüye kullanılmasının Batı toplumlarını rahatsız etmeye başladığını, sendika hürriyetinin gangsterliğe dönüştüğünü filan anlatıp sözü Sovyet Rusya’ya ve Kızıl Çin’e getirdi. Disiplinli bir idare ile çağı yakalamada gösterdikleri başarıları övmeye başladı. Şaşkınlığımızı fark edince de bunları Batı ideallerine inancım sarsıldığı için değil, gerçeği iki görüş arasında aramamız gerektiğini düşündüğüm için söylüyorum dedi. Acaba 1959 yılındaki Rus başarıları mı onu etkilemişti? Lunik-2’nin aya indirilişi, arkasından Lunik-3’ün Ay’ın görünmeyen yüzünden fotoğraflar çekip gönderişi, Kruşçev’in Amerika ziyaretinin yarattığı yankılar, Asuvan Barajı gibi uluslararası bir projeye önemli bir kredi açmaları, Menderes’i bu derece değiştirmiş olabilir miydi? Yılın başında Küba’da Batista devrilmiş, Castro iktidarı ele geçirmişti. Amerika’nın burnu dibindeki küçük bir ada hükümetinde bile komünizmi engelleyememiş olması acaba Menderes’in yeni yorum yapmasına mı yol açmıştı? (…) Bir şey daha var beni düşündüren: 27 Mayıs İhtilali olmasaydı, Kruşçev onu Temmuz’da Moskova’da bekliyordu.”

Menderes’in yeni arayışları, yeni ufuklar açamayacaktı, antidemokratik uygulamaları, DP’nin sonunu getirecekti.

Hikâye kısaca bu kadar ya, haklarını yemeyelim, iyi işler de yaptılar. İşte o iyi işler:

Devletçiliği reddederek geldiler ama ülke çıkarının gereğini kamu sektörüne gerekli ölçüde devamda gördükleri için, devletin ekonomideki ağırlığını azaltmadılar, artırdılar da.  DP’nin on yıllık iktidarı süresince, kamu iktisadî teşebbüslerinden hiçbirisi satılmadığı gibi, bunlara yenileri de eklendi ve sayıları otuza ulaştı. Makine Kimya Enstitüsü Kurumu, Denizcilik Bankası, Et ve Balık Kurumu, Türkiye Çimento Sanayi A.Ş, Azot Sanayi T.A.Ş., Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, T.C. Turizm Bankası, Yem Sanayi Anonim Şirketi, Ereğli Demir Çelik Fabrikaları, Devlet Malzeme Ofisi, Türkiye Demir Çelik Fabrikaları gibi son derece önemli ve yaşamsal kuruluşlar Demokrat Parti tarafından kuruldu.

Böylece; KİT’lerin toplam yatırımlar içindeki payı 1950 yılında 91,8 TL ile % 9,1 iken, 1960 yılında 1.393.3 ile % 17,9′a, bu kuruluşların millî gelire yaptıkları katkı ise 1950 yılında % 9,5 iken, 1960 yılında %10,8 ‘e yükseldi.

D.P. dönemi, şeker, çimento ve dokuma sanayinin altın devri oldu. Şeker üretimi, yeni açılan 11 fabrikanın üretime geçmesi sonucunda 1956 yılında 365.000 tonu buldu. Çimento üretimi ise, yeni açılan 10 fabrika sayesinde 330.000 tondan 1960 yılın gelindiğinde 1.700.000 tona ulaştı. Dokuma sanayinde de %300′e yakın bir artış gözlendi. Tezgâh sayısı 1950′de 5.519’du, 1960 yılında 15.820 oldu.

D.P. döneminde sanayinin gelişmesine koşut olarak enerji gereksinimi de giderek artmış ve bu gereksinimi karşılamak için yeni baraj ve termik santraller kurulmuştur. Bunların başlıcaları; Girlevik (Erzincan), Defne (Harbiye), Durucasu (Amasya), Sarıyar Barajı (Ankara), Seyhan Barajı (Adana), Tortum (Erzurum), Göksü (Konya), Sızır (Kayseri), Hazar Gölü (Elazığ), Kovada (Eğridir), Ceyhan (Maraş); Kayaköy (Emet), Boton (Siirt), Tunçbilek (Kütahya), Soma Termik Santralleridir.  Bu enerji üretim kaynaklarının faaliyete geçmesiyle 1950 yılında 789.624 kwh olan enerji üretimi, 1960 yılına gelindiği zaman 2.815.071 kwh’ye yükselmiştir.

Türkiye Kömür İşletmeleri 1957 yılında yeniden düzenlenmiş; Simli Kurşun, Küre Bakır, Pirit, Üç Köprü Krom, Halıköy Civan ve Emet Kolemanit madenleri işletmeye açılmıştır.

1960-1978 Planlı Kalkınma Dönemi

1961 Anayasası ayrıca Türkiye’de ekonominin karma ekonomik sistem ilkelerine göre yürütüleceğini, bu sistemde kamu ve özel kesimlerin yan yana, birbirlerini tamamlayacak şekilde yer aldığını hükme bağlamıştı. Böylece ekonomik kalkınmada özel kesim, kamu kesimi önceliği tartışmasına son verilmek istenmiştir.

1961 Anayasası hazırlanırken, 1961 yılında çıkarılan bir kanunla Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuştur. Kuruluş, kalkınma planlarını hazırlamak ve yürütmekle görevlendirilmiştir.
Böylece 1962’den itibaren Türkiye’de planlı kalkınma dönemi başlamıştır.[53]

Ecevit+11’ler ve 24 Ocak 1980

1978 yılında bir “efsane adam” haline gelen Bülent Ecevit, AP’den bakanlık vaadiyle istifa ettirdiği 11 milletvekilinin desteğiyle iktidara geldi.

Ekonomik açıdan son derece zor bir dönemde iktidar olmuştu Ecevit. 1973 yılında petrol üreten Arap ülkeleri Arap-İsrail Savaşı sebebiyle Batı’nın gelişmiş ülkelerine petrol ambargosu (kısıtlaması) uygulamışlardı. Petrolün varil fiyatı inanılmaz derecede artmıştı. Batı bu ambargoyu almış kabul etmiş, petrolden dolayı yüklendiğini ek maliyeti ise ürettiği sanayi mamullerine yüklemişti. Yani kaybı yoktu neredeyse…

Olan bizim gibi gelişme yolunda ve petrol fukarası ülkelere olmuştu. Petrol faturamız döviz varlığımızı ve bütçemizi sarsacak boyutta artmıştı, batıdan mamul ve ara malı ithal ediyorduk, onlara da artık daha fazla döviz ödemek zorundaydık.

Ecevit’in 1974 yılında Milli Selamet Partisi ile kurduğu ve 7,5 ay süren koalisyon iktidarı döneminde, ekonomik milliyetçilik olarak nitelendirebileceğimiz çıkışları ve uygulamaları olmuştu. ABD, Demirel’e uygulatamadığı haşhaş yasağını 12 Mart 1971’de ihtilalcilerin kurdurduğu hükümete uygulatmıştı. Ecevit ABD’nin muhalefetine rağmen haşhaş yasağını kaldırmış, Afyon Bolvadin’de haşhaşı işleyecek alkoloid fabrikasının temelini atmıştı. Kıbrıs Harekâtı sırasında akaryakıt konusunda güçlük çıkaran ATAŞ rafinerisini millileştirmişti. “Ataşta, haşhaşta, Kıbrıs’ta Ecevit” sloganı, halkın çok tuttuğu bir slogan olmuştu.

Bunlara güvenerek Batı’yı yine yola getireceğini düşünüyor, hesaplıyordu Ecevit.

Tutmadı hesapları… Batı, ayak sürüyor, güçlük çıkarıyor, Kıbrıs Harekâtı sonrasında koyduğu ekonomik ve askeri ambargoyu sürdürüyor, Türkiye’nin diz çökmesini istiyordu adeta. Bu sorunları aşmak için çok uğraştı Bülent Ecevit, uluslararası kuruluşlar ağır şartlar koşuyorlardı, bunaldı, başını SSCB’nin çektiği Doğu Bloku’nu kastederek “Çok fazla üstüme gelmeyin, duvarın öbür tarafına geçerim” dedi.

Gelgelelim, öbür yana geçmeye de bu sorunları aşmaya da gücü yetmedi.

Bütün bu iç ve dış olumsuzlukların yanında, beceriksizlikler de vardı elbette. Ecevit, ekonomi bilmiyordu, yanındakiler de her şeye ideolojik gözlüklerle bakıyorlardı.  Ekonominin olmazsa olmaz kuralları vardı, bunlar hiçe sayılıyordu. Sözgelimi, eğer üretimi artırmadan, fiyatlara müdahale ederseniz, hele hele narh koymaya kalkışırsanız, çift fiyat teşekkül eder ve mallar karaborsaya tezgâh altına iner. Bu kuralı hiçe saydılar. Bir örnek verelim; gazyağının litresinin resmi fiyatı 9 liraydı ama 49 liraya bulmak bile torpil gerektiriyordu. Bunun sonucunda Türkiye, 1 yıl içinde, yokluklar, kıtlıklar ve kuyruklar ülkesi haline geldi. Karaborsacılar, kodamanlar ve bürokratlar haksız kazançlar elde ettiler, devlet ve halk ise soyuldu, ezildi, üzüldü.

Ecevit+11’ler hükümetinin ekonomik alanda hiçbir başarısı olmadı işte bu sebeplerden dolayı. 1979 kısmi senato seçimleri ve 5 milletvekilliği için yapılan ara seçimi kaybederek istifa etti Ecevit.

Özalizm

Ekonomik tablo vahimdi.

Seçimin galibi Demirel, kurtarıcı olarak göreve geldi.

Afganistan SSCB tarafından işgal edilmişti. Ecevit döneminde yardımları kesen Batı, şimdi yardıma hazırdı, fakat şartları vardı, kendilerinin güvendiği ve istediği birisi ekonominin dümenine oturtulacaktı.Oturtuldu… Turgut Özal, hem DPT, hem de Başbakanlık Müsteşarı oldu. Seçilmişlerden daha yetkili ve etkiliydi.

Özal’ın İMF, Dünya Bankası ve batılı tüm egemen çevrelerle birlikte hazırladığı ekonomik önlemler, Süleyman Demirel hükümetince 24 Ocak 1980 tarihinde açıklanıp uygulamaya geçirildi. Amaç masumdu, kontrol dışına çıkan enflasyonu kontrol altına almak, dış açığı kapatmak, yoklukları ve kuyrukları önlemek ve ekonomiyi yeniden işler hale getirmek.
Turgut Özal’ın eseri olan 24 Ocak Kararları ile Türk Lirası’nda yüzde48.6’lık devalüasyon yapıldı. IMF destekli 24 Ocak programı ile yabancı sermayeye kapılar açılırken, ihracata dayalı büyüme modeli için de başlangıç yapıldı. Serbest piyasa kurallarının tam olarak işletilmesi amacıyla devletin fiyat mekanizmasına müdahale etmemesi öngörüldü. Kamu iktisadi teşebbüslerinin üretimden çekilmesi ve geniş bir özelleşme öngörüldü. Sendikalizme ve grev hakkına yönelik kısıtlamalar dillendirilmeye başlandı. Kamuda istihdam azaltılması politikası işsizliği artırırken, faizler de serbest piyasa tarafından belirlenir hale geldi.
Bu daha bir başlangıçtı aslında. Türkiye’nin 1923’ten 1980’e dek elde ettiği 57 yıllık kazanımlarına göz dikmişti batılı egemen güçler. Dünyaya açılma adı altında, yeni kapitülasyonların hazırlıkları yapılıyordu. Özalizm, devletçiliğin ve ekonomik bağımsızlığın sona erdirileceği bir operasyondu.

İşte o günlerde, yani 1980 yılının ortalarında, Özal’ın ekonomik kararlarını “Milliyetçilikten asıl uzaklaşma tehlikesi, milliyeti olmayan çokuluslu sermaye ile bütünleşme ölçüsünde belirginleşir”sözleriyle, milliyetçilik karşıtı olarak niteleyen Bülent Ecevit, bir Avrupa seyahatine çıkmıştı. Dönüşte şunları söylüyordu: “Batılı sosyal demokrat çevreler bana, bugünkü hükümetin uyguladığı ekonomik sistemin ancak bir askeri müdahale ile sona ve başarıya ulaşabileceğini söylediler. Bir askeri müdahale ihtimali hiç gözden uzak tutulmamalıdır.” 

Dediği birkaç ay sonra çıktı Ecevit’in, 12 Eylül 1980’de ordu yönetime el koydu ve ekonominin dizginlerini bu kez de başbakan yardımcısı olarak Özal’a verdi (MSP’den senatör adayı olmasına hiç bakılmadı bile, kardeşi Korkut Özal MSP davasından içeri alınırken, O, en fazla müsaadeye mazhar olarak ekonominin direksiyonuna geçiriliyordu).

1982 yılının ortalarına dek, Özal, Demirel’in bürokratı olarak yapamadıklarını yapmaya başladı. O yılın ortalarında patlak veren banker skandalı (Banker Kastelli’nin ödeme güçlüğü içine girip yurtdışına kaçması), istifa etmesine yol açtı.

ANAP Dönemi… Tasfiye Devam Ediyor…

Özal’ın misyonu bitmemişti, ağzından hiç düşürmediği “transformasyon”a devam edecekti, daha yapacak çok işi vardı, bu kesin bir ayrılış değildi, geçici bir ricattı. 1983 yılında yeniden demokrasiye geçiş kararı verilip partiler kurulmaya başlanınca Özal da sahneye çıktı yeniden. Partisinin adı: “Anavatan Partisi” idi. Kimse şans vermiyordu ona ama onu tanıyanlar “O çürük tahtaya ayak basmaz, almıştır bir güvence” diyorlardı. Bir süre sonra işin rengi ve gidişatı belli oldu. 12 Eylül cuntası kurulan partileri ya kapatıyor ya da kurucularını veto ederek seçime sokmuyordu, kısa adı ANAP olan Özal’ın partisine ise dokunulmuyordu.

Böylece 3 parti sokuldu seçime… Ve halk bu üçten biri olan Özal’ı iktidara getirdi.

Kaldığı yerden “trasformasyona”u devam ettirdi şişman adam.

Devlet sanayi ve ticarete karışmamalıydı. KİT’ler tu kaka edildi bu amaçla. Hazineden bunlara artık yardım yapılmayacaktı, gidip bankalardan kredi almalıydılar. Bir yandan KİT’lerdeki aşırı istihdamdan yakınılıyordu, öbür yandan durmadan adam dolduruyorlardı ANAP’lılar. Aşırı istihdam, özel bankalara faiz ödemeler, başa getirilen hırsız yöneticiler, KİT’lerin batırılması için yetip de arttı bile. Özal “Bakın işte… Devlet en kötü işletmecidir… Bunlardan kurtulmak lazım” diyordu.Türkiye’nin artık sanayi yatırımı yapmayacağını vurguluyordu sık sık. Sanayi artık yeterdi, yatırımlar ticarete yapılmalıydı. Yani “üretme sat” daha iyi. Bugün her köşede mantar gibi biten AVM’lerin yolu, ta o zamanlarda açılmıştı.

Yabancı sigara ithalatına başlandı, artık kaçak sigara alınmayacaktı, her şey serbestti… Tekel de tu kakaydı. İyi sigara üretmiyordu, üreticiden tütünü fazla fazla alıyor, kalitesiz olanları yakıyordu, yanan bu milletin parasıydı… İyi de Tekel’e bunu yaptıran politikacılar değil miydi? Bunu soran yoktu…

Köprü ve baraj gelirleri de satışa çıkarılıyordu, bu gelirle yenileri yapılacaktı. Yenileri…  Nedir yenileri? Otoyollar elbette… Demiryolları komünist işiydi…

İşçi ve sendika düşmanlığı ise doruk yapmaya başlamıştı, Türkiye “taşaronişçi”lik uygulamasını “Ben zenginleri severim” diyen Özal’la tanıdı. Sendikalı işçi sayısının azalışı Özal’la başladı.

Özal’dan Sonra da Özalizm

Çankaya’ya attı kendini Özal, halk, partisinin işini bitireceğinin sinyalini vermişti 1989 yerel seçimlerinde. 1991 yılına dek, kendi partisinin hükümetinin her işine karıştı. 1991’de ANAP’a şiddetle muhalefet eden Demirel başbakan oldu tekrar. DYP-SHP koalisyonu kurulmuştu. Prof.Dr. Tansu Çiller adında alımlı bir kadın da ekonomiden sorumlu bakan yapılmıştı.

O da liberaldi fena halde… ANAP’ı eleştirmesi “onlar kalksın biz oturalım” amaçlıydı…

Bu sarışın güzel kadının bahtı, Özal’ın 1993 yılında ölümü ile açıldı. Demirel Çankaya’ya o da onun yerine geldi.

“PTT’nin T’si” ile başlamak istedi işe Çiller… Telefon ayrılıp Telekom yapıldı, Telekom 40 milyar dolar ediyormuş, satarsak Türkiye’nin dış borçları sıfırlanacakmış. Satacaktı da… Fakat muhalefet içeriden geldi, SHP’li Dış İşleri Bakanı Mümtaz Soysal, hukukçuluğunu konuşturup, işi Anayasa Mahkemesi’ne taşıyıp o güne dek hiç alınmamış olan “yürürlüğü durdurma” kararı alarak bu kavramı hukukumuza kazandırmış oldu. Küplere bindi Çiller, DYP’liler “Mümtaz Soysuz” demeye başladılar orada burada… İstifa etmek zorunda kaldı Soysal.

Özalizm, Çiller’le de devam ediyordu yani. Türkiye’ye “son komünist devlet” diyordu sarışın güzel kadın ve bu devleti “yıkmakla” övünüyordu.

Övünüyordu ya dedikleri külliyen yalandı. 1997 yılı İMF verilerine göre gelişmiş ülkelerde devletin ekonomideki payına dair oranlar şöyleydi:Amerika %32,3, Almanya %49, Avustralya %51,7, Belçika %54,3, Fransa %54,25, Hollanda %49,9, İngiltere %41, İsveç %62,3, İsviçre %48,8, İtalya %50,2, Japonya %35, Kanada %42,3, Norveç % 43,6[54]

Oralarda kamunun payı belli düzeyde korunurken, bizde, çimento fabrikalarının en kârlı olan 5 adedi Fransızlara 110 milyon dolara peşkeş çekiliyordu “devleti küçültmek” adına.

1995 -1999 yılları aşağı yukarı böylece geçti…  Türkiye hızla küresel liberalizmin ve talan ekonomisinin güdümüne sokulmaktaydı… Arada bir RP-DYP Hükümeti var. O da evlere şenlik. “Yeşil sermaye”nin doruk yaptığı yıllar o yıllar. Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkelere giden dinci taife, camilerde büyük paralar toplayıp, bohçalara doldurarak Türkiye’ye getirip “sözde” holdingler kurdular. Sermaye Piyasası Yasası’nın hiçe sayıldığı, denetlemeye kalkılıp işlem yapılma yoluna gidildiğinde ise, “Müslümanlarla uğraşılıyor” feryadının koparıldığı yıllar. Bosna paralarını iç eden zihniyetti bu zihniyet, gizli kasaları olan zihniyet, Mercümeklerin, Darçınların kirli çamaşır gibi ortaya çıktığı yıllar.

O çevreler bütün bunları bugün de örtme gayretindedirler, ağızlarında sürekli dolaştırdıkları Erbakan Hoca’nın “havuz sistemi”dir. O sistemle Türkiye kurtulmuş, Yahudiler bunu hazmedemeyip 28 Şubat’ı yaptırtmışlar, falan filan…

Halk Sektörü ve Millet Sektörü diyenler, Derviş’e nasıl teslim oldular

1999 yılı sağ ve sol milliyetçilerin zaferiyle sona ermişti. Ecevit’in DSP’si birinci, Bahçeli’nin MHP’si ikinci olmuştu. Hükümet bunlar tarafından kurulmalıydı, genel eğilim bu idi. Seksen öncesindeki bazı acı anılar sebebiyle, çeşitli güçlükleri vardı böylesi bir koalisyonun fakat oldu sonunda, ANAP’ı da alıp yanlarına Çiller’in deyimiyle “AnasolM” Hükümetini kurdular.

1999 yılının Haziran’ında kuruldu hükümet. İki ay sonra “asrın felaketi” denilen 17 Ağustos Marmara Depremi oldu. Türkiye sanayinin beyni olan bir bölgenin neredeyse 1/3’ü yıkılmıştı. Sonradan yapılan hesaplamalara göre bu depremin ülkeye faturası 7,5 milyar dolardı. Bu deprem, bankacılık sistemindeki çarpıklıklar ve pis kokular, acil ekonomik önlemler gerektirmekteydi. Gerektirmekteydi ya, milliyetçilerin buldukları tek çare, gecikmeksizin İMF kapısına varmak oldu. Şartlara uyacaklardı. İMF ve batılı çevreler bir ekonomik program, bir çözüm paketi hazırladılar, koydular bunların önüne. Önce uluslararası tahkim yasası çıkacaktı, batılıların yatırımları güvenceye alınmalıydı. Çıktı. Sonra o çözüm paketi… En büyük özelliği, ana ekseni “kur çıpası”ydı. 2000 yılının tüm günleri için döviz kuru belirlenip ilan edilmişti. Bu çıpa sayesinde enflasyon aşağı çekilecekti. Cotarelli adlı bir İMF görevlisi gidip gelmeye başlamıştı, nezaret ediyordu gelişmelere, müdahale de ediyordu. İş insanlarının keyfine diyecek yoktu “On yıl sonrasını bile net olarak görüyoruz” diyorlardı. İMF bir de bankalar yasası çıkarılmasını da istiyordu, Çiller’in tahrip ettiği banka sistemi onarılmalıydı, aksi halde, yeni batıklar çıkabilirdi ortaya. Fakat ne hikmetse, İMF kapısına gitmekte yeğin davranan hükümet, bu yasayı bir türlü çıkaramıyordu. 

Böyle böyle 2000 yılı Kasım ayına gelindi ve ilk kriz patladı. Bankaların açık pozisyonları alarm vermeye başlamıştı, büyük bankalar küçük bankaları sıkıştırdılar, bir Alman bankasıyla bir ABD bankasının bir gecede 7 milyar doları aşan bir meblağı geri çekmesi, likidite krizine yol açtı. Bankalar Merkez Bankası’na koştular döviz istediler, Merkez Bankası 2 gün ödedi, üçüncü gün teslim bayrağını çekti. İMF’ye koştu Hükümet, İMF geldi “kefilim” dedi, ortalık biraz durulur gibi oldu. Fakat bu gelip geçici bir çözümdü, yara derindeydi. Dövize olan talep devam ediyordu aslında, iş 2001 Şubat ayına dek kör topal götürüldü, Şubat 2001’de daha büyük kriz patladı.

Bu krizin vahametini yansıtan bir rakam verelim: 2000 yılında Türkiye’nin GSYH’si 200 milyar dolardı, 2001 yılında bu rakam 148 milyar dolara düşüyordu, yani Türkiye GSYH’sinin ¼’ünü kaybediyordu.

Ciddi ve acil müdahale gerekti. İMF yine geldi, başkan yardımcısı Fisher geldi bu kez, “Bu çıpa işini bırakın, serbest kura dönün” dedi, bir de adam önerdi, “Dünya Bankası’nda çalışan Kemal Derviş gelsin, ekonominin başına geçsin, o ne derse onu edin” dedi. Ecevit, eskiden tanıyordu Derviş’i “olur” dedi, ortakları da çaresiz kabul ettiler.

Yani verdiği reçete ile hastayı komaya sokan hastane, yeni bir doktorunu daha tavsiye ediyor, kurtarıcı pozlarına giriyordu, kurtarıcı öneriyordu, hükümet de kuzu kuzu buna boyun eğiyordu.

Derviş geldi, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adındaki çözüm paketini koydu masanın üstüne “15 günde 15 yasa çıkacak” diyordu. “Meclis bu, olur a, gecikir, belki değiştirir bu yasaları azıcık”  dedilerse de “Ben anlamam ya çıkacak ya çıkacak” diye diretti. MHP’li Meclis Başkan Vekili Murat Sökmenoğlu güvence verdi: “Gece gündüz çalışır çıkarırız”. Çalıştı çıkardılar. Bu yasaların içinde tütün ve şeker yasaları da vardı, şeker pancarı ve tütün ekimine kota geliyordu. Tekel satılacak, şeker fabrikaları belirli bir plan dahilinde elden çıkarılacaktı.

İki kriz “milliyetçileri” dut yemiş bülbüle döndürmüştü. Ve 1980 yılındaki Özal’ın rolünü Derviş üstlenmişti artık…. Ne derse oluyordu, her dediğinde bir keramet aranıyordu.

Emperyalizmin dedikleri olmaktaydı, artık krizden çıkabilirdik, çıkıyorduk ufak ufak… Çıkıyorduk ya, Derviş “Yeni senaryolar” istiyordu. Bu yeni senaryoya baş aktör MHP lideri Bahçeli oldu. Hiç gereği yokken 2002 yılı Temmuz ayında Bursa Kocayayla’da bir çadırın içinde, Kasım 2002’de erken seçim olması gerektiğini açıkladı, bu açıklama DSP’deki kaynaşmayı su yüzüne çıkardı, istifalar başladı, DSP ikiye bölündü.

Türkiye seçime sürükleniyordu, Ecevit’in deyimiyle üçlü koalisyon “kendi ayağına balta” vuruyordu. Ekonomik programın henüz olumlu sonuçları alınamamıştı, ne diyeceklerdi millete? Bir başka önemli etmen daha vardı; yeni bir efsane yaratmışlardı dış güçler, onu iktidara taşıyacaklardı, “daha yapacak çok işleri” vardı Tayyip Erdoğan’dı bu yapay efsanenin adı.

Tasfiyenin son halkası AKP… Devletçilik ayaklar altında…

3 Kasım 2002 seçimlerinde beklenen oldu, AKP geldi tek başına iktidara. Söz ve söylemleri belliydi, dış bağlantıları, dışarıya verdiği güvenceler belliydi. AB ve ABD ne derse yapılacaktı kayıtsız şartsız. Kolları sıvadılar, öyle de yaptılar. AB’ye girmeliydik ne olursa olsun.

Ve Özalizm ödünsüz olarak sürdürülecekti, kararlıydılar. Devlet sanayi ve ticaretten elini çekecek, nesi var nesi yoksa satacaktı. İlk AKP Hükümetinin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan “Babalar gibi satarım” diyordu…

Sattılar… Müslümanlık taslayanlar, Müslüman’ın malını gâvura da sattılar… Cumhuriyet’in seksen küsur yıllık birikimleri elden çıkarıldı, bu elden çıkarmalar daha üretken alanlara yatırılmak yerine, cari açığın finansmanında kullanıldılar. Yani gelecek satıldı…


[1]http://www.ekonomikyorumlar.com.tr/files/articles/152820006336_5.pdf

[2] Benim de üniversite yıllarında Hocam olan Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, bu kavramı günümüze Sosyal Demokrasi olarak çevirirdi.

[3] Ziya Gökalp-Türkçülüğün Esasları/Gece Kitaplığı

[4] Tahir Tamer Kumkale-Atatürk’ün Ekonomik Mucizesi/Pegasus Yayınları

[5] Cazim Gürbüz-Atatürk Ekonomisi Beş Destan Adam/Asya-Şafak Yayınları

[6]Prof.Dr Mustafa Kaymakçı-Küresek Kapitalizme Karşı Tarım Yazıları

[7] Okan Gökay Emgengil-Türk Devriminin Yol Haritası ve Avrasya Rotası/Asya Şafak Yayınları

[8] Turgut Özakman-Cumhuriyet Türk Mucizesi (2)/Bilgi Yayınevi

[9] İsmet Bozdağ-Celal Bayar Anlatıyor Bilinmeyen Atatürk/Truva Yayınları

[10] http://www.msxlabs.org

[11] Şevket Süreyya Aydemir-Suyu Arayan Adam/Remzi Kitabevi

[12]Doç.Dr.SaitAşgın-Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı:50

[13] Sabahattin Selek-Anadolu İhtilali/Cem Yayınları

[14] Turgut Özakman-Cumhuriyet/Bilgi Yayınları

[15] Turgut Özakman Cumhuriyet /Bilgi Yayınları

[16] Tahir Tamer Kumkale-Atatürk’ün Ekonomi Mucizesi/Pegasus Yayınları

[17] İşte o teşviklerden bazıları: Parasız arsa temini, arazi vergisi, kazanç vergisi, maktu zam vergisinden bağışıklık, sınai kuruluşların yapı malzemesi ile makine ve gereçlerinin yurtiçi denizyolu ve demiryollarında yüzde 30 indirimli olarak taşınabilmesi, bu indirimden yararlanmayanlara da aynı tutarda prim verilmesi (Yolsuzluğun Ekonomi Politiği/Halil Nebiler)

[18] Hüseyin PervizPur-Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türkiye’nin Borç Prangası/Otopsi Yayınları

[19] 25 Şubat 1925 tarihinde TBMM gündemine alınan bir yasa ile reji idaresi kaldırılmış ve bu idarenin tütün imtiyazına son verilmiştir. (Kaynak: Işıl Çakan İbrahimoğlu, Devrimci Meclis II.TBMM (1923-1927)-Kırmızı Kedi Yayınları

[20] Okan Gökay Emgengil-Türk Devriminin Yol Haritası ve Avrasya Rotası, Asya-Şafak Yayınları

[21] Şevket Süreyya Aydemir-Tek Adam/Remzi Kitabevi

[22] Doğu Perinçek- Altı Ok, Kaynak Yayınları

[23] Tahir Tamer Kumkale-Atatürk Mucizesi, Pegasus Yayınları

[24] Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam’da, 1927-1930 yılları arasında Sovyet bilginlerinin Türk ziraatı üzerinde değerli ve bilimsel incelemeler yaptıklarını, Prof. Orlof başkanlığındaki teknik heyetin, Türkiye sanayinin kurulması için birinci 5 yıllık plana esas raporlar hazırladığını, Sovyetlerin Kayseri ve Nazilli fabrikalarını yok pahasına kurduklarını yazıyor. Yazar, İnönü’nün bu seyahatinden sonra, 8 milyon altın dolar değerinde ve o güne göre son derece önemli bir yardımın da alındığını da belirtiyor.

[25] Turgut Özakman-Cumhuriyet Türk Mucizesi

[26] Tekin Yayınevi

[27] Firdevs Gümüşoğlu-Ülkü Dergisi ve Kemalist Toplum, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

[28] Falih Rıfkı Atay-Kurtuluş, Pozitif Yayınları

[29]Mustafa Aysan-Atatürk’ün Ekonomi Politikası, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

[30] Ali Nejat Ölçen-Halk TV Söyleşi Programı

[31] Mustafa Aysan-Atatürk’ün Ekonomi Politikası, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

[32] Abidin Daver- Altıok adlı kitapta yazılı makalesinden… Altıok-Yayına Hazırlayan Şaduman Halıcı ve Murat Burguç, Kaynak Yayınları

[33] Cazim Gürbüz-Atatürk Ekonomi ve Milliyetçilik, Nergiz Yayınları

[34] Özer Özçelik-Güner Tuncer, Sosyal Bilimler Dergisi

[35] Doç.Dr.H. Çağatay Keskinok, Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı 178

[36] Tekin Alp-Kemalizm, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

[37] Sinan Meydan- Akl-ı Kemal Cilt 3, İnkılap Kitabevi

[38]Coşkun Faik Kavala, 1917 Siyah-Beyaz Devrim adlı kitabından yararlanıldı, özetlendi.

[39]Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi, Bilgi Yayınevi

[40] Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi, 2.Kitap

[41] Prof.Dr.VecdetErkun, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı:42, Kasım 1998

[42] www.aoc.gov.tr

[43] Selahattin Babüroğlu-Anılarımdan Kesitler/Kendi Yayını

[44] Sinan Meydan-Akl-ı Kemal/İnkılap Yayınevi

[45]Ord.Prof.Dr.Reha Oğuz Türkan-Türkçülüğün Yeni Hedefleri/IQ Yayınları

[46] Berfin Bahar Dergisi, Sayı 152, Ekim 2010

[47] İsmet Bozdağ-Celal Bayar Anlatıyor Bilinmeyen Atatürk/Truva Yayınları

[48] www.inkilap.info

[49] Mustafa Aysan-Atatürk’ün Ekonomik Politikası, Toplumsal Dönüşüm Yayınları

[50] http://www.beyazfil.8k.com/1923-1960%20T.C.nin%20ekonomik%20Tarihi.htm

[51] Cahit Kayra, anılarını topladığı “38 Kuşağı” adli kitabında, bu devalüasyondan sonra, Maliye Müfettişi olarak Suriye sınırında, ülke dışına altın kaçıp kaçmadığını incelemek üzere görevlendirildiğini anlatır. Oysa altın Suriye’de ucuz, Türkiye’da pahalıdır, Ankara’dakilerin telaşı boşunadır.

[52]Tanınmış iktisatçı ve DP’den İstanbul milletvekili olarak parlamentoya giren Ahmet Hamdi Başar’ın, 1951 Mayıs’ında DP Grubu’na sunduğu 300 maddeden oluşan “Milletçe Kalkınma Plânı”, sert tepkilerle karşılanmış ve devletçi bir anlayışa sahip olmakla suçlanmıştı. Başar’ın DP’den ayrılmasına yol açan bu durum, DP’nin 1954 yılından itibaren giderek artan ekonomik bunalımlara düşmesinin de en önemli nedeni olmuştu.

[53] Eyüp Avcı: http://eypavci.blogspot.com/2010/12/1960-1978-aras-turkiye-ekonomisi.html

[54] Özalizmin ve Çiller’in bu iddiaları bir kısım solu da etkiledi. 2001 krizinin kurtarıcısı olarak takdim edilen Kemal Derviş “Liberal sol” diye ucube bir kavram ortaya attı. Bugünün bazı sosyal demokratları kamu işletmeciliği konusunda aynen liberaller gibi düşünüyorlar. Sözgelimi 2011 yılında kurulan SODEP’in (Sosyal Demokrat Parti) programında şu ifadeler var: “Devlet işletmeleri ilkesiz-çıkarcı siyasetçilerin, tekelci büyük sermayenin, yüksek bürokrasinin ve işçi sınıfı aristokrasisinin çöplendiği ve gürbüzleştiği yerdir. Ekonomide devlet işletmeciliği hızlı kalkınmada ayak bağıdır. Onun için, ekonomik kaynakların daha verimli değerlendirilmesi, talan imkânlarının daraltılması ve devletin temel görevlerini daha iyi yapması için, piyasa malı ve hizmeti üreten devlet işletmelerini özelleştireceğiz.”

Aynı parti, aynı programın bir yerinde ise “Çalışanların yönetime katılımını özendireceğiz. Hem verimi hem kaliteyi artıran gönüllülüğe dayalı bir iş demokrasisini hayat geçireceğiz.” diyor. Özel sektör işletmelerinde bunun olamayacağını aklı başında herkes bilir. Ülkemizde tek örneği de yoktur. Özel sektör bürokrasisi dışında, sermaye, işine kimseyi karıştırmaz, bürokrata da bir yere kadar izin verir. Çalışanlar ancak devlet işletmelerinde yönetime katılabilirler. Özerk Devlet İşletmelerinde talan olmayacağı gibi, katılımcı yönetim de olur.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir