ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜNE AĞLADIĞI MİLLİ EĞİTİM BAKANI MUSTAFA NECATİ

Düşünceleri, yaptıkları ve ölümüne ilişkin gerici iddialarına yanıt

DEVRİMİN ÇOBAN YILDIZI

Yaşamını kitaplaştıran yazar Cumhur Utku’nun ona taktığı ad: “Devrimin Çoban Yıldızı.”

Öğretmen, avukat, milletvekili, adalet bakanı, eğitim bakanı, her şeyden önce bir devrimci… Kısa süren bir yaşam serüveninde millet aşkıyla ne kadar şey yapılabilirse, Mustafa Necati Bey çok daha fazlasını yaptı.

1894’te İzmir’de dünyaya gelen Mustafa Necati, burada eğitim hayatına başladı. Üniversiteye kadar İzmir’de eğitimini sürdürdükten sonra İstanbul’a giderek İstanbul Hukuk Okulu’nda üniversite eğitimini aldı.

1. Dünya Savaşı yıllarında İzmir’de eğitimcilik, avukatlık ve gazetecilik yaptı, Özel Şark İdadisi okulunu kurdu

Ülkemizin köklü futbol camialarından Altay Spor Kulübü’nün kurucuları arasında yer aldı.

İtilaf Devletleri tarafından işlerine son verilmeye çalışılan demir yolu işçilerinin hakkını korumaya çalıştı.

Aydın-Kasaba demir yollarında hukuk müşavirliği yaptığı sırada, işçilerin hakkını korumak için İzmir Demir Yolları İslâm Memurini Teavün Cemiyeti’ni kurdu.

İzmir’in işgalinden sonra Balıkesir’e gitti, Kuvayı Milliye kumandanlığı yaptı ve Yunan kuvvetlerine karşı güçlü bir direniş sergiledi.

TBMM 1. Dönem Saruhan milletvekili oldu. Aynı zamanda sırasıyla Sivas, Kastamonu, Amasya istiklal mahkemelerinde görev aldı.

Himaye-i Etfal Cemiyeti’ni (Çocuk Esirgeme Kurumu) kurdu. Kızılay, Gençler Derneği, Öğretmenler Örgütü gibi toplulukların çalışmalarına destek verdi.

TBMM 2 ve 3. Dönem İzmir milletvekili oldu. Bu sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekâleti’nin kurulmasına öncülük etti ve başkanlığını yaptı.

Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi sırasında mübadiller ülkeye deniz yoluyla taşınacaktı. Bu amaçla bir ihale açılmış, ihaleyi İtalyanlar kazanmıştı. Mustafa Necati Bey, bu durumu Türkiye’nin bağımsızlık ilkelerine ve ekonomik çıkarlarına uygun bulmadı; bu ihalenin iptal edilmesi ve taşımanın Türk gemileri ile yapılmasını sağladı.

1924’te Adalet Bakanı oldu ve laiklik ilkesine ters düşen şer’i mahkemeleri kapattı.

MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI: AZ ZAMANDA YAPTIĞI OLAĞANÜSTÜ İŞLER VE ÖĞRETMENLER

Milli Eğitim Bakanı oldu ve yaptığı sayısız devrim ve yeniliklerle Türkiye Cumhuriyeti’nde Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte eğitime en büyük gelişmeyi kaydettiren insan oldu. Bu yenilikler arasında çıkardığı kanunla öğretmenlerin haklarını genişletmek ve “Maarif hizmetinde asıl olan öğretmenliktir” hükmü ile öğretmenliğin itibarını arttırmak da bulunuyor.

Mustafa Necati, “Öğretmenleri, müfettişleri yetiştirmek için pek çok kurs ve hizmet içi kursları açtırmıştır. Bir yandan eldeki olanakları düzeltmeye çalışırken, devrimleri de kararlılıkla uygulamaya çalışmıştır. Kız, erkek meslek okullarına, ortaokul ve lise, öğretmen ve ilkokullara müfettiş yetiştirmek üzere Avrupa ve çeşitli ülkelere öğretmen ve öğrenci göndermiştir. Ortaokullara çeşitli dallarda öğretmen yetiştirerek müfettiş ihtiyacını karşılamak, araştırmalar, incelemeler yaparak sonuçlarını yayınlayarak, yeni eğitim akımlarını, yöntemlerini izleyerek okullara yayılması için Gazi Öğretmen Okulunun kurulmasını da sağlamıştır.”[1]

10 bölge merkezinde öğretmen okulları kurdu. Bu okullardan biri de Balıkesir Necatibey Muallim Mektebi’dir. Ve öğretmenlerin arkasında kale gibi duruyordu. İşte bu dediğimize ilişkin son derece çarpıcı iki örnek:

Ihtık’taki Seyfi Öğretmen:

“Milli Eğitim Bakanı, özel kalem müdürü Cemil Bey’e ‘Bu bir süre daha bende kalsın’ diyerek önündeki dosyayı geniş masasının köşesine itinayla koydu. Büyük boy zarfın üzerinde ‘Kemah/Ihtık Bucağı Öğretmeni Seyfi Bey hakkında…’diye kırmızı kalemle yazılmış not vardı.

Dosya, Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin masasının üstünde on beş gündür bekliyor, özel kalem müdürü de buna şaşıyordu. Gerçi biraz da memnundu; dosyanın günlerce masada beklemesi Cemil Bey’in işine geliyor, sonucu öğrenmek için telefon edenlere işlemde deyip kestirip atıyordu. Şaşırması da bu kadar tez canlı olan Necati Bey’in bu dosyayı bu kadar süredir masasında bekletmesinden dolayıydı.

Ihtık, Erzincan’ın Kemah ilçesine bağlı bir bucaktı. İsmi değişip Bozoğlak olmasına karşın hem halk hem de devlet görevlileri bir türlü alıştıkları Ihtık’tan vazgeçememişlerdi. Rüzgâr almayan kuytu yer anlamına gelen bu isim, yüz hanelik köyün etrafını çevreleyen dağlar nedeniyle gerçekten ona yakışıyordu.

Seyfi Öğretmen iki yıldır bu köyde görev yapıyordu. Elli beş çocuğun eğitim ve öğretimini köylülerin imece usulüyle eski ahırı onarıp sağlamlaştırdıkları bir derslikli okulda üstleniyordu. Ihtıklılar kendileri gibi dini bütün olmasa da seviyor, destekliyorlardı Seyfi Öğretmeni. Öğretmen okulunda doğru dinî bilgileri aldığı ve psikoloji dersleri okuduğundan, yöre halkına kendini sevdirmeyi bilmişti.

Bütün bunlara karşın, öğretmenin cami imamı Zeki Hoca’yla geçinememesi ve hocanın her fırsatta onu bucak müdürüne şikâyet etmesi şaşılacak bir durum değildi. Seyfi Öğretmenin ise şikâyet etme huyu yoktu. Müdürle karşı karşıya gelmelerinin nedeni, yaptığı anlamlı bir şakadan ibaretti. Bir gün bucak meydanında köylülerle topluca sohbet ederken, konu suyu akmayan köy çeşmesine gelmişti. Özellikle yaz aylarında suyu olması gereken, sorumlu olanların ilgi göstermediği çeşmeden köylülerin yakınmasına karşılık, Seyfi Öğretmen:

‘Suyun neden akmadığını bucak müdürü, her şeyi bilen Zeki Hoca’ya sorsun. Zeki Hoca, suyun her yıl ilkbaharda hacca gidip, sonbaharda hacdan döndüğünü söyleyiversin kendine’ demiş, herkes kahkahalarla gülmüş ve bu dedikleri valinin kulağına kadar da gitmişti.

Ihtık bucak müdürü, Kemah kaymakamına yazı yazarak, öğretmenin eğitim ve öğretim dışındaki işlerle ilgilendiğini, bucak müdürünün isteklerini yerine getirmediği gibi, köylüleri de kendisine karşı kışkırttığını bildirmişti. Zeki Hoca şimdilik bu yazıdan hoşnut gözüküyordu… Müdür, öğretmeni kendi yanına almayı beceremediği gibi aksine, bucakla ilgili bütün sorunlarda öğretmen, köylülerle birlikte düşünüyor ve hareket ediyordu. Kısacası sorun, önderlik sorunuydu. Kaymakamın köye gelmesini beklediler ama günler geçti gelen giden olmadı. Kaymakam yerine inceleme yapıp olaylara karışacağı yerde, Seyfi Öğretmenin köylüleri bucak müdürüne karşı kışkırttığına dair valiliğe bir yazı yazmıştı. Valiyse kendi başına öğretmene karşı bir şey yapmak istemediğinden konuyu incelemeden öğretmen hakkında hazırlanan dosyayı Dahiliye Vekalet’ine yollamış, Dahiliye Vekaleti de gereği yapılmak üzere Maarif Vekaletine göndermişti.

Mustafa Necati, dosyaya ne yapılacağını kimseye söylememişti. Bu süre içinde önce öğretmeni, mezun olduğu okulu, kaymakamı, valinin kim olduğunu ve bucağın nüfus bilimine ve coğrafi yapısına kadar gereken her şeyi incelemişti. O gün özel kalem müdürünün dosyayı almak istemesi üzerine, ‘Dur’ dedi ‘Dosyayı artık İçişleri Bakanlığı’na geri göndermek için yazı yazabilirsin.’ Yazının en son bölümü şöyle olsun: ‘Erzincan İlindeki Dâhiliye Vekaletine bağlı sıralı mülkî idare âmirleri, adı geçen öğretmenime bir daha böyle haksız davranışlarda bulundukları takdirde onları görevlerinden almanızı rica ederim.’ Ayrıca Seyfi Öğretmene onu bilgilendirici şöyle bir yazı yazın: ‘Hakkınızda tutulan dosya vekaletimize gelmiş olup, dosyanız, Dâhiliye Vekaletine ekteki yazı ile iade edilmiştir. Davranışlarınızı bu duruma göre düzenlemenizi rica eder, gözlerinizden öperim.’

Hemen her iki yazıyı da hazırlayın, çıkmadan imzalamak istiyorum. Zaman geçirmeden de işleme koyun lütfen’ diye ekledi.

Özel kalem müdürü, vekilin söylediklerini not alırken gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Müsteşar Nafi Atuf Bey, bir aydır bu dosyayı ne yapacağını bilememiş, dosya bir iki kez İçişleri Bakanlığı ile aralarında gidip gelmiş, ancak on beş gün önce bakana çıkabilmişti. Şimdi herkes rahatlayacaktı.”[2]

Hastane arayan Başöğretmen Cengiz Bey ve Mustafa Necati

“Bakanlığın bahçe kapısından içeri giren araba, her zamanki gibi bina merdivenlerine kadar giderken birden orta yerde durdu. Mustafa Necati, gördüğü manzara karşısında aceleyle şoföre ‘Dur dur dur!’ diye bağırdı. Arabadan indi ve bahçe duvarı dibindeki bankın önünde duran kişiye doğru ilerledi.

Kıvranmaktan iki büklüm olmuş, önündeki banka oturamayan, gözleri kan çanağına dönmüş kişi Şarkışla’nın İstiklal Okulu Başöğretmeni Cengiz Bey’di. Böbrekleri tutmuş, bir kağnıyla Kayseri’ye, oradan trene atlayıp sabah Ankara’ya ulaşmıştı. Nereye gideceğini ve nasıl davranacağını bilmediği için istasyonda hastane yerine Millî Eğitim Bakanlığını sormuştu ve Ulus’taki binanın bahçesine gelmişti. Niyeti mesaiye gelecek memurlardan birine durumunu anlatıp nereye gitmesi gerektiğini öğrenmekti. Böbrek sancısından temelli kurtulmak istiyordu. İki gündür kıvranmaktaydı. Arabadan inip yanına gelen adamın şimdiye kadar yüzünü görmediği Milli Eğitim Bakanının kendisi olduğunu bilmiyordu.

‘Siz kimsiniz?’ diye sordu Necati.

‘Öğretmenim, Kayseri’den geliyorum’ dedi Cengiz Öğretmen.

‘Öğretmen burada böyle durmaz Kardeş, hem de hasta bir öğretmen, hiç durmaz’ dedi.

Cengiz Öğretmen, burada durmanın yasak, böyle sersefil bulunmanın ayıp olduğunu, bahçede düzeni sağlayan kişinin kendisini biraz sonra gelecek vekile göstermek istemediğini sanıp ayağa kalktı ve ‘Peki giderim o zaman’ dedi.

‘Bir dakika’ dedi Necati ‘Bir yere gidemezsin… Öğretmen kardeşime yardım edin de benim odada baş başa görüşeyim’ dedi oraya merakla gelen diğer memurlara.

Kollarına giren iki kişi onun merdivenleri çıkmasına ve bavulunu taşımasına yardım ederek Mustafa Necati’nin odasındaki koltuğa oturttular. Cengiz Öğretmen ancak şimdi vekille konuştuğunu anlamıştı. Onun odasına geldiğine utanmış ama sancısı diğer duygularını bastırdığı için bu utancı uzun sürmemişti. Mustafa Necati, çaylarını karşılıklı içerlerken Cengiz Öğretmenin bütün sıkıntısını ve durumunu öğrenmişti. Saymanı çağırttı ve sağlık ödeneğinden ameliyat olacak şekilde paranın bugün hemen çıkmasını emretti. Bu kez iyice utandı Cengiz Öğretmen.

‘Yok istemez, param var, hazırlıklı geldim’ dedi.

Mustafa Necati, ‘Biliyorum’ dedi. Bu arada bir memur gelip yataklı vagondan yer ayrıldığını söylediğinde neler olduğunu pek anlamamıştı öğretmen. Sürekli ‘Sayın Vekilim, sizin bu kadar zamanınızı aldım. Kusura bakmayın’ gibi özürler dilerken Necati kaşla göz arasında yazdığı pusulayı bir zarfa koyup uzattı:

‘Al bu zarfı. İçinde İstanbul Cerrahpaşa Hastanesi başhekimine yazdığım yazı var. Sana bakacaklar ve iyileşeceksin, merak etme’ dedi ve özel kaleme seslendi,

‘Araba hazır olsun!’

Cengiz Öğretmen vekilin arabasıyla gara geldi ve yataklı kompartmana yerleşti. Onu getiren bakanlık memuru hastayı demiryollarından bir başka memura emanet etti. Tren Polatlı’yı geçip bozkırın içinde ağır ağır, dumanlar salarak ilerlerken Cengiz Öğretmen böbrek sancısının dindiğini fark etti. Gördüğü yakın ilgiden heyecanlanmış, acısını unutmuştu.

Haydarpaşa’da önceden tembihlenmiş bir kişi onu aldı ve Cerrahpaşa’ya götürdü. Başhekimin odasının önünde sırasını bekledikten sonra içeri alındı ve çıkarıp verdi hekime bakanın mektubunu.

‘Hiç tasalanma, ameliyatın yapılacak ve bu dertten kurtulacaksın’ dedi başhekim.

Temiz bir odada üç gün bakıldıktan sonra ameliyat oldu. Ameliyatın ertesi günü, başhekim hasta koğuşuna onu ziyarete geldi ve Milli Eğitim Bakanı’nın geçmiş olsun dileklerini iletti. Diğer hastalardan utanmıştı. Başhekim dâhil herkes onu, vekilin çok yakın birisi sanıyordu. Bakanın yakını değil, emrinde bir öğretmen olduğunu söylemek gereksinimini duydu. Yirmi gün sonra taburcu oldu, trenle Ankara’ya döndü.

Teşekkür için bahçe kapısından girmek üzereyken, gene ilk günkü gibi arabasıyla bakanlığa giren Mustafa Necati onu gördü.

‘Vay Cengiz Öğretmen kardeşim. Seni çok iyi gördüm. Gel hem iş yapalım hem de biraz dertleşelim’ diyerek elinden tuttu ve odasına götürdü.

‘Böbreğinin birini almışlar. İstersen seni artık kente alalım, ne dersin?’   

‘Teşekkür ederim efendim. Sizi idealiniz olduğu gibi benim de idealim köy ve köylü çocuklarıdır. Köyde çalışmayı yeğlerim’ dedi Cengiz Öğretmen.”[3]

Mustafa Necati ve öğretmenler bağlamında böyle öyküler pek çok. Biz yalnızca ikisini aldık.

Mustafa Necati Bey öğretmen ve öğrencilerle

Devam edelim bu büyük insanın yaptıklarına:

Eğitimin ücretsiz olması yolunda önemli adımlar attı ve orta öğretimi parasızlaştırdı. Okul kitapları bakanlık tarafından basıldı.

Yabancı okulları denetim altına alarak ülkenin bağımsızlığını korudu.

Harf Devrimi de Mustafa Necati Bey’in eğitim bakanı olduğu dönemde gerçekleşti.

Üç yılda 1 milyon kişinin okuryazar olmasını amaçlamış, hedeflediği rakamın 200 bin kişi daha fazlasına erişmiştir.

“Mustafa Necati bakan olduktan sonra ilk iş olarak bir ‘Heyet-i İlmiye’ (Bilim Kurulu) toplamış, bu kurulun bütün toplantılarına kendisi de katılarak geceli gündüzlü çalışmalarla yeni bir Genel Eğitim Kanunu Tasarısı hazırlatmıştır. Bakanlığın tasarı 24-28 Ocak tarihleri arasında Bakanlar Kurulunda görüşülerek onaylanmıştır. 20 Mart 1926 yılında kesinleşen bu yasaya göre, eğitim politikasını oluşturmak için Eğitim Bakanlığı bünyesinde iki bilimsel kurul oluşturulmuştur. Birisi dil ve diğer bilimsel sorunlarla uğraşacak ‘Dil Heyeti’ diğeri ise eğitim-öğretim işleriyle uğraşacak olan ‘Talim Terbiye Dairesi’dir.  Bunun yanı sıra Maarif Eminlikleri de kurulmuştur.

Mustafa Necati’ye göre eğitimin amacı, yeni nesli bedenen ve fikren olduğu kadar seciye ve millî heyecan yönünden de yeni hayata ve demokrasinin gereklerine hazırlamaktır. Türk kültürü bu şekilde içinde bulunduğu uygarlık içinde yüksek bir yer elde edecekti. Bakan olduğu dönemde sık sık görülen öğrenci grevleri ve çeşitli disiplinsizlikler karşısında, okullarda kuvvetli ve bilinçli bir disiplin ve erdemli bir manevî hayatın hâkim olmasını istemiştir. Yeni Türkiye devletine devamlı bir eğitim politikası oluşturmaya çalışmıştır.

Türk millî eğitimini yeni bir yörüngeye getirmeye çalışan Mustafa Necati yazı alanındaki devrim ve dil alanındaki gelişmeler için yaptıklarını özetlerken eğitim politikasının ne yönde gelişeceğini de belirlemiştir. Eğitime, millî eğitime getirdiği gelişmenin batı çizgisinde olduğu, eğitim sisteminde istikrarın önemi ve öğretmenlik mesleğinin genel durumunun yükseltilmesi gibi çalışmaları bunların başındadır. Fakat en önemli çabalarından birisi de laik öğretimin uygulamaya geçmesi için verdiği mücadeledir. İlk ve orta öğretimde karma öğretimi uygulamış ve uygulanması için büyük çabalar göstermiştir.

Cumhuriyet’in ilân edilmesiyle beraber ülkemizdeki büyük okuma yazma bilmeyen kitlenin cumhuriyet ilkelerine göre nasıl yetiştirileceği en azından nasıl okutulacağı tartışılmaya başlanmıştı. O dönemden itibaren yapılan uygulamalardan biri de ‘Halk Mektepleri’ ya da ‘Halk Dershaneleri’nin kurulması olmuştur. Mustafa Necati’nin oluşturduğu yeni eğitim örgütünde bakanlığa bağlı bir Halk Eğitim Birimi kurulması önemli bir gelişmedir.

Bu dershanelerin kuruluşu 1927 yılı içerisinde tamamlanmıştır. Açıldıktan sonra sayıları oldukça artan bu dershanelerde büyük halk kitlelerinin okuma-yazması gerçekleştirilmiştir. Harf Devriminden sonra ise bu dershanelerin ‘Millet Mektepleri’ adı altında örgütlenmesi ve işlevinin daha ziyade halkta yeni harfleri öğretmek olarak belirlenmesi kesinleşmiştir.

Mustafa Necati dil devriminin başarıya ulaşması için büyük çabalar göstermiştir. Onun bakanlığı döneminde kurmuş olduğu Dil Komisyonunun çalışmaları devam etmiştir.”[4]

“Mustafa Necati tarafından gerçekleştirilen idarî değişiklikler ve seçilen elemanların kişilikleri sayesinde Eğitim Bakanlığı düzenli çalışan bir makine haline gelmiştir. Bu devrede Eğitim Bakanlığının yüklendiği işlerin içeriği ve genişliği, ilk bakışta insanı hayrete düşürüyor. Bu faaliyet, geri kalmış bir memlekette, cidden iş yapmak isteyen bir eğitim bakanlığının kendi çalışma alanını aşan ne çetin sorunlarla uğraşmak zorunda kaldığının iyi bir örneğini vermektedir. Okul kitaplarını kendi uzmanlarına sadece yazdırmak değil, onların basılmasını da eğitim bakanlığı üzerine almak zorunda kalmıştır. Bunun için devlet matbaasının sermayesi artırılmış, yeni makineler satın alınmıştır. Bu makinelerin dışarıdan satın alınması işiyle de eğitim bakanlığı uğraşmıştır. Memlekette okul levazımatı hazırlayan bir sanayinin kurulmasını bile Eğitim Bakanlığı kendi işleri arasında görmüştür. Bunun için özendirici kararlar almış, sergiler düzenlemiştir. Öğretmenlerin mesleki bilgilerini artırmak, onları yeni eğitim hareketlerinden haberli kılmak için dergiler yayımlamak, bunları öğretmenlere dağıtmak işini de Eğitim Bakanlığı omuzlarına almıştır. Terbiye Dergisi, Maarif Vekaleti Dergisi, haftalık bir Halk Gazetesi bu yayınlar arasında yer alır.[5] Doğudan ve Batı’dan yapılacak kitap çevirilerini de Eğitim Bakanlığı örgütlemiştir. Bu kitapları çevirenlere, basanlara çeşitli yardımlar yapılmıştır. Güzel sanatların gelişmesi için, önlemler alınması, uzmanlar getirilmesi, Türkçe’nin arıtılması için girişilen çalışmalar da gene Eğitim Bakanlığının işi sayılmıştır.”[6]

Peki bütün bunları nasıl yapabildi Mustafa Necati? TED Bilim Kurulu Üyesi Dr. A. Ferhan OĞUZKAN bu konuda şunları söylüyor: “Mustafa Necati, birbirinden önemli bu işleri 3 yıl 11 gün gibi kısa zamana nasıl sığdırabilmişti? Ülkenin malî kaynaklarının çok sınırlı, Bakanlığın merkez ve taşra örgütlerinin çok yetersiz bulunduğu, halkımızın henüz savaşın yorgunluğunu ve acılarını üzerinden atamadığı bir dönemde çetin eğitim sorunlarının nasıl üstesinden gelebilmiştir? Ve TBMM’de her atacağı yeni bir adımı kuşku ile karşılayan, harcadığı ve harcayacağı her kuruşun hesabını soran ve birçok durumda olumsuz tutumlar takınan milletvekillerini önerdiği girişim ve atılımları kabule nasıl razı edebilmiştir? Bu ve buna benzer daha başka sorular akla gelebilir? Bu sorulara cevap ararken O’nun bakan olarak büyük başarısının sırlarını çözmek de mümkün olabilir sanıyorum. Bu başarıda her şeyden önce onun seçkin kişiliğinin ve genel tutumunun büyük payı olduğunu düşünüyorum. Evet, O, her şeyden önce, sağlam bir kişiliğe ve kavrayışlı bir zekâya sahipti. Çalışkan, özü sözü bir, özveride bulunmayı seven bir kimse idi. İşleri planlı bir biçimde düzenlemek, yürütmek ve izlemek isterdi. Birlikte çalışacağı kimseleri dikkat ve isabetle seçmesini iyi bilirdi. Çalışma arkadaşlarına karşı, özellikle kendi alanlarında uzmanlaşmış kimselere karşı saygılıydı; onların düşünce ve eleştirilerine değer verirdi. Mustafa Necati’nin başarılı icraatında Mustafa Kemal başta olmak üzere zamanın ileri görüşlü devlet adamlarının, komutanların, birlikte çalıştığı inançlı ve özverili eğitim yöneticilerinin ve kimi aydınların birer birer payı olduğu kesindir. Bununla birlikte, O’nu çok başarılı bir Eğitim Bakanı yapan başlıca etmenler arasında tartışılmaz yurtseverliğini, üstün İnsanî niteliklerini, eğitim ve öğretim konularına karşı duyduğu derin ilgiyi, yaradılıştan gelen önderlik (liderlik] yeteneğini ve öğretmenlere beslediği engin sevgiyi saymak gerekir.”[7]

ATATÜRK DEVRİMLERİ NEDEN HEP ÜSTYAPI DEVRİMLERİYDİ? ŞEVKET SÜREYYA, NİZAMETTİN NAZİF VE MUSTAFA NECATİ

1968 kuşağının sol tarafının en çok tartıştığı konulardan biri bu idi… “Atatürk bir üstyapı devrimcisi idi, oysa asıl devrimler altyapı devrimleridir, onları yapmamış, yapamamıştır…” diyorlardı. Kimileri daha da ileri gidiyor: “Atatürk bir gardırop devrimcisidir, kılık kıyafet o kadar…” küçümsemesine cüret ediyorlardı. Bu küçümseyiciler şunu da ekliyorlardı: “Onun Mustafa Kemal tarafı büyüktür, Atatürk tarafını geçiniz…”

Oysa ki aslında bu tartışma tee 1920’li yıllarda yapılmış. Yanıtı da Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı ve Türk Devrimi’nin Çoban Yıldızı Mustafa Necati Bey tarafından verilmişti.

Nasıl verilmiş, onu Turgut Özakman’ın belgesel romanı Cumhuriyet’ten okuyalım:

“Mustafa Necati Bey, bakanlıktan erkence çıktı. Hava almak için ağır ağır yürüdü, Ankara Palas’a geldi. Bir tuhaflığı vardı. Salonun yarısı hanımlarla doluydu. Arka bölüme geçti. Gazeteciler Ankara Palas’ta bekliyor, Meclis’le, hükümetle ilgili özel haberleri buraya gelen milletvekillerinden, bakanlardan, yüksek bürokratlardan derlemeye çalışıyorlardı.

Mustafa Necati Bey’in çevresini aldılar. Bir masaya oturup sohbete daldılar. Ne olup bittiğini anlamak için Ankara’ya gelmiş olan gazeteci Nizamettin Nazif Bey (Tepedelenlioğlu) ‘Bütün devrimlerimiz üstyapı devrimleri…’ dedi, ‘…altyapı devrimlerini yapamadık. Sorularımızın neden bu.’

Mustafa Necati Bey doğruldu:

‘Toplumsal olayları çözümlemek kolay değil dostum. Hele önyargıyla, ideolojik kalıplara vurarak gerçeği yakalamak daha da zor. Ben sana durumumuzu çok kısa anlatacağım. Altyapı diyorsun ya, onun da bir altyapısı var. Ne o? İnsan. Toplum ilkel, geri, cahil ise altyapı-üstyapı tartışmalarının ne anlamı olur?

Önce insan!

Sovyet Rusya, sistemini uygulayabilmek için birçok insanı sürgüne yolluyor, zindana atıyor, öldürüyor, kan dökerek yerleştirmeye çalışıyor. İtalya da yıldırma, saldırı, korkutma yöntemi kullanarak herkesi sindirdi.

Biz öncelikle çağdaş, yurtsever, bilinçli, okur-yazar, dünyadan haberli, düşünmeyi bilen özerk yeni insanı, Cumhuriyet bireyini, bu yeni insanlardan kurulu yeni toplumu, Cumhuriyet toplumunu oluşturmak için çabalıyoruz. Yoksa orta çağda çakılı kalacağız.

Siz milli mücadele döneminde Ankara’da yaşamış bir vatanseversiniz. Vatanın emperyalizmin kanlı dişleri arasından nasıl kurtarıldığını yaşadınız. Şimdi milleti orta çağın pençesinden kurtarmaya geldi sıra. Uyanmış halkla birlikte kalkınmak için birçok ol ve yöntem bulunur. Başarılar kolaylaşır. Gelecek güvence altına alınır. Uyanmamış halkla ne yapılabilir?

Ama halk lehine birçok şey başarıldığını da söylemek istiyorum. Salgın hastalıklarla mücadele eden doktorları, cehaleti yenmek için çırpınan öğretmenleri, sığır vebasını bitiren veterinerleri, bataklıkları kurutan fencileri, dağları delen demiryolcuları, fidanlıklar kuran tarımcıları, toprak dağıtımı için çırpınan kadastrocuları görmenizi dilerim. Umarım durumu anlatabilmişimdir.’”[8]

Nizamettin Nazif, tam olarak ikna olmuş mudur ya da anlamış mıdır, onu bilmiyoruz. Ama uzaklarda, Fransa’da, devrimlerin anayurdunda bir yazar, Gerard Tongas, Kemalizm’i ve devrimlerini öyle bir anlamış ki, hakkını öyle bir vermiş ki… Bakınız ne diyor:

“Kemalizm on asra sığacak işi, on yılda başarmıştır.”[9]

Anlayan ve yazdığı değerli kitaplarda bunları anlatan birisi daha vardır, Şevket Süreyya Aydemir’dir o.

Şevket Süreyya Aydemir, Turancılıktan Komünizme, oradan da Kemalizm’e doğru evrilen ve Mustafa Necati ile birlikte çalışan birikimli ve bir büyük devrimci. Aydemir, Moskova’daki Doğu Halkları Üniversitesi KTUV’da öğrenim görür ve inanmış bir komünist olarak ülkesine döner. Ve hemen yoldaşlarıyla temasa geçerek faaliyetlere katılır. İki kez tutuklanır. İkinci tutuklanmasında cezaevinde gördükleri onu TKP’den koparır. Çıkar çıkmaz Ankara’ya gider. Millî Eğitim Bakanlığına başvurup Anadolu’nun bir yerinde öğretmenlik ister. Gelgelelim Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Kemal Zaim Sunel, ona Teknik Umum Müdürlüğü umum müdür yardımcılığı görevini önerir. Ve şöyle der:

“Eğer amaç proletarya davası ise biz milletçe proleteriz. Hangi memleket çocukları bizimki kadar muhtaçtır? Öyle bir işin içindeyiz ki, herkes dağarcığında ne varsa ortaya dökmelidir.”[10]

Sonra Bakan Mustafa Necati Bey’le de tanışır Şevket Süreyya Aydemir. Bakan takılır ona: “İstediğini yap arkadaş, ama bizim mektep çocuklarını sakın komünist yapma!”Aydemir de karşılığını verir: “Mektep çocuklarıyla işim yok Sayın Bakan, ama siz kendinizi koruyun.”[11]

Kahkahayı koparır Mustafa Necati Bey.

DEVRİMİN ÇOBAN YILDIZI MUSTAFA NECATİ’NİN ÖLÜM NEDENİ KUR’AN MIYDI?

35 yaşında hayatını kaybetti. Atatürk, Mustafa Necati Bey’in ölüm haberi ile büyük bir hüzne boğuldu ve gözyaşlarını tutamadı.

Mustafa Necati Bey, 1 Ocak 1929’da harf devriminin yaygınlaşması amacıyla millet mekteplerinin açıldığı günde apandisitinin patlaması ile hayatını kaybetti. Atatürk’ün yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay, Çankaya adlı kitabında “Atatürk’ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını bu ölüm akşamı görmüştüm. ‘Ne evlattı O’ diye hayıflanıyordu’” diye anlatır.

Başbakan İsmet İnönü Necati Beyin mezarı başında şunları söylemişti: “İnkılâpçıların ölürken kalanlardan ve yeni yetenlerden bir tek dileği vardır: cansız bileklerinde sallanan vazife bayrağının kavranıp daha yüksekte dalgalandırılmasıdır. Necati, aziz Necati; dileğin yerine getirilecektir.”

Mustafa Necati Bey’in ölümüne ilişkin olarak dinci-gerici, devrim karşıtı çevrelerin iddialarını ve yanıtlarımızı da sunalım:

Yeni Akit Gazetesi 15.02.2015

Nasıl ölmüş, hele bir bakalım. Kaynak Dr. Haluk Nurbaki:

“Rahmetli babam o zamanlar Konya’nın tek gazetesi olan ‘Babalık’ gazetesinin başyazarı idi. Ondan işittiğim şu olayı aynen naklediyorum: ‘Devrin ilk Maarif Vekillerinden (Milli Eğitim Bakanı) Mustafa Necati Konya’ya gelmiş ve Latin harflerinin üstünlüğünü(!) anlatmak üzere bir konferans düzenlemişti. Şehrin her tarafına yapıştırılan ilanlarda: “Eski Harflerle Birlikte Kur’an’ı da Tarihe Gömdük” yazıyor ve konferansın ertesi gün saat 10’da verileceği belirtiliyordu.

Akşam, mükellef bir ziyafet verildi. Yemekten sonra Bay Necati, ani bir apandisit krizine yakalandı ve hemen hastahaneye kaldırılarak ameliyat edildi. Gösterilen itinayı anlatmaya lüzum yok, bütün hastahane hatta Konya ayakta idi. Bay Necati kurtulmuş, fakat ne çare ki haddini aşarak Kur’an’a dil uzatmıştı.

Gece yarısı, imkânsız denebilecek bir şey oldu ve Bay Necati’nin yatağı yan demirinden kırıldı. Hasta yere düşmüş ve ameliyat yeri patlamıştı. Ertesi gün saat 10’da, yani konferansın yapılacağı bildirilen saatte öldü.’

Kur’an’ı tarihe gömmek isteyenler, tarihin en küflü sahifelerine gömüldüler…”[12]

Nurcu Zafer Dergisi’nde Büyük Doğucu Haluk Nurbaki böyle yazmış. Başka bir tanığı daha var mı bu olayın? Yok. Mustafa Necati’nin astırdığı afişlere dair bir belge, fotoğraf var mı? Yok. Babalık Gazetesi’nde babası bu olayı yazmış mı, yazısı duruyor mu? Hayır.

Peki kim bu Haluk Nurbaki. Dinci bir yazar, Necip Fazıl ile birlikte Büyük Doğu Hareketi’nin başlatan adam. 1961-1965 yılları arasında milletvekilliği yapmış Adalet Partisi’nden. Bir onkolog doktor, yani kanser uzmanı ama bu alanda bir cevvaliyeti yok, hatta “Sigara tek başına kanser yapmaz, stresle bir araya gelirse kanser yapar” diyen adam. İşi gücü din. Çok sayıda kitabı var, kasetlere alınmış çok sayıda sohbeti. Bu sohbetlerin birinde şunları söylüyor Haluk Nurbaki: “Efendimiz (s.a.v.), cüzzamlılarla oturmuş, sohbet etmiş ve hatta yemek yemiştir. Böylece cüzzamın zor sirayet ettiğini anlatmıştır. Fakat bir emriyle de onun bulaşıcı olduğunun unutulmaması gerektiğini bildirmiştir. ‘Cüzzamlılardan, aslandan kaçar gibi kaçınız’ şeklindeki emri ise, son derecede dikkat çekicidir. Bu emirdeki ‘aslan’ kelimesinin sırrı, sonradan anlaşılmıştır. Çünkü bu hastalığa yakalanan kimselerin yüz yapısı değişmekte ve bir aslanın yüzüne benzemektedir. Ve bu hastalığın modern tıptaki bir ismi de Facies Lionalis (Aslan Çehre)’dir.” 

Muhammed hem oturup yemek yiyor cüzzamlılarla hem de aslandan kaçar gibi kaçınız diyor. Hangisi doğru? Nurbaki ikisini de doğruluyor ve kılıf uyduruyor ama ikisinin de doğru olması, Muhammed’in çelişkilerle dolu olduğunu gösterir. Hem aslandan kaçar gibi kaçılmıyor şimdilerde, bilim o hastalığı yendi. Türkiye’de de bu hastalığı Prof. Dr. Türkân Saylan, yani dincilerin boy hedefi yaptığı bir Türk kadını yendi.

Nurbaki’nin zırvaları çok, iki tane daha örnek verelim:                                           

“Bir müminin ruh hastası olma olasılığı sıfırdır.”           

“Namaza durduğunda müminin secdeye odaklanır. Bu mesafe gözün dinlenmesi için en ideal mesafedir.”

Akıl ve bilim nerede, bu sözler nerede?

Mustafa Necati hakkında bir yazıyı da Dursun Gürlek adlı gerici yazar yazmıştır. “Karınca Huzura Varınca” adlı kitabının 88. Sayfasında şunlar yazılı: “Hüseyin Cahit Yalçın, İtalyan asıllı garazkâr bir papazın yazdığı İslam Tarihi’ni Türkçeye çevirerek gençliğin imanını zedelemeye vesile oldu.

Laona Kantiona adındaki koyu Katolik papazı ‘Şark Etütleri’, ‘İslam Tarihi’ adlı eserler kaleme aldı. Bu kitaplar vasıtasıyla Yüce Peygamberimize ve muazzez sahabelerine iftiralar etti, çirkin sözler sarf etti. Hıristiyanlığın yayılmasına en büyük engel olarak gördüğü İslam’ı temelinden sarsmak, saf zihinleri bulandırmak maksadıyla bu iftira nameyi karaladı. Hüseyin Cahit Yalçın, mal bulmuş mağribi gibi bu varakpareyi Türkçeye tercüme etti.

1924 yılından itibaren yayımlamaya başladı. Kitabın başında ‘Maarif Vekâleti Telif Tercüme Heyeti’nce kabul edilmiştir’ diye bir ibare bulunuyordu. Konuyu, o sırada yayımlanmakta olan Sırat-ı Müstakîm Mecmuası, gündeme getirmesine rağmen Millî Eğitim Bakanlığı’ndan ses seda çıkmadı. Hatta devrin Milli Eğitim Bakanı şu talihsiz sözleri söyledi: ‘Onların Kur’anlarını minarelerine kapatıp üstüne kilit vuracağım.’”

Olan şu aslında, o güne dek, dinbazlar aykırı hiçbir yayınla karşılaşmamışlar, yüzlerine ayna tutulmamış, gerçeklerle yüzleşmemişler. Bu yapılıp aykırı düşünce ve olguların yazılı olduğu bir İslam Tarihi ortaya gelince, orada yazılanları çürütmek için bir kitap yazmak yerine, böyle vaveyla koparmak istemişler. Gerekçeye bakınız: “Gençliğin imanı zedeleniyor”muş.

Ve Mustafa Necati’den de gerekli yanıtı almışlar.

Gelelim Mustafa Necati’nin Konya’da olduğu söylenen ölümüne. Acaba orada mı ve öyle mi? Yeğeni İsmail Uğural, şunları anlatıyor:

“Bu söylentilerin kimler tarafından ne maksatla çıkarıldığı açıktır. Milletvekili olan annem bir keresinde asker ağabeyimi ziyaret için askeri birliğe gider. Birliğin komutanı Albay kendisine soğuk davranır. Annem benim de bulunduğum odada, bunun sebebini sorar. Albay da aynı çirkin söylentiyle karşısına çıkınca şunları anlatmıştır:

Mustafa Necati’nin Eskişehir’de apandisti patladığı anlaşılınca hemen Atatürk’e telgraf çekilir. Gazi Mustafa Kemal de doktoru Ordinaryüs Profesör Neşet Ömer İrdelp’i bizzat görevlendirir ve aciliyetle duruma müdahale etmesini emreder. Ama iş işten geçmiştir. O dönemde Eskişehir-Ankara arasındaki mesafeyi almak öyle kolay değildir. Zehir kana karışınca Mustafa Necati için yapacak bir şey kalmamıştır. Yani Atatürk’ün en çok güvendiği ve en yakın bulduğu Mustafa Necati kimse tarafından, hele hele Atatürk’ün silah arkadaşı Fevzi Çakmak tarafından vurulmamıştır’…’”

Yahu Konya nere, Eskişehir nere? Biri yalan ama hangisi? Belli ki Konya. Ve bir başka yalan, TBMM’de konuşurken Kur’an’ı yere atıp ayaklarıyla çiğnemiş de Fevzi Çakmak da silahı çekip vurmuş. O da yalan, kuyruklu yalan. 

O ki sözü TBMM konuşmalarına getiriyorlar, yeğeni İsmail Uğural’dan bir TBMM konuşması anısı sunalım: “Yunan kuvvetleri Kütahya’ya dayanmıştır. Mecliste büyük bir moral çöküntüsü vardır. Hatta bir grup mebus Gazi Mustafa Kemal’in Başkumandanlık’tan alınması için meclise takrir (yazılı önerge) verir. Mustafa Kemal’in durumdan haberi olur. Gazi Paşa hemen Mustafa Necati’ye ulaşır. Kendisinin yetişeceğini Meclisi oyalamasını ister. Mustafa Necati 22 saat boyunca ayakta kalarak ve sadece su içerek konuşur. Bu kadar uzun bir süre konuşmayı sürdürmek için de Kordonboyu’nun güzelliğinden tutun da doğduğu yer Eşrefpaşa ile ilgili anılarına varıncaya dek aklına ne gelirse söyler. Şiirler okur. Kürsüye hücum ederler, ama o inmez. Ve sonunda Mustafa Kemal yetişir, meclisi ikna eder. Millî mücadele devam eder” [13]

Evet o soruları yeniden soralım: Konya’da mı rahatsızlanmış, Eskişehir’de mi? Konya’da mı ölmüş, Ankara’da mı?

“Antalya Bugün” adlı internet gazetesinde şunlar yazılı:

Eski valilerden yakını Ragıp Uğural şunları anlatıyor:

“Bir yıldan beri karnında bir ağrı hissetmekteydi. Yakın dostları Prof. Dr. Neşet Ömer ve Prof. Dr. M. Kemal’e muayene oldu. Apandisitten şüphelenerek ameliyat teklif ettiler. Yoğun çalışmaları nedeniyle buna bir türlü fırsat bulamadı. 1929 yılının son günleri gelip çatmıştı. Halk mekteplerinin açılış faaliyeti içindeydi. Karnındaki ağrı şiddetini artırmıştı. Muayene için fırsat bulamıyordu. Ölümünden birkaç gün önceydi. Masası başında bir kriz geçirdi. Hemşehrisi Nami Ocakçıoğlu ile Haydar Hıdır Bey’e, biraz hasta olduğunu ve evine gideceğini bildirdi ve vekaletteki çalışmaların kendisine günü gününe kendisine aktarılmasını istedi.”

Devamını, Emekli Vali Muavini Av. Nami Ocakçıoğlu’dan dinleyelim:

 “1929 yılının aralık ayının 27.nci cuma günü, yani ölümünden üç gün önceydi. Necati Bey, Vekalette çalışırken hastalanmış. Doğruca benim odama geldi. Rengi tamamen sararmış, ateşi yükselmiş, karnındaki ağrılar artmıştı. Müthiş bir bulantısı vardı. Halsizdi. Telaşlıydı. Bana, acele acele şunları söyledi: ‘Nami! Ben kendimi iyi hissetmiyorum. Hastalandım ve gidiyorum. Biliyorum, sende ceddimiz hakkında bir hayli malumat var. İsmail Hakkı Bey’le görüş ve ona aktar’. Onun kulağımdaki son sözleri bu oldu. Vekaletin çıkış kapısından, arabasına kadar uğurladım. Arabasına binerken, dönüp çalışma odasına doğru baktı. Bu bakış, sanki öğretmeninden öğrencisine kadar ruh verdiği çalışma hayatına bir veda gibiydi.”[14]

Maşara adıyla facebookta yazan birisinin de tanıklığına başvuralım:

“Sevgili hemşerilerim okurlarım arkadaşlarım ve Darendeliler, unutulmayan Milli eğitim Bakanı Mustafa Necati Bey, Darendeli ve kabri Darende’de bulunan Hafız Hüseyin Paşa’nın Torunlarından Abdullah Faik BEY’İN oğlu Halit BEY’İN oğludur, Annesi ise Elbistanlı Mustafa Necati Efendinin kızı Naciye hanımdır.

Hala ve dayı çocukları Darende ve Adana’dadır (Yükseller ve Nomanoğu).

Vefatı 1 0cak 1929 tarihi gecesi Ankara Numune Hastanesi acil servisidir. O gece Numune hastanesinde sağlık görevlisi olarak nöbeti olan Darendeli KİHTİR ZADE Sağlık Memuru AHMET HAMDİ ERDEM kendisi ile bizzat ilgilenen ve olayı bütün detayı ile bizzat yaşayarak, anlatan ve korumasına aldığı elbise ve zati eşyalarını bizzat Merhum Nami 0cakçıoğlu ile birlikte gelen yakınlarına teslim ettiğini defalarca ifade eden amcazademdir.

O gün tarihi ile üzerinden kurşun kalemle yazılmış dörtlüğü de hiç unutamadığını söylemiştir.

Atılan iftira ve yakıştırmalar yanlıştır.

Mustafa Necati Bey adına Çukurova da yıllarca anma günü tertip edip merhum Mehmet Gülseren hocam ile birlikte adına kitap yayınlayan biri olarak, Darende’mizin ve milli eğitimin saygın insanı hakkında yalan ifadelerde bulunanlara itibar etmiyorum, yanlış yazıyorlar.”

Ve yazının altında Durmuş Özdemir adlı kişinin yorumu: “Merhum hemşerim öz Türk evladı olması ve Türkiye Cumhuriyeti M.E.B. makamında bulunduğu kısa sürede başarılı ve tarihe geçen hizmetleri sunması bir kesimi rahatsız etmiş asılsız iftiralar atmışlardır. Sayın Hilmi Bey’in anlatımına katılır, merhumun Türk İslam evladı olduğuna inanırım. Malatya Turan Emeksiz lisesi öğrencisi iken 1969 yılında Malatya’dan Darende’ye rahmetle andığım Kâmil Çomoğlu ile yolculuk yaptım Hilmi Bey’in anlatımını aynen tekrarla rahmetli sayın bakanın apandis patlaması sonucu Ankara Numune hastanesinde kucağında kelimeyi şahadet sözcüklerini tekrarlayarak hakka yürüdüğünü söyledi. Her iki Türk evladı hemşerimi Allah rahmet etsin, âmin.”

Ölüm tarihi/öldüğü aylarda farklılık var yukarıdaki alıntılarda, ancak Ankara Numune Hastanesi’nde öldüğü apaçık belli. Öyle karyola demirinin kırılması falan, yalan…

Haa gelelim Mustafa Necati’nin dinsel inancına. Dinlere değil, bilime akla inanıyor o. Hemşerilerinin dediği gibi bir Müslüman olmadığı belli. Tanrı inancı var mıydı? Onu bilemiyoruz, kimse bilemez, bilmemiz de gerekmez.

Ve soruşturma açılmış: Cumhuriyet Gazetesi’nin 12 Kanunisani (Ocak) 1929 tarihli sayısında bir haber: Mustafa Necati’nin ölümü ile tıbbi soruşturma yapılmış, Ahmet Haşim ve Necmettin Sadak’ın suçlamalarına karşı hekimler kendilerini savunmuşlar ve bu yazarlara dava açacaklarını bildirmişler. Ve 22 Ocak tarihli Cumhuriyet’te ameliyatı yapan doktorun açıklaması yer alıyor. Bu haberlerde karyoladan düşmeden söz edilmiyor.

ADINI KALDIRDILAR KÜLTÜR EVİNDEN, ATATÜRK’E “FİRAVUN” DİYEN NURİ PAKDİL’İN ADINI VERDİLER

“Millî Mücadele kahramanlarından Mustafa Necati Bey’in Millî Eğitim Bakanlığı’na bağışladığı binaya, Cumhuriyet karşıtlığı ile bilinen ve Atatürk’e ‘Firavun’ diyen Nuri Pakdil’in adı verilerek, ‘Nuri Pakdil Edebiyat Müzesi’ tabelası asıldı.

Altay Spor Kulübü’nün kurucusu, Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşı ve eski Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin yeğeni olan İzmir’de yaşamını sürdüren Işık Doğusoy, gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Doğusoy, ‘Mustafa Necati’nin evini Bakanlığa bağışlayan kardeşleriydi. Ben Mustafa Necati’nin abisinin torunuyum. Annemden, onun da babasından duyduğu, Mustafa Necati’nin ve Atatürk’ün hikayelerini dinleyerek büyüdüm. Tüm ömrünü ülkesi için harcamış bir büyük devrimcinin, Cumhuriyet devrimcisinin ismini yaşadığı evden silip, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’ü içselleştirememiş birinin adını vermişler. İlk duyduğumda, büyük üzüntü duydum, herkese kızdım, kendime de… Bizler bu vatanın evlatlarıyız, hiçbirimiz bu vatana borcumuzu tam olarak ödeyemedik’ diye konuştu.

İzmir’in bağrından çıkan Mustafa Necati’ye bugüne kadar tam anlamıyla sahip çıkılıp; fikirlerini, yaptıklarını anlatılıp öğretilseydi bugünlere gelinmeyeceğini vurgulayan Doğusoy, ‘Bakanlığa ilk itiraz Yeni Kuşak Köy Enstitüleri’nden yapıldı. Sonrasında kurucusu ve ilk başkanı olduğu Altay Spor Kulübü ve dernekleri, bağımsız medya kuruluşları, siyasetçiler, yazarlar destek verdi, sosyal medyada da ciddi bir kamuoyu oluştu. Çok üzüldüm, adaletin yerini bir gün mutlaka bulacağına inanıyorum. Mustafa Necati’nin ismi, yeniden yaşadığı eve verilecektir. Çocuklarıma vasiyetimdir’ ifadelerini kullandı.

Mustafa Necati’nin yeğeni Doğusoy, şöyle devam etti:

‘Ancak şunu da söylemek isterim; sayelerinde harf devrimini yapan, öğretmen eğitimini merkezine koyan, köy enstitülerinin temelini atan, karma eğitimi başlatan Mustafa Necati’yi tanımayan, tanıdıkça fikirlerine ve yaptıklarına hayran olmayan kalmadı! Çoban ateşini harladılar.

Herkes, Altay Spor Kulübünün kuruluş amacını, Kuvayi Milliye kalpağını ilk kimin giydiğini, İzmir işgalinden bir gün önce İzmir Maşatlık’ta neler olduğunu, Kurtuluş Savaşı mücadelesinin nasıl başladığını öğrendi. Yukarıya baktığımda, annemin Necati amcasıyla birlikte bana gülerek baktığını görüyorum.’

Ankara’daki Mustafa Necati’nin isminin kaldırılması İzmir’de büyük yankı bulmuştu. “Change.org” üzerinden imza kampanyası başlatan Altay taraftarları, “Altay Spor Kulübümüzün kurucusu, ilk başkanı, eski bakanlardan, Kuvvacı rahmetli Mustafa Necati’nin Milli Eğitim bakanlığına bağışladığı evinin, müze yapıldıktan sonra, isminin değiştirildiğini basından takip ediyoruz. Bu durum biz Altay taraftarlarını derinden üzmüştür. Altay taraftarlarının içinde her partiden, kurumlardan arkadaşlarımız vardır. Durumun düzeltilmesini arz ederiz” ifadelerine yer vermişti.

Bunun üzerine Altay Spor Kulübü’nden de bir açıklama yapılmış, ‘Mustafa Necati’nin isminin kaldırılmasının kabul edilemez’ olduğu vurgulanmıştı.”[15]

İşte Mustafa Necati’nin adının kaldırıldığı Kültür Evi

[1] https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/149/guven.htm

[2] Cumhur Utku-Devrimin Çoban Yıldızı/Gürer Yayınları

[3] Cumhur Utku-Devrimin Çoban Yıldızı/Gürer Yayınları

[4]https://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egitim_Dergisi/149/guven.htm

[5] “Okuttuğundan çok okumayan öğretmen çabuk yıpranır, ihtiyarlar ve bezginlik getirir. Araştırmaya, incelemeye düşkün ak saçlı bir öğretmen daima genç ve dinçtir” diyen Mustafa Necati Bey, öğretmenlerin okuyarak kendilerini yenilemelerine işte bu girişimlerle olanak sağlıyordu.

[6] İlhan Başgöz-Türkiye’de Eğitim Çıkmazı ve Atatürk/Kültür Bakanlığı Yayını

[7] https://www.ted.org.tr/wp-content/uploads/2019/04/ted_mustafa_necati_anma_toplantisi_ocr.pdf

[8] Turgut Özakman-Cumhuriyet 2. Cilt /Bilgi Yayınları

[9] Gerard Tongas-Atatürk et le vrai visage dela Turquie Moderne, Paris 1937, sahife 27-29

[10] Şevket Süreyya dağarcığında ne varsa gerçekten de ortaya dökmüştür. Devrimin ideolojisini oluşturmak için yayımlanan Kadro Dergisi’nin yayın kurulunda yer almış, önemli yazılar kaleme almıştır. İşte o derginin künyesi:

[11] Şevket Süreyya Aydemir-Suyu Arayan Adam/Remzi Kitabevi

[12] Zafer Dergisi, sayı 213, 1994.

[13] http://www.egedesonsoz.com/yazar/96-yilda-Mustafa-Necati-icin-/772/

[14] https://antalyabugun.com/tr/makale/mustafa-necati-necati-bey-18771.html

[15] https://www.odatv4.com/guncel/milli-mucadele-kahramani-mustafa-necatinin-ailesinden-nuri-pakdil-tepkisi-cocuklarima-vasiyetimdir-20062055-186098

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir