Batı’ya Batılı Gibi Başkaldıran İlk Doğulu

CUMHURİYET O MU DEMEK, BU MU? VE DEMOKRATİK FAZLALIK

“Cumhuriyet Arapça bir sözcükten gelir, ‘cumhur’dan türer: Cumhur halk, halk topluluğu demektir. Cumhuriyet halkın, halk topluluğunun egemen olduğu yönetim demektir. Halkın gözünden inen pınar, halkın sözüne dolar, oradan yurdun her yanına akar ki, söz halkta, göz halktadır. Halk kendi bağrından, kaynağından sözcüler, kendi göz pınarından gözcüler seçer, devletin yurdun yönetimini, kendi sözleri, kendi gözleri adına onlara verir, verir ya işin başı, temelin taşı halkın seçimi olduğundan, halkın sözü, halkın gözü yönetimin üzerinde olur: Yurda halkın gözlerinden bakacaksın, yurt işleri için halkın sözlerinden ders kapacaksın…”[1]

Cumhuriyeti idealize etmiş Ceyhun Atuf Kansu, abartmış da halk dalkavukluğuna dek götürmüş işi.

Cumhuriyet’i daha aklı başında tanımlamak gerek. İşte bir önemli örnek: 

“Cumhuriyet, demokratik ilkeye dayanmakla (egemenin ulus/halk olması bakımından) birlikte, kurumlarıyla onun sınırlarını çizmiştir. Jacques Ranciere’nin ‘Cumhuriyet, devleti ve toplumu homojenleştirerek ‘demokratik fazlalığı’ (demokratik excess) saf dışı bırakan moral değerler, yasalar ve kurumlar sistemidir’ tanımı, Türkiye Cumhuriyeti için ufuk açıcıdır.”[2]

İşte gerçekçi ve aklı başında tanım budur. “Demokratik fazlalık”ın atılmadığı yerlerde, popülizm başlar[3], kurumlar, yasalar ve moral değerler yozlaşır, içi boşalır. Türkiye çok partili yaşama geçtikten sonra bunları çok yaşadı.  

Hem de ne saldırma. Atatürk “Mevcudiyetinin ve istikbalinin temeli budur, bu temel senin en kıymetli hazinendir” diyordu. Karşı devrimciler, gerici güçler bu “en kıymetli hazineye”, bu “temel”e saldırıp durdular, bu temelleri duruşmalara çıkarmaya, yargılamaya kalkıştılar. Ve ne yazık ki büyük ölçüde başardılar da. İşte bu dediğimizin en çarpıcı örneği, 100 yıllık cumhuriyetin 20 yılında iktidarda kalan gerici ve Atatürk ve devrim düşmanı AKP iktidarıdır. Halkın bir yarısı Cumhuriyete sahip çıkarken diğer yarısı ne yazık ki bunları seçip durmuştur. 

Türkiye ekonomik ve siyasal bağımsızlığını yitirmiştir, bir din devleti haline dönüştürülmüştür. Karşı devrim devleti ele geçirmiştir, ülkeyi talan etmiştir. 

Önümüzdeki yüzyıl bunlardan ders çıkarılacak ve daha sıkı savaşım verilecek, herkes “gaflet, dalâlet ve hıyaneti” görecek, bilecek, ona göre kendini Atatürk azmiyle, Atatürk yöntemiyle savaşıma hazırlayacak ve gereğini yapacak, yoksa 100. yılında yaşamakta olduğumuz hüsranın daha beterlerine hazır olalım!     Önümüzdeki yüzyıl, akıl ve bilimin, Atatürk ilke ve devrimlerinin tartışmasız kılavuz olacağı bir yüzyıl olmalıdır.   

CUMHURİYETLE BİRLİKTE BİR SENTEZ VE ÇANKAYA KİTAPLIĞI

“Cihan Harbi, Mütareke ve Millî Mücadele evresinde oluşan düşün ortamından, başta ülke yöneticileri olmak üzere toplumun farklı katmanları derinden etkilendi. Nitekim ulus-devlet inşa sürecinde asker kimliğinin ötesinde devlet adamlığına yönelen Atatürk’ün düşünce yapısındaki fay hatları bu evrede oluştu. Kolağası Mustafa Kemal ile Gazi Mustafa Kemal Atatürk, iki farklı yüzyılın insanlarıydılar. Cihan Harbi tüm insanlığı derinden dönüşüme uğratırken, Millî Mücadeleyi yaşayan Anadolu insanı kendini yeni bir dünyanın eşiğinde bulmuştu. Keza Atatürk de bu sorunlu neslin insanıydı. 

Türkiye, Tanzimattan beri sürgit bir arayış içerisinde olagelmişti. Cumhuriyet’in ilanına kadar sürekli tökezleyen arayış Cumhuriyetle birlikte bir senteze ulaştı. Cihan Harbi sonrası Kıta Avrupası karanlık bir çağa adım atmıştı. Türkiye ise Atatürk’ün öncülüğünde kendi modernitesinin ‘yeni insan’ının arayışı içindeydi. 30’lu yıllarda Türkiye artık farklı beklentilerle geleceğe yöneliyordu. Zira Cumhuriyet’le gemiler yakılmış, geriye dönüşü olmayan bir yola girilmişti.

İki dünya savaşı arası Türkiye’de gözlenen siyasal ve zihinsel dönüşümde kuşkusuz Atatürk’ün etkisi büyüktü. Yeni bir toplum inşasında onun entelektüel birikimi yönlendirici oldu.” [4]  

Zafer Toprak’ın “Atatürk/Kurucu Felsefenin Evrimi” adlı kitabının yazılış süreci bağlamında eriştiği bilgiler de çarpıcı ve önemlidir: “Bu kitabın yazımında başvurulan kaynak Çankaya Kitaplığı oldu. Özel kitaplıklar son kertede kişisel zihinsel yapıları yansıtıyordu. Ancak Atatürk’ün entelektüel kimliğinin izi sürülürken okudukları kadar yazdıkları, söylev ve demeçleri, halkla, basınla olan söyleşileri ve nihayet yakın çevresinin onunla ilgili anıları da yönlendirici oldu.

Çankaya kitaplığındaki eserler dikkatle taranırken bir bibliyofil olan yazar bir sürprizle karşılaştı. İlk bakışta bu denli zengin ve güncel bir kütüphanenin Darülfünun dahil herhangi bir çatı altında olmadığını gördük. Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş evresinde en güncel kitaplık Çankaya’daydı. Çoğu kitap bizzat Atatürk ve yakın çevresi tarafından yurt dışına ısmarlanmıştı. Çankaya kitaplığı, tüm reform girişimleriyle eşgüdüm içerisinde olan, o gün için Fransızca üzerinden Batı’nın izini süren bir bilgi hazinesiydi.”

Atatürk o hazineden yararlandı ve yararlandırdı. Yaptığı kültürel ve siyasal devrim ve dönüşümlerde, uygulamalarda bunu görüyoruz. Atatürk ve Cumhuriyet’in bu yönünü daha çok önemsemeli ve benimsemeliyiz.  

MİLLETİN ADI DEVLETİN ADI OLDU VE MİLLİ EGEMENLİK

Kurtuluş Savaşının en keskin muhaliflerinden, 150’lik Refik Halit Karay söylüyor bunları… Ve bunu da o söylüyor: “Vahdettin gibi cüceleri, Mustafa Kemal gibi yüceleri Lübnan sürgününde anladım.”

“Ne hızdı o… İstilaları önledi. Saldırganlıkları yendi. Tahakkümleri yere serdi. Kökleşmiş kudretleri söküp önüne kattı. Saltanatları dört bir yana savurdu. Yurdunun ordusu mağlup düşmüştü; galip etti. Devleti yıkılmıştı, devleti kurdu. İdaresi bozulmuştu, yola koydu. Vatanı bağımsızlığa kavuşturdu. Yıkılan devlette hükümranlık tek bir sülalenindi, devletin adı onun adıydı. Kurduğu devlette hâkimiyet milletin oldu. Milletin adı devletin oldu.”[5]   

“Egemenlik (hâkimiyet, souverenity, souverenitat) devletin en önemli, birbirinden ayrılmaz üç ögesinden biridir. Bilindiği gibi insanların bir arada yaşamak ihtiyacı kesindir. Bu ihtiyacı insanlar arasında güven, düzen, adalet sağlama yolu ile gidermek şarttır. İşte ‘devlet’ bu ihtiyacı belirttiğimiz doğrultuda karşılamak isteğinden doğan, bugüne kadar da daha iyisi bulunamayan en gelişkin toplumsal kurumdur. 

Devleti oldukça somut bir biçimde analiz etmek mümkündür. Bu analizin sonucu, devletin üç ana ögeden oluştuğunu gösterir. Ülke, insan topluluğu ve egemenlik. Bunlardan ilk ikisi devletin maddî ögeleridir. Devletin üzerinde yaşanmaya elverişli, sınıfları belli bir ülkesi olmalıdır. Bu ülkede belli niteliklere sahip insanlar yaşamalıdır. Bugünkü modern devlette bu ikinci ögeye ‘millet’ diyoruz. Nihayet bu insanlar arasında yukarıda saydığımız temel ihtiyaçları giderici bir güce gerek vardır. Bu güç gözle görülmez ama devleti ‘devlet’ yapar. Gözle görülmeyen bu öge, devletin manevi unsurudur. Egemenlik olmazsa ülke ve insan topluluğu işe yaramaz.  

Egemenliğin bir toplum içinden çıkış ve kullanılış biçimine göre devletler şekillenir. Egemenlik toplum içinde bir kişide belirebilir ve onun tarafından kullanılabilir. Bu kişinin ailesi üyelerinden biri, onsan sonra egemenliğe sahiptir. Böyle devletlere ‘monarşi’ veya ‘hükümdarlık, krallık’ gibi adlar takıyoruz. Egemenlik bir toplum içinde belli niteliklere sahip bazı kişilerde belirebilir ve onlar tarafından kullanılabilir. Bu tür devletlere ise ‘oligarşi’ denir. Eğer egemenlik hakkını kullananlar halkın oyuna dayanarak işbaşına gelirlerse ‘Cumhuriyet’ ile karşılaşırız. Cumhuriyet çok çeşitleri olan bir devlet biçimidir. Bu devlet biçiminin en mükemmel duruma gelmesi bazım şartlara uymakla mümkündür. Her şeyden önce cumhuriyette egemenliğin doğrudan doğruya millete ait olması sağlanmalıdır. Milletin bu hakkı kesin olarak kabul edilmelidir. İşte milli egemenlikle şimdi karşılaşıyoruz. Egemenlik millete ait olunca demokrasi için önemli bir yol alınmış demektir. Millet egemenliğini kendi seçtiği temsilcileri ile kullanır. Onları gerekince değiştirebilir.

Atatürk milli egemenliğin önemini daha TBMM açılmadan önce anlamış ve kavramıştı. Nutkun baş taraflarındaki ünlü cümleyi bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır: ‘(…) bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyet-i milliyeye müstenid, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek.’ Kurtuluşun tek çaresini ulusal egemenliğe dayanan yen i bir Türk devleti kurmakta gören Atatürk, bu düşüncesinde, başlangıçta yapayalnızdır. Milletimiz bu konuda bilgi ve bilinç sahibi değildir. Bu nedenle ‘Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakayi ve hadisattan istifade ederek Milletin hissiyat ve efkârını ihzar eylemek ve kademe kademe yürüyerek hedefe vasıl olmaya çalışmak (Nutuk 14)’ gerekiyordu. Milli egemenliğe gidişte ilk aşama Amasya Tamimidir (21-22 Haziran 1919). Bu tamimdeki ‘milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır ve her türlü tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir’ cümleleri milli egemenlik isteğimizin ilk esaslı belirtileridir. Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya Tamimi’nde istediği ‘heyet-i milliye’ yeni bir devletin parlamentosudur. Osmanlı Meclisi değildir. Amasya Tamiminden sonra gelen kongrelere dönemi de milli egemenliğe gidişin devamıdır. Erzurum Kongresine (23 Temmuz-5 Ağustos 1919) katılırken Atatürk şöyle düşünüyordu: ‘(…) Ben, behemahal kongreye dâhil olmalı ve onu idare etmeli idim. Çünkü zaman geçirmeksizin irade-i milliyenin faaliyete geçirilmesini… temin zaruretine kani idim. (Nutuk 69)’ O, Erzurum Kongresi’nde yerel bir sesin değil, milletin sesinin duyulmasını istiyordu. Sivas Kongresi de bu konudaki son toplantıdır: ‘Tekmil milletin vaziyetini idrak ile mukadderatına bizzat hâkim olmaya azmettiğimi anlamıştım. Millet ve memleketin halü vaziyetini derpiş ve hukukunu muhafaza ve müdafaa eylemek üzere her türlü tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudunu elzem gördüm. Bunun için icap edenlerle müzakere ve muhabere ederek Sivas’ta umumi bir millet kongresi akdini kararlaştırdık (Söylev ve demeçler)’”[6]

Atatürk’ün de seçildiği ancak İstanbul Hükümeti’ne güvenmediği için İstanbul’a gitmediği Osmanlı Mebusan Meclisi, Atatürk’ün hazırladığı Misak-ı Milli metnini kabul etme sağgörüsünü göstermişti, bu önemliydi. Gelgelelim, işgal güçlerinin egemenliği altında, egemenlik mücadelesi yapılmayacağını Atatürk biliyordu. Sonunda o meclis işgal güçleri tarafından basıldı, başta Rauf Bey olmak üzere kimi üyeleri Malta’ya sürüldü ve kapatıldı. 

Atatürk haklı çıkmıştı, Ankara’da Meclis-i Mebusan’ın kalan üyeleri ve illerden seçilecek yeni milletvekilleriyle yepyeni bir meclis toplanmalıydı. İşte 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan meclis böyle bir meclisti.

Ne var ki “Türkiye’de milli egemenliğin kesin ve tartışmasız olarak gerçekleşmesi, saltanatın kaldırılmasıyla olmuştur. Büyük zafer kazanılmıştır. Şimdi barış yapılacaktır. Barış görüşmelerine hem TBMM hükümeti hem de Osmanlı hükümet çağrılmıştır. Bunu vesile sayan Gazi Mustafa Kemal Paşa, saltanın kesin olarak kaldırılması zamanının geldiğini düşünmektedir. Ama bu cesurca bir düşüncedir. Milli egemenliğin kesinlikle sağlanması için yeni bir mücadeleye girecektir. 31 Ekim 1922 günü Müdafaa-i Hukuk Grubu’nda, Saltanatın kaldırılmasının zorunlu olduğunu anlatır. 1 Kasım 1922’de Meclis Genel Kurulunda önemli bir konuşma yaparak halifelik ile saltanatın birbirinden ayrılabileceğini Türk Tarihinden örnekler vererek gösterir. Şunu demek ister: Saltanat artık gereksizdir, zira egemenliğe siz (TBMM) sahipsiniz. Ama halifelik (bir süre!) kalabilir. Aynı gün sorun bir ortak komisyona havale edildi. Komisyon üyeleri Halifelik ve Saltanatın birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını, dolayısıyla Saltanatın kaldırılamayacağını ileri sürerler. Bunu üzerine görüşmeleri izleyen Atatürk, bir sıra üzerine çıkarak şu ünlü konuşmayı yapar. Milli egemenliği temsil edenlere karşı milli egemenliği savunmak zorundadır: ‘Hâkimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye, müzakere ile münakaşa il verilmez. Hâkimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Milletinin hâkimiyet ve saltanatına vazıulyed olmuşlardı, bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek hâkimiyet ve saltanatını kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzubahs olan, millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız meselesi değildir. Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet-i ilmiyesine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. (Nutuk 691)’[7]

Milli egemenlik daha sonra Cumhuriyetin ilanı, hilafetin kaldırılması ve yapılan devrimlerle aydınlık yüzünü göstermiş oldu. Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Milli Egemenliğin niteliklerini şöyle açıklıyor: Millilik (egemenlik tek millete ait olmalı), Bağımsızlık, Cumhuriyet ve Demokrasi.

Yüz yıllık Cumhuriyet tarihimizde bu ilkelerin yeterince korunduğunu söyleyemeyiz. Dileriz ikinci yüzyılda Milli Egemenlik olması gereken biçim ve içeriğiyle algılanıp uygulanır. Ama Atatürk’ün şu sözlerini de hiç unutmamalıyız: “Ben korkmadan ve çekinmeden tam bir kesinlikle ifade ediyorum ki, millî hâkimiyetin değiştirilmesi ve yorumlanması değil, fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle böyle olmasını talep edenler, benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, -bu hâkimiyeti almak için bu milletin yaptığı fedakârlığın gereğidir-bunları parça parça etmektir.”[8]

“HÂKİMİYET MİLLETİNDİR”İN KARŞISINA “HÂKİMİYET ALLAH’INDIR”I KOYANLAR

Atatürk’ün yukarıya “Milli Egemenlik” başlıklı bölüme aldığımız “Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir. İşin cihet-i ilmiyesine gelince, hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur” sözlerinin intikamını ve rövanşını almak için 1985 yılından başlayarak Atatürk, Cumhuriyet ve devrim karşıtları kolları sıvadılar.Hem de sahte Atatürkçülerin kollarına girerek yaptılar bunu. İşte çarpıcı bir örnek: Abdurrahman Dilipak adlı dinbaz yazar, bir zamanların gözde Atatürkçüsü (!) Prof. Toktamış Ateş’in koluna girerek demokratik uyum gösterisini sergilerken “Yaşasın Şeriat” adlı kitabında şunları yazmaktaydı:

“Hakimiyet yalnız Allah’ındır. Kur’anı Kerim birçok ayetinde bu gerçeği vurgular. Yine Müslümanlar, Kur’anı Kerim tarafından ‘din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşmaya’ çağrılır. Allah, insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emreder. Bütün bu iddialar, laik çevrelerin dudaklarını uçurtan ifadelerdir.”

Dilipak’ın bu “Hâkimiyet Allah’ındır.” savını, İslamcılar her yere, minibüslerin içine, kamyonların önüne ve alnına bile yazıyorlardı bir zamanlar. Kâfir bir devlet var, Allah’ın gücünü ve hâkimiyetini reddediyor sanıyorlardı ve hâkimiyeti yeniden Allah’a vermek istiyorlardı. Ne Türk Tarihini ne İslam Tarihi’ni ne de İslam’ı bilmeyen bu yobaz ve softa güruhu, saf dindar ve bilgisiz insanlardan da kendine yandaş da buluyordu. Bu zır-cahil softa takımının e-posta adresime gönderdiği bir ileti, durumun 90’lı yıllarda nerelere kadar tırmandırıldığını ve yayıldığını göstermektedir:

“Göklerin ve yerin EGEMENLİĞİ ALLAH’ındır. ALLAH her şeye Kadirdir.3/189

Yukarıdaki ayette de açık ve net bir şekilde görüldüğü üzere EGEMENLİK kayıtsız ve şartsız Allah’ındır. EGEMENLİĞİ Allah’ın elinden alıp milletin eline verme (Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir. M.K.A) cüretini gösterebilen bu adama karşı Hanifiz diyenler hala nasıl sevgi besleyebiliyorlar anlamış değilim. Aşağıdaki ayette de açık bir şekilde sevgi beslemenin yasak olduğunu göreceksiniz.

Allah’a ve âhiret gününe inanan bir topluluğun, Allah’a ve resulüne karşı çıkanlarla sevgiye dayalı bir dostluk kurduğunu göremezsin. Bunlar onların ister babaları olsun ister çocukları olsun ister kardeşleri olsun ister akrabaları olsun. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; sürekli kalacaklardır orada. Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır. Allah’ın hizbi işte bunlardır. Dikkat edin, Allah’ın hizbi, başarıya ulaşanların ta kendileridir! (58/22)

Başka söze hacet yok. Karar sizin.

Hz: essedullah_01 http://ahsenelhadis.com”

Canım bunlar “aşırı dinci” diyebilirler birileri. Aşırı olarak bilinmeyenleri de öyle, belki daha da beterler. İşte Ahmet Taşgetiren, laikleri, kural koyucu olarak Allah’ ı kabul etmemekle suçluyor: “Laiklik, insan için kural koyma konusunda, insandan başka üstün varlık tanımama ilkesinden yola çıkar. Laikliğe göre, insanın insandan başka kutsalı yoktur. Her şeyin ölçüsü insan aklıdır. Laiklik, insan için kural koyucu olarak ‘Allah’ı kabul etmemektedir’ Kutsal’ın ölçüsü ‘akıl’ olduğu için kural koymak üzere ‘iman üstü’ bir Varlık’a gerek yoktur ‘Tutarlı bir laik’ için Allah’ın insanlar için belirlediği hiçbir kural kabul edilemez.

Öyleyse ilk problem Allah’a inandığını söyleyen, bununla beraber laikliği de ilke olarak benimseyenler içindir. Bunlar ya Allah’a inançlarında ya da laiklerinde samimi ve tutarlı değillerdir.

Yeryüzünün hiçbir ülkesinde laik düzen yoktur. Türkiye’de de yoktur. Tutarlı bir laik düzen yoktur. Dünyanın gerçeği şudur; kimi insanlar Allah karşısında ‘azınlık konumunda’dır. Allah’ın hukukundan bir kısmını çalma teşebbüsündedir. ‘Şu alanı da ben düzenleyeyim ve keyfime göre düzenleyeyim’ demektedir bir bakıma.

Tanzimat’tan bu yana süren anayasa çalışmalarının özü de laikleşmeye doğrudur ancak topluma ‘çağdaş uygarlığı yakalama’ çabası olarak takdim edilmiştir.”[9]                                      

Dinbaz takımı böyle… Bir de milliyetçi geçinip en koyu dinciliği, savunanlar var, onların yaklaşım ve algılamalarına da bir göz atalım. İşte MHP eski milletvekili, ülkücü hareketin önemli ideoloğu ve Fethullah Gülen’in ateşli savunucusu Nevzat Kösoğlu’nun görüşleri:

“Hâkimiyet, Tanrı idaresinden koparılıp, cemiyet bünyesinden doğan üstün bir iktidar olarak da ele alınsa, hak ölçüleri ile sınırlıdır… Hak ölçüleri ile sınırlı olmak, kanun koyma ve emretme kudreti olarak beliren hâkimiyetin bünyesinde onun ayrılmaz, onsuz olunmaz bir varlık unsuru olarak anlaşılmalıdır. Çünkü aslolan Hakk’ın hâkimiyetidir. Ve insanların saadeti, devletin nizamı, hâkimiyeti Hak’kındır düsturu gerçekleşebildiği ölçüde mümkündür.”[10]  

Bu görüş hâlâ bazı kafalarda var. İşte yakın tarihten bir örnek: TBBM’de 23 Nisan 2021 tarihinde yapılan özel oturumda kürsüye çıkan Büyük Birlik Partisi’nin genel başkanı Mustafa Destici, “Hakimiyet Allah’ındır.” dedi ve hiç kimseden tepki de almadı. 

Peki hâkimiyet gerçekte kimin olmalı? Hâkimiyet milletindir demek, Allah’ın hâkimiyetine karşı çıkmak demek midir? Bunun yanıtını 1909 yılında tanınmış din bilgini Elmalılı Hamdi Efendi “Hâkimiyet-i milliye hilafetten üstündür.”diyerek veriyordu aslında.        

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk ise TBMM’de yaptığı bir 23 Nisan konuşmasında, gerçek bir laiklik ve hâkimiyet dersi veriyordu dinbaz ve yobazlara:

“Dinci söylemin cumhuriyet, çağdaşlık, akılcılık ve özellikle laikliğe yönelik tahribinin istismar ettiği kavramların en önemlilerinden biri, hâkimiyet yani egemenlik kavramıdır. Siyaset ve saltanat dincisi söylem, ‘Milletlerin, insanın egemenlik hakkı olamaz; egemenlik Tanrı’nındır’ diyerek, din adına yalan söylemekte, geleneksel Ortadoğu despotizmlerini İslam diye öne çıkarmaktadır. Oysaki, İslam’ın ana kaynağının açık beyanlarına göre, insana egemenlik yetkisi verilmiştir. 

Mutlak ve ontolojik hâkimiyet, eski deyimle, kevnî hâkimiyet, elbette ki Tanrı’nındır. Bunu, insanın kullandığı siyasal hâkimiyet ile karıştırıp ‘Hâkimiyet Allah’ındır.’ diye bozgun yaratmak, dine ve Tanrı’ya saygısızlığın ifadesidir. Ve temelinden yalandır. Dindeki, ‘Egemenlik Tanrı’ya aittir.’ ilkesinin anlamı ontolojik egemenliktir, siyasal-yönetsel egemenlik değil. 

İnsana verilen hâkimiyet bahsinde esas olan, yönetilenlerle yönetenler arasındaki vekalet ilişkisidir. Siyasal ve yönetsel egemenliğin kaynağı olan halk-millet, bu yetkisini kullanmak üzere seçtiklerine vekâlet verir. 

Sosyal mukavele ile verilen vekalet, onu veren toplum tarafından istenildiği anda geri alınıp bir başka yönetici kadroya verilir. Yani yönetme yetkisi, doğuştan bir hak değil, kitle tarafından tevdi edilmiş bir görevdir. Kanunlar, bu görevi kullananlar tarafından millet adına çıkarılır. 

Değerli üyeler! Yetkilerini Tanrı’dan, kutsaldan aldıklarını söyleyen teokratik yöneticiler, tarih boyunca halka raiyye (sürü) demekle yetinmemiş, ‘kullar’ diyebilmişlerdir. Osmanlı düzeninde halk ve hatta bürokrat zümre, ‘kullar’ diye anılmıştır. 

Tanrı’nın hâkimiyeti adına bazen tüm evrensel normları eleştirenlerin kutsallaştırdıkları eski yönetimlerde sultan veya padişah, Tanrı’ya tanınan yetkilerle donatılıp ilahlaştırılmıştır. Çok eskiye gitmeye gerek yok; teokrasilerin laikliğe en yakını olan Osmanlı yönetiminin bile, hem de 1909 Anayasası’nda 5. madde aynen şöyledir: ‘Zat-ı hazret-i padişahînin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mes’uldür’. Yani ‘Padişah hazretlerinin yüce ve dokunulmaz benlikleri kutsal ve sorumluluk üstüdür.’ 

Hiçbir din, 1909 Anayasası’nın padişaha tanıdığı bu sıfatları Tanrı dışında hiçbir kişiye ve kuvvete tanımamaktadır. Tanrı’nın egemenliği dayatmasının, kitleleri ve yönetimleri getirdiği yer işte budur. 

İslam’ın ana kaynağı, bu krallık-padişahlık yönetimlerine ‘fesat, zulüm ve zillet yönetimi’ demektedir. Din adına öğretilmesi gereken işte budur. 

Dinin gerçek verileri içinde insanın egemenlik yetkisi kullanmasını engelleyen hiçbir buyruk yoktur. Çatısı altında bulunmaktan onur duyduğumuz bu meclis ve onun büyük mimarı Mustafa Kemal Atatürk, yerleştirdiği ulusal egemenlik ilke ve kavramıyla, dinin gerçeğini değil, din adına boynumuza pranga gibi vurulmuş tabuları yıkmıştır. 

Atatürk’ün yıktığı bu akıl ve din dışı tabuları, hâlâ din diye taşıyan toplumların durumları hepimizin gözleri önündedir. Bunlar, ‘Allah’ın hâkimiyeti’ diye diye, emperyalist-sömürgeci güçlerin hâkimiyeti altına girmişlerdir. Daha da kötüsü, bunun farkında değillerdir.” 

Hâkimiyet ve laiklik konusunda hâlâ kafası karışık olanlara, Cezayirli bir Müslüman Profesör olan Lahouari Abdi’nin dediklerini aktaralım: “Laiklik, bireyin egemenliğinin, yani bireyin kendini yönetebileceğinin farkına varmasıdır: İnsanın kendi hâkimiyetinin bilincine varması süreci birçok ülkede değişik biçimlerde yer alıyor”

DEVRİMCİLİK İLKESİ, SİLAH ARKADAŞLIĞI DEĞİL DEVRİM ARKADAŞLIĞI

“Evet devrimciyiz. Çünkü yaşam sürekli bir değişimdir. Durmak ölümdür. Yaşamak ve yaşatmak istediğimiz için devrimciyiz.” Mahmut Esat Bozkurt

Prof. Dr. Cihan Dura, 748 sayfalık “Ataname” adlı kitabında Atatürk’ü, kendi sözleri ve tarihsel belgeler/bilgilerden yararlanarak konuşturur. Bu konuşturmaların bir yerinde Türk Devrimine ilişkin özgün ve önemli bilgiler yer alır, işte onlardan önemli bulduğumuz bir bölüm:

“Yurttaşlarım’ Büyük milletimizin gerçekleştirdiği devrim, sözcüğün ilk anda ima ettiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir dönüşümü ifade etmektedir. Nedir bu dönüşüm? Bunu Bandırma Vapurunda Samsun’a doğru yol alırken Refet Bey’e şöyle ifade etmiştim: ‘İhtilalden fazla bir şey yapmak lazım. İhtilal mevcut devletleri değiştirir. Türkiye henüz mevcut değildir, onu önce dünyaya getirmek lazımdır.’ Ya henüz 27 yaşımda iken, 1908’de arkadaşlarıma söylediklerim: ‘İnkılap yapacağız, bugüne kadar yapılan inkılaplar yeterli sayılmaz, fazlasını yapacağız. Ülkeyi bin bir akılsızın eline ve keyfine bırakamam. Birçok adamın yerine birkaç kafa ile yetinebilirim.’

Öyle de olmuştur. İşte Türk Devriminin ve devrimcilik ilkesinin ayrıntıları:

“Bu ilke, seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren Türk milliyetçisi bir devrimcilik anlayışıdır. Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunur. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.

Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama onun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Atatürkçülüğün kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm’in Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir ‘Sürekli Devrimcilik’ anlayışını da yansıtmaktadır. En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in sürekli devrimcilik anlayışının temel sebebi budur.”[11]

Devrimci manivela, Kemalistlere görev ve sağdır Atatürk

“Devrimci devrimin manivelasını bıraktığı gün, gerilen yay gevşer. Halk kendini tekrar eski yerinde bulmak için o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır ve geriler” Şevket Süreyya Aydemir

Bu manivela bırakıldı, bıraktırıldı, cebren ve hile ile… Bu manivela, bu acı deneyimlerden ders alınarak yine ele alınmalı. 

Kim yapacak bunu? Bunu yine Kemalistler yapacak. Atatürk’e dayanarak yapacaklar. Çünkü Atatürk sağdır. Nasıl sağdır? İşte böyle: 27 Mayıs devriminin önderi ve 4. Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel, Sivas’a gelir, Sivas Kongresi’nin yapıldığı Sivas Sultanisi binasını da ziyaret eder. Orada, kongreye katılan delegeleri resmeden bir yağlıboya tabloya uzun uzun bakar… Kendisine kılavuzluk eden görevli yüzbaşıya sorar: 

“Bunların içinde sağ olan var mı?” 

Yüzbaşı boş bulunup “var” der… 

Gürsel Paşa, “Yaa kim o, hangisi?” diye ilgiyle sorunca tekrar, yüzbaşı, Türk subayının o üstün zekâsı ve inisiyatif kullanma yeteneği ile:

“Atatürk sağdır, Paşam!” der. Gürsel Paşa çok duygulanır, sarılıp öper yüzbaşıyı…

Akın Çubukçu, “Babamın Eczanesi” adlı kitabında (Berfin Yayınları) anlatır bu anekdotu. Biz de esin ve ivme kaynağı olarak Atatürk’ün yeteceği inancını pekiştirmek için buraya almayı uygun gördük.

Atatürk sağdır ama onun sağlığında bile bunun bilincinde olmayanlar çıkmıştı. Hem de pek çok. Devrim yıllarının ayrıntılı tarihini okuduğumuzda; önder, örgüt ve öğreti üçlüsünün en yetkin bileşimini bulunca devleşenleri, olmazı oldurup, yıkılmazı yıkıp, yapılmaz sanılanı, ülkü aşkıyla, el ve gönül birliğiyle ve kararlılıkla yapan mangal yüreklileri görüyoruz, tanıyoruz, tanışıyoruz onlarla. Sonra çelişmeler, çekişmeler, ayrı düşmeler, algısı, çapı, bilgisi, ufku yetmeyenler oluyor. Başkaldırılar, ayaklanmalar, ayıklanmalar oluyor. Ve bütün bunlara karşın, bin bir mihnet ile bitirilen gül gibi, dikenine de katlanarak devrimcilerin elinde büyüyen, katmerleşen bir Cumhuriyet var. O büyüdükçe küçülenler, küçüldükçe alçalanlar da oluyor.

Bu olgu ve gerçek bilinmiyor yeterince, her önemli gün ve bayramlarda ağızlara sakız olan söz şu: “Atatürk ve silah arkadaşları… ”  

Atatürk’ün daha sonra çoğu ile yollarını ayırdığı silah arkadaşlarını anıp, devrim arkadaşlarını ağıza almamak devrim düşmanı şeriatçı takımının oyununa gelmektir. Ve cumhuriyet yalnızca Kurtuluş Savaşı değildir, Atatürk ilke ve devrimleridir. Bu bilinçte olmak gerek.

Peki kimdir cumhuriyeti ellerinde bir katmer gül gibi büyüyen devrimciler, Atatürk’ün devrim arkadaşları? Hepsini olmasa da önemli bulduklarımızı yazalım: İsmet İnönü, Celal Bayar, Mahmut Esat Bozkurt, Mustafa Necati, Dr. Reşit Galip, Falih Rıfkı Atay, Recep Peker, Şükrü Kaya, Yusuf Akçura, Mazhar Müfit Kansu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Şâkir Zümre, Behiç Erkin, Nuri Demirağ, Hasan Âli Yücel, Afet İnan, Ali Kılıç, Ali Çetinkaya, Dr. Refik Saydam, Mithat Cemal Kuntay, Şükrü Saraçoğlu, Nurullah Esat Sümer, Mehmet Ali Kâğıtçı, Rıfat Börekçi, Tunalı Hilmi Bey, Şevket Aziz Kansu, Hüseyin Vasıf Çınar, Behçet Kemal Çağlar, Kazım Özalp, Sadri Maksudi Arsal, Cemal Reşit Rey, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Damar Arıkoğlu, Vecihi Hürkuş… 

SKOLASTİK DÜŞÜNCE, KLERİKALİZM, TEOKRASİ VE CUMHURİYET

Skolastik düşünce nedir? Dar düşünce, kalıp düşünce, dinin her şeyi eksiksiz söylediğini, ona bağlanmak ve kayıtsız koşulsuz uymak gerektiğini savunan ve dayatılan düşüncedir. Avrupa bu düşünceyi Orta Çağ’da yaşadı acı deneyler ve anılarla, sonra büyük bedeller ödenerek bu düşünce aşıldı. Peki ya bizde? Bugün Türkiye’de skolastik düşünce yok, egemen değil diyebilir misiniz?

Peki klerikalist kafalılar ve teokrasi özlemcileri yok mu? Var. Klerikalizm, din ya da din kurumlarının her alanda baskın olması gerektiğini savunan düşünce akımıdır. Teokratik devlet, din devleti demektir.                                           

Cumhuriyet öncelikle Teokrasi ve klerikalizmden kurtulmak demektir.

CUMHURİYETE KADAR LAİKLİK VE LAİKLİĞİN TÜRKLÜK TARAFI

Faik Bulut, Ordu ve Din adlı eserinde, laikliğin ilk kez Sümerlerde ortaya çıktığını ileri sürüyor: “(…) Bunun başlangıcı Sümerlerdeki kent devletlere kadar uzanır. Kent devletleri teokrasilerinin başında, ‘tanrı vekili’ anlamına gelen unvan ile başrahip ‘ensi’ bulunuyordu. Çevresi barbar halklar okyanusu ile çevrili bu uygarlık adasında üretici güçleri, din adamları geliştirmişti. Ama barbarların akınlarına karşı uygar kent devletlerinin (dolayısıyla üretici güçlerin) korunması son derece hayati meseleydi. Üretici güçlerin korunması öncelik kazanınca, askerlerin önemi arttı. Askerler erk (güç) kazandı. Rahiplerin gücü biraz geriledi. Askerler tapınak denetiminden kurtuldular ve toplumun denetimini (dolayısıyla rahiplerin içini doldurdukları devlet kurumunu da) ele geçirdiler. (…) Yönetimin din adamlarından askerin eline geçmesiyle tarihte laiklik sorunu başlamış oldu. Bu düzlemde laiklik, gerçekte iktidarın kimde olacağı sorunudur.[12]

M. Ünal Mutlu, laik sözcüğünün de Sümer kökenli bir sözcük olduğunu öne sürüyor: “Kengerce (Sumerce) LU insan, LULU halk anlamındadır. İG dönük, yönelik anlamında bir sonek olup LUİG ‘halka dönük’ demektir. Kengercede LULU kelimesi Öztürkçede ULUL, günümüzde ULUS olarak görülür. Günümüzde anlam kaymasına uğrayan LAİK (halkçı), LAİSİTE (halkçılık) kelimelerinin köklerinde LU ve ULUS kelimeleri görülmektedir. Kengerlerde sayısız tarikat ve farklı dinsel inanç olmasına rağmen, bilinir ki kimse kimsenin inancına karışmamıştır.[13]

İslam’dan önce Türkler teokratik bir toplum nizamı içinde değildi. Teokrasi yani dinî esasların ve hiyerarşinin siyasi ve içtimai hayata her sahada egemen oluşu nizamı, Türklere yabancıydı. Eski Türk dini olan Şamanizm ve onu yöneten Şamanlar, toplum hayatında ön planda gelmiyordu. İslam’dan önceki Türk boylarında dinî taassup yoktu[14]

Eski Türk devletlerindeki laik sistem için Devletler Hukuku yazarlarından Belçikalı Ernest Nys, Devletler Hukuku Kitabı’nın başlangıcında “laikliğin Turanlı bir kurum olduğunu” yazmaktadır. Ona göre “laik sistem, Türklerden Hıristiyanlara geçmiştir. Nitekim Cengiz Han her çeşit din adamına saygı gösterirdi. Cengiz Han’dan önceki Orta Asya Türk devletlerinde de laikliğin geçerli bir ilke olduğunu Cengiz Han’ın bu aşamaya varmış olmasından anlayabiliriz. Türkler, tarihin en eski çağlarında din, inanç ve siyaset işlerini birbirinden ayırmışlardı.[15]

Türklerde dinin devlet işlerinden ayrı tutulduğunu gösteren örneklerden biri de Hazar Devleti’nde cereyan etmiş. 10. asır seyyah ve coğrafyacılarının verdiği bilgiye göre; Hazar Devleti’nin başkenti İtil şehrinde camiler, kiliseler ve havralar yan yana bulunmakta, büyük bir ticaret merkezi olduğundan her inançtan tacirlerin kaynaştığı bu memlekette herkes kendi dininin gereklerini, ayin ve ibadetlerini kendi mabedinde serbestçe icra etmekte imiş. (d.m. dunlopthe history of the jewish khazars, princeton, 1967. s. 89 vd.) [16]

“Büyük Timur’un yedinci kuşaktan torunu olan Hindistan padişahı Ekber’in (1542-1605), hocalara atıfta bulunarak, ‘Allah’a tapmak iddiasında bulunanların ekserisi kendi emellerine taparlar’ demesi boşuna değildir. Ekber, atalarından kalmış Hindistan’daki Türk devletini ayakta tutabilmek için giriştiği ıslahatlarında en büyük zorluğu bu hırslı hocalardan görmüştür. Türklüğün yetiştirdiği en yüksek uz kişilerden olan Ekber, din ve hocaları iyi anlayan, onlara karşı devrim girişiminde bulunan ilk Türk padişahıdır. Onun amacı, dini temellere dayanan ve dolayısıyla türlü dinlerden, onlar için başka başka olan birçok kanunlar yerine, herkesçe uyulması gereken ve dini esaslardan ayrılan laik özde kanunlar yapıp, halk arasında eşitliği sağlamaktır 

Ekber’in ortaya koyduğu yeniliklerden bazı örnekler:

1.Bir kadından fazla evlilik yasaklanır.
2.Akraba evliliği yasaklanır.
3.Herkesin beğendiği dine girmesine ve her din mensuplarının istedikleri gibi ibadet evi yaptırmalarına izin verilir.
4.Eğitimde ahlak ve bilime önem verilir.
5.Faizle borç para verilmesine müsaade edilir.
6.Şarap satma ve içmeye müsaade edilir
.[17]

Selçuklularda daha açık ve ciddi anlamda laiklik uygulamasının başladığını görmekteyiz. “1058 yılında Selçuklu Sultanı Tuğrul, Abbasi halifesi ile din işlerinin halife tarafından yürütülmesi ve saltanat işlerine karışmaması gerektiğinde anlaşır. Halife kendi belindeki kılıcı sultanın beline takar.”[18]

Sultan II. Osman, yani Genç Osman… Osmanlı Padişahlarının en atılganı, en devrimcisi ve en talihsizi… Değerli yazar Mevlüt Uluğtekin Yılmaz’ın deyimiyle “Avrupalıların 168 yıl sonra Fransız ihtilali ile görebildikleri millet gerçeğini o, 1621 yılında dünya gündemine sokmaya çalışıyordu. O sanki ‘Türk Aydınlanmasını sağlamak istiyordu. Eğer başarsaydı, Osmanlı Devleti, çağın ilerisinde bir zihniyet temsilcisi olabilirdi.”[19]

Peki ne yapmak istiyordu bu büyük Türk Hakanı. Onu da İsmail Hami Danişmend’den alarak yazmış Mevlüt Uluğtekin Yılmaz: 

“Soysuz yeniçeriyi yok edip, yerine Anadolu Türk’ünü doldurmak.

Dönme ve devşirmelerin kökünü kurutmak.

Fitne kaynağı yabancı kadınlarla dolu Harem’i ortadan kaldırıp, Saray’a Türk’ten başka kadın sokmamak…

Devlet merkezini Türklüğün bağrına; Anadolu’ya taşımak.

Din adamlarını devlet işlerine karıştırmamak.

Saray geleneklerini, kıyafetlerinieskiyen kanunları değiştirmek”

Genç Osman bütün bunları yapamadı, neden yapamadığını anlatacağız, ama önce son derece önemli ve çarpıcı bir gerçeğe dikkati çekelim. Genç Osman’ın 1621’de yapmak isteyip de yapamadıklarının tamamını Büyük Atatürk 302 yıl sonra gerçekleştirmiştir.

Atatürk bu yaptıklarıyla Genç Osman’ın intikamını da almış oluyordu. O Genç Osman’a yeniçerilerin neler yaptığını Yılmaz Öztuna şöyle anlatıyor: “Padişahları, halifeleri olan İkinci Sultan Osman Han’ı yakalayıp Orta Cami avlusuna getirdiler. Sonra da çırılçıplak soyup bir at arabasına bindirerek, çok çirkin hareketlerle Yedikule zindanına götürdüler. Zindanda gerçekten çok çirkin tecavüzlerde bulundular. Daha sonra da boğazına ip takarak öldürdüler.”[20]  

Genç Osman’ın yapmak istediklerine koşut birtakım devrimleri Nadir Şah İran’da yaptı.

Nadir Şah, İran’daki Afşarlılar Hânedanının kurucusudur. 1688′de yılında doğdu. İmâm Kulu bin Nezr Kulu’nun oğludur. Türklerin Afşar boyundandır. 

Nadir Şah’ın Şii-Sünni ayrılığını son erdirmek için yaptığı bu yürekli girişimler yanında, din ve devlet işlerinin ayırmak istediği ve bu düşüncelerini vezirine açtığını, Azerbaycan kaynaklarından öğreniyoruz. Neriman Nerimanov, Nadir Şah adlı eserinde bu devrimci Şah’ın yapmak istediği yenilikleri şöyle açıklıyor:

“Nadir şah öz planlarını en çok güvendiği vezirine şöyle açıklıyordu:

-Öncelikle düşüncem budur ki, iki düşmanı barıştırayım. İki düşman yani iki mezhep… Şiilik Sünnilik sözcüklerini duymak istemiyorum.

-İkinci fikrim, İncil bizim dilimize de çevrilmeli. Her padişah, tüm uyruklarının dinini öğrenmeli.

-Üçüncü fikrim, mollaların etkisini azaltmak. Bir devlet ki mollaların etkisinde yaşar, o devlette ilerleme olmaz. Çünkü onlar her zaman halkı karanlıkta yaşatmaya çalışırlar. Devlete ilişkin işlerin tamamını ruhanilerden almak gerekir[21]

Osmanlıya dönelim yeniden. 1730 yılında bir başka Osmanlı Padişahı I. Mahmut, ülkemizde ilk basımevini kuran İbrahim Müteferrika’yı Avrupa’ya gönderip “Küffarın ekser zamanda galebesine ve ehl-i İslam’ın mağlubiyetine sebep nedir? Araştır, bildir” buyurmuş. Müteferrika, “Milletlerin Düzeni Üzerine Düşünce Yolları” adlı eserinde başka nedenlerle birlikte Batı’nın laikleşmesini de önemli bir sebep olarak belirtmiştir: “Günümüzde artık devletler dinden ve gelenekten gelen esaslara göre değil, akıl ve bilim ilkelerine göre yönetilmektedir.”[22]

19. yüzyılın Türkçü akımı aynı zamanda halkçıdır ve laikliğe yönelmiştir. (…) Dönemin ihtilalcilerinden olan Ali Suavi’ler köktenci bir laikliği savunur. [23] Ali Suavi, Tanzimat’ın düalist (ikici) görüşüne karşı çıkan, laiklik sözcüğünü ülkemizde ilk kez kullanan bir düşünürdür. Öğretimde birlik düşüncesini savunmuştur. (…) Ali Suavi, dünyanın din yasalarıyla yönetilmesine karşı çıkmış ve laikliği önermiştir. (…) Türkiye’de Cumhuriyet’ten önce bir laiklik düşüncesi ve laiklik savaşımı varsa, bu Ali Suavi’nin söylediklerini ve yapmak istediklerini aşmış değildir.[24]

Tanzimat döneminde laikliğe yönelik gelişmeler sürmüş ve yeni kurulan rüştiye okulları -ki Atatürk’ün temel eğitimini aldığı okul- öğretmen okulları, darülfünun ve sanat okulları din otoritelerinin tekelinden kurtarılmış, bu sivil okulların yönetimi için merkezi bir kurum olan Maarifi Umumiye Nezareti adıyla, bugünkü Millî Eğitim Bakanlığı’nın öncüsü kurulmuştur.

Tanınmış toplumbilimcilerimizden Niyazi Berkes’ten öğrendiğimize göre, hukuk alanındaki gelişme daha da önemli olmuştur: ”1840 yılında kabul edilen Ticaret kanunu,1858’te kabul edilen Osmanlı Ceza Kanunu ile şeriat mahkemelerinin yanında Batı’dan alınan yeni bir hukuk ve mahkeme sistemi gelişmeye başlamış ve gittikçe daha büyük ölçüde şeriat hukukunun yetki alanını daraltmıştır. Bu yeni hukuk sistemi ile, borç verilen paraya faiz esası getirilmiş, şarap içenlere sopa çekilmesi, eşkıyanın asılması, zina yapanların taşlanarak öldürülmesi gibi uygulamalar kaldırılmıştır.”

Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa’nın Sultan Abdulaziz’e yazdığı ve “Saraylara her şey girer, doğruluk girmez” diye başlayan uzun dilekçesinin bir paragrafı da laikliğe dairdir:

“Eğer dinin böyle bir cebri varsa –yok ya- zat-ı şâhaneniz benden daha iyi biliyorsunuz ki, din ve mezhep ancak ruha hükmeder ve bize ahiret nimetleri vaat eder. Yoksa milletlerin hukukunu hudutlandıran ve gösteren din ve mezhep değildir. Din, ezeli hakikatler makamında durup kalmazsa yani dünya umuruna da müdahale ederse cümleyi itlâf eder, yok eder ve kendisi dahi telef olur, yok olur”[25]  

Berkes’e göre laikliğe doğru en önemli adım, İttihat ve Terakki idaresince atılmıştır. İttihat hükümeti, Ziya Gökalp’ın fikir babalığını yaptığı bazı önerileri, Birinci Dünya Savaşı yıllarında kanunlaştırmıştır. Bu kanunlarla Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarılmış, ilkokullar medreselerin elinden alınıp Millî Eğitim Bakanlığı’na, Şeriat mahkemeleri de Şeyhülislamlık’tan ayrılarak Adliye Bakanlığı’na bağlanmıştır.[26]

“Zeki Velidi Togan ve onun gibi milliyetçi düşünce taraftarları, devlete laik ve milli bir bünye kazandırabilmek için İbn Haldun’a dayanma gereğine inanmışlardır. Togan’ın 1914’te Bilgi Mecmuasında yayımlanan makalesi Mustafa Kemal tarafından da dikkat ve ihtimamla okunmuştu. Togan bu yazısında şöyle diyordu:

‘Teokratizm (şeriatçılık) Türkler için baş belası bir zihniyettir. Teokratizm İslam camiasının öz sıfatı değildir. Biz garp medeniyetine uyarken İslamiyet de ona uymalıdır. Zaten her vakit tarihte saltanatı hilafetten ayırmışlardır. Türk ve Moğolların idare sisteminde dinle ilgili bir şey yoktur. Cengiz’in yasa sisteminin tatbiki, İslam âleminde yeni bir çığır açtı. Orta Asya’daki İslam memleketlerinin Rusya’ya esir düşmelerinin başlıca sebebi bunların Cengiz yasasından ayrılarak şeriata dönmeleri olmuştur.[27] Timur, memleketi yasa ve tüzükle idare etmişti. Dinle devlet tamamiyle ayrı olmalıdır. Kur’an ahkâmı, dünyevî ahkâmla tebdil edilmelidir. Mısırlı müftülerin İslamiyet’i ıslah ederek onun muasır kanunlara esas kılma yolundaki çabaları boş şeylerdir.’

Ayrıca İbn Haldun’daki asabiyet fikri de Togan tarafından milliyetçilik istikametinde izah ve tefsir edilmişti.[28]

En büyük tarih bilginlerimizden biri olan Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın “Hatıralar” adlı kitabında yukarıdaki satırların devamı da var. Bir de onları okumak gerek:

“14. yy’da tarih felsefesi ve içtimaiyat ile meşgul âlimlerin yalnız Akdeniz ve İspanya sahasında yetişen İbn Haldun gibi garplı İslam âlimlerine mahsus kalmadığını, bu fikrin aynı zamanda Temür zamanında Semerkand’a gelmiş olduğunu, 1913 kışın Buhara kütüphanelerindeki yazma eserleri tetkik ederken öğrenmiştim. Bu eser İbn Haldun’un çağdaşı olduğu halde onu görmeden aynı felsefî fikirlere vasıl olan Şemc İcî’nin eseri idi. Temür zamanında ve onun emriyle tarih felsefesine ve Türk kanun ve devlet idare sistemlerine tahsis edilerek yazılan Temür’e takdim edilen ‘Tukhfa’ ismindeki bu büyük eseri ben ancak İstanbul’a geldikten sonra, Yenicami Kütüphanesinde buldum. ‘Şeriat’ yerine ‘Yasa’ya ve ‘din’ karşısında ‘riyazi’ ilimlerin neticelerine ön verilmek gerektiğinden bahseden bu eserden sohbet esnasında Atatürk’e de bahsetmiştim, o da ‘Yaman Türk bu Temür’ dedi.”

Tam burada Ord. Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal’ın “Teokratik Devlet ve Laik Devlet” adlı yazısından bir bölümü ekleyelim ve görelim Eski Türk dini Göktanrı Dini’nin ruhanilerinin devlet yönetimi konusunda hangi konum ve yaklaşımda olduklarını:

“İslamiyet’ten önceki Türk devletlerinde ‘han’lar dini reis sıfatını taşımamışlardır. Orta Asya Türklerinin İslamiyet’ten önceki dini Şamanizm, evrenin yaratıcısı olarak bir Tanrı’nın varlığını kabul eden dinlerdendir. Bu dinin ruhanilerine ‘Kam’ deniyordu. Millet hayatında önemli rolleri olan Kam’lar devlet işlerine karışmıyorlardı.

Öte yandan gerek Doğu Türkistan gerek Batı Türkistan’daki çeşitli Türk hanlıklarında, o döneme göre çok ileri sayılabilecek derecede din hürriyeti vardı. Aynı devletin yurttaşları değişik dinlere bağlı olarak bir arada ve barış içinde yaşayabilmişlerdi.”  

Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu’nun işgale uğraması ve Osmanlı’nın komaya girmesi üzerine, yurdu kurtarmak için toplanan kongrelerde de laiklik vurgusunun yapıldığına tanık olmaktayız.

“Dikkat edileceği gibi Millî mücadelenin esas kavramları, dinsel kökler yerine dünyasal (seküler) ve milliyetçi nitelikler taşıyordu. Toplumun gelenekleri gereği, kimi zaman dinsel motifler kullanılsa da Millî Mücadele temelde dine dayanmayan seküler ve vatan savunmasını öne çıkaran milliyetçi karakterdeydi.

Prof. Tanör’ün belirttiği gibi gerek yerel kongrelerde gerekse Millet Meclisinde dinsel birlik temaları kullanılmıştır, ancak temel ilke ‘feodal dincilik’ değildi ‘etnik kökene’ asla dayanmayan milliyetçi bir karakter taşıyordu.” [29]

Cevat Dursunoğlu, Erzurum Kongresi’ne ilişkin anılarında bu savları destekleyen bilgiler ve olgular aktarır. Erzurum Kongresi’nin hazırlıklarında bulunan ve delege olarak da katılan değerli siyaset ve düşün adamı Cevat Dursunoğlu, kongre kararlarına, o günlerde laiklik ve milliyetçiliği de içeren ve bundan dolayı kongrenin hoca-delegelerinin tepkisine yol açan “asrî” sözcüğünü sokmanın savaşımını nasıl verdiklerini şöyle anlatıyor: “Beyanname görüşülürken yedinci madde sert tartışmalara yol açtı. Yedinci madde şöyle başlıyordu: ‘Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil ve fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder’ Bu cümle içindeki ‘asrî’ tabiri, kongreye iştirak eden hocaları dehşetli ürkütmüştü. Zaten İttihadi Terakki’nin son zamanlarında fırkada ve Meclisi Meb’usan’da birçok hocalar Ziya Gökalp’in ve onun temsil ettiği milliyetçiler grubunun şiddetle aleyhinde idiler. Asrî kelimesini de garpçılığın şiarı ve adeta bir küfür sayıyorlardı. Hocalar ‘Ziya Gökalp’ ruhunun buraya kadar sokulduğunu görüyor ve sinirleniyorlardı. Kelimenin dinle, imanla alakası olmamakla beraber, hocalar bir noktada haklı idiler. Kongreye iştirak eden gençler Türkçü ve garpçı bu itibarla Ziya Gökalp’çi idiler. Hepimiz onun manevi talebesi idik, fikir gıdamızı Yeni Mecmua’dan almıştık. Biz bu cihetleri tasrih etmeyerek ve sırf kelimenin lugat manasında kalarak tezimizi müdafaa ettik ve beyannamede değişiklik yaptırmadık. Bu hadise nesillerin ayrılığını göstermek bakımından önemli idi. Bu iki zihniyet İttihat ve Terakki Partisi içinde ve Meclisi Meb’usan’da olduğu gibi birinci ve ikinci Büyük Millet Meclisi’nde de çok sert tartışmalara ve çarpışmalara yol açtığından dikkate değer bir olaydı.”[30]

Laiklik bağlamında bütün bu tarihsel süreç ortada dururken, M. Ali Ağaoğulları adlı birisi kalkıp “Laiklik Batı’da feodalite/burjuvazi çelişkisinden doğdu, bir sosyal sınıfa dayanıyordu. Bizde ise Kemalist bürokratlar tarafından dayatıldı.” diyebilmiştir.[31]

KEMALİSTLER, DİN VE LAİKLİK

“Laikliği vermek Cumhuriyeti vermek demektir.” Ceyhun Atuf Kansu

Laiklik birilerinin siyasal amaçlarla eveleyip gevelediği gibi “Din özgürlüğü” ya da “Din ve devlet işlerinin ayrılması” değildir, bunları içerir elbette ama esas olarak “Din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır”, 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’in Anayasa Komisyonu’nda yapılan bir tanımı vardır laikliğin, “Sosyal hayatın tanziminde naklî delillerin reddi ve aklî delillerin esas alınması.” 

Atatürk laikliği işte tam da budur.

Peki İslam dini, din ve dünya işlerinin ayrılmasına nasıl bakar? “İslam, yalnız bir öte dünya dini değil, aynı zamanda ve öncelikle bu dünya dinidir. Din-dünya işleri ayrımını tanımaz; bu nedenle de hemen her alanı buyruk, kural ya da yasaklarla düzenlemiştir (hukuk, ahlak, iktisat, vb.). Bu yönüyle ‘bütüncül’ hatta ‘totaliter’dir. Din ve hukuk iç içe olduğu gibi, temel kurallarda değiştirilemezlik ve hatta tartışılmazlık esastır. Öte yandan İslam din din ve devlet ayrılığı da tanımaz; daha başından itibaren adeta devletleşmiştir.”[32]

Peki Kemalist iktidar, İslam dininin bu “din-devlet işleri ayrılamaz” karşıtlığına karşı neler yaptı? “Kemalist iktidar, hilafeti kaldırma kararıyla, din ideolojisi ve kurumlarıyla cepheden hesaplaşmayı başlattı. Operasyonları körlemesine yapıyor değildi; bunların gerisinde bir felsefi temel vardı. Kemalistlerin din konusuna bakışları, Atatürk’ün, Atatürk’ün söylev ve demeçlerinden (SD), denetimden geçirdiği ya da bizzat kaleme aldığı ortaöğretim kitaplarından (Türk Tarihinin Ana Hatları Tarih I-IV, Medeni Bilgiler) çıkartılabilir.

Buna göre evren, doğa, insan ve yaşam, yaratıcı bir iradenin ürünü değil, doğa yasalarının sonucudurlar. Allah insanı değil, insan Allah’ı yaratmıştır. Eski Mısır’da ve İbranilerde kabile düzeninden ve çokluğundan tek otoriteye (devlete) geçilirken, tanrıların sayısı da teke inmiştir: ‘Masum ve cahil insanları, yüzlerce Allah’a taptırmak veya Allahları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir Allah’ı kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir’ (Tarih I,s.121).

Dinler de tanrısal değil, toplumsal ve tarihsel ürünlerdir. Her toplumsal kurum gibi bunlar da işçinden çıktıkları ortamın düzenini yansıtır, bir tarihsel kategori olarak zamanları dolunca da silinirler. Şükrü Kaya 1934’te TBMM’de ‘Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan kutumlardır’ diyor ve bu sözleri bravo ve alkışlarla karşılanıyordu.”[33]

“Kemalist Devrim, din özgürlüğünü’, dinin özgürlüğü olarak tanımlamadı, o zaman laiklik diye bir şey kalmazdı. Kemalist Devrim’e göre din özgürlüğü, bireyin vicdan ve inanç özgürlüğü idi. Özgür olan din değil, fakat bireyin vicdanı idi. Birey, dinsel inançta özgürdü, ancak dünyayı dinsel kaynaklara göre düzenlemeye girişemezdi. Burada birey kavramının altını özellikle çiziyoruz. Bireye tanınan din ve vicdan özgürlüğü, dinsel güçlere, dinsel cemaatlere tanınmış değildi. Tersine Kemalist Devrim, tekkeleri, zaviyeleri kapattı, tarikatları yasadışı ilan etti. Şeyhlik, müritlik, çelebilik gibi orta çağ kurum ve ilişkilerini ortadan kaldırmak için kapsamlı bir Aydınlanma hareketine girişti ve bunun altyapısını oluşturan kapitalist ilişkileri inşa etti. Kısacası, orta çağ kalıntılarını tasfiyeye yöneldi ve orta çağ hâkim sınıflarına karşı, Jakobenizmin Aydınlanma diktasını uyguladı.”[34]

BÖYLE BUYURDU ÇETİN ALTAN: “YOKSUL ADAM LAİK OLMAZ, BUNU MUSTAFA KEMAL’İN BİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİ”

Marksizm’den liberalizme kıvrak yatay geçiş yapan Çetin Altan, Yasemin Arpa’ya verdiği röportajın aşağıya aldığımız bölümleri, tam bir zırvalık örneği. Bu sözleri sokaktaki adam söylese tımarhaneye kapatırlar: 

“Yoksul adam laik olmaz. Bunu Mustafa Kemal’in bilmesi mümkün değildi. Çünkü sınıfsal açıdan bakma meselesi Türkiye’nin bilinci içinde billurlaşmamış. Şimdi şuradaki cafelerden birine gitsek, bir kadınla erkek bira içiyordur şu saatte; değil mi? Peki paran yoksa kızmaz mısın ona? Sen de gençsin, canın çekiyor… Onlar kefere (kafirler), onlar cehenneme gidecek… Sense öldükten sonra, ibadetini yapıp hocayı da dinlersen, huri kızları ile kevser şarabı içinde sonsuz yaşayacaksın. Aynı şeyi söylüyor yine, ama öldükten sonra yaşayacaksın…

O kadar kolay değil o işler, bir kuşakta olmaz. Bu bir emirle olmaz da o yüzden böyle saçmalıklar oluyor. ‘Ben istersem herkes laik olur’ dediğin zaman, adamın parası yok. Üstelik bir de görüyor ki, daha iyi yaşayanlar da var. ‘O cehenneme gidecek, ben cennete’ avuntusu içinde o. Sen onu zenginleştir. Zenginleşince sen ‘laik olma’ desen de laik olur, merak etme. Suudi Arabistan’ın başındaki zenginler nerelerde nasıl fink atarlar biliyor musun? Onların ki sahtekarlık, o başka bir şey.”[35]

Çetin Altan gibilere yanıtı, Atatürk vermişti aslında. Atatürk’e bir yabancı gazetecinin laiklik konusunda sorduklarını ve Ata’nın yanıtını İsmail Tonguç şöyle aktarmaktadır: “Emil Ludwig, Atatürk’e ‘Siz Müslüman bir milletsiniz. Şimdi laik olmak istiyorsunuz. Buna nasıl muvaffak olacaksınız?’ deyince Atatürk ‘Biz köylüyüz, köylü bir halkız. Türk köylüsü tabiatla her an haşir neşirdir. O tabiatı takdis eder’ demiştir.”[36]

Evet öyledir… Köyünde laiklik karşıtı olmayan hoşgörülü köylü, şehrin varoşlarına geldiğinde tarikat ve cemaat tuzağına düşerek laiklik düşmanı oluyor. Kadınları, köyünde örttüğü geleneksel başörtüsünü atıp, rahibe örtüsünü andıran türbanı takıyor.

BEN BİR LAİKÇİYİM, DERSİMİZ LAİKLİK 

“Laikçilik” deyimi, dinbaz ağızlarda sakız gibi çiğnenir durur. Bu dinbazlara bakılırsa bu deyim aslında Şükrü Kaya’ya aitmiş. Laikliği, Atatürk dönemimin İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya gibi anlayanlara kendilerinin bu sıfatı yakıştırdıklarını öne sürüyorlar. Peki ne demiş Şükrü Kaya laiklik ilkesinin Anayasaya girmesi için 1937 yılında İsmet İnönü ve 153 arkadaşınca verilen yasa teklifi TBMM’de görüşülürken? Bir bakalım:

“Bu memlekette kahinlerin ve gayri mesullerin vicdanlara amil olmasından ve devlet ve millet işlerini görmesinden çok zarar görmüştür. Mademki tarihte deterministiz, mademki icraatta maddiyatçıyız, o halde kendi kanunlarımızı kendimiz yapmalıyız… Bizim istediğimiz hürriyet, laiklikten maksadımız dinin memleket işlerine müessir ve amil olmamasını temin etmektir. Bizde laikçiliğin çerçevesi ve hududu budur. Biz diyoruz ki, dinler vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işlerine karışmasın. Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız” [37]

“Laikçilik” deyimini daha sonra Şükrü Kaya dışında kullanan kimseler olmamış. Sonra 80’li yıllarda bir gün Abdurrahman Dilipak, bu deyime sarılıp dillere düşürdü. Hem de ne düşürme, ilerici cenaha tüneyen nice yarı aydın ve gazeteciler bile “Laiklik başka, laikçilik başka, ben laikim ama laikçi değilim” demeye başladılar. Bunlar bu dediklerini tam olarak anlatamıyor, derine de inemiyorlardı ama bunların bu ayıplarını yüzlerine çarpan da olmuyordu o tarihlerde. 

Hasan Bülent Kahraman gibi “eyyamcı entel”ler bile bu “dinbaz Dilipak icadı” deyime sarılıp Kemalizm eleştirisi yapmaya kalkışıyorlardı:

“Bürokratik sol ve sağ Kemalizmlere 1930’ların devlet ideolojisi olarak gelişen ur-öz Kemalizm’le 28 Şubat’ın yerleştirdiği laikçi Kemalizm eklenirse beş Kemalizm’e ulaşılır. Bugünlerde de Ulusalcı-Kemalizm diyebileceğimiz bir tutum göze çarpmaktadır.”[38]

Yalnız sol gelenekten eyyamcılığa dönüşen Hasan Bülent Kahraman da değildir bu “dinbaz Dilipak icadı” deyime sarılan, Türk-İslam Sentezcileri, hatta 2021 yılında kurduğu Zafer Partisi’nin Atatürkçü olduğunu ilan eden Ümit Özdağ bile onlar ağzı kullanmaktan geri duramaz: 

“Ulusalcıların din anlayışı pozitivist/laikçi bir zemine oturur. Genellikle dinin sosyal yaşamdaki rolünü küçümseyen bir yaklaşımı temsil ederler. Din ile ilişkileri henüz sağlıklı olarak tanımlanmamıştır. Bir yandan misyonerlik faaliyetlerine sert tepki gösterirler öte yandan Kur’an kurslarından rahatsızlık duyarlar.

Oysa Türk milliyetçileri/Ülkücüler İslam dinini Türk milletinin ayrılmaz bir parçası, karakterini oluşturan en önemli etkenlerden birisi olarak görürler. Türk milliyetçileri için İslam dini pozitivist/laikçi gözle bakılabilecek ve sosyal yaşamdan dışlanabilecek bir olgu değil, uygarlığımızın, ‘bizi biz yapan’ başat unsurlardan birisidir. Türk milliyetçileri Türk-İslam ülkücüleridir.”[39]

Ya Bülent Ecevit? O da “inançlara saygılı laikliği” icat etmişti. “İnançlara saygısız laiklik de var mı?” diye ben çok sordum, DSP’liler baklayı ağızlarından çıkardılar: “Tek parti döneminde öyle bir laiklik uygulandı ve inançlı insanları ezdi, inançlara düşmanlık etti.” 

Tek parti döneminde uygulanan Atatürk laikliğidir, sizin sorunuz o laiklikle öyle mi? Mecliste başörtülü Merve Kavakçı ile zorunuz neydi o zaman?

Bu çelişkileri aşmanın yolu, Atatürk laikliği ile bunların söylem ve tutumlarını karşılaştırmaktır.

Cumhuriyetin laiklik anlayışı gerçekte ne idi, din ve devlet işlerinin ayrılması yanında, din ve dünya işlerinin ayrılmasını da içeriyor muydu? 

Bunun en kestirme yanıtını 15 Teşrinevvel (Ekim) 1927 Cumartesi günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi Büyük Kurultayı’nda kabul edilen “Yeni Tüzük”ten almak gerek. Bu tüzüğün “Genel Esaslar” başlıklı bölümü, 7 maddeden oluşmaktaydı. Bu maddelerden 3’üncüsü şöyle idi: 

“Madde 3: Fırka, dini ve vicdanları siyasetten ve siyasetin her türlü karışıklığından kurtararak ulusun siyasi, sosyal, iktisadi bütün kanunlarını teşkilat ve ihtiyaçlarını aklî, ilmî ve fenlerin çağdaş uygarlığa kazandırdığı ilke ve biçimlere uygun olarak gerçekleştirmeyi, bir başka deyişle devlet ve ulus işlerinde din ile dünyayı birbirinden ayırmayı en önemli ilkelerden sayar”  

Cumhuriyet’in ideologlarından Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları ise, CHP Kurultayı’ndaki bu ifadelerin açımlaması niteliğindedir 

“Medrese hiçbir zaman, halkın ve devletin dünya işleri üzerinde egemen kalmaktan vazgeçmemiştir. Din bir vicdan işidir. Tanrı ile kul arasındadır. İslamlıkta ruhanîlik yoktur. Bu gerçekleri hep biliriz. Din adamının görevi, bu esaslar dışına çıkamaz. Vaaz ve hutbeleri, Kur’an’ın ahlâk ayetleri üzerine temellendirmeden ileri gitmemek lazım gelir. Atatürk laisizmle, Türklüğü akıl hürriyetine kavuşturmuştur. Türkler dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vereceklerdir.”[40]

Ve Sabahattin Selek, bu “akıl hürriyeti”nden yeterince yararlanıp yararlanamadığımızı, tek tümcede özetliyor, hem de en çarpıcı biçimde: “Anadolu İhtilali laik bir devlet kurabilmiş, ama laik bir toplum yaratamamıştır.[41]

Yaratamayınca bakın neler oldu:

Önce Demokrat Parti, laiklik karşıtı eylem ve uygulamaların odağı oldu. Örnekleyelim:

1950 seçimleri sonrasında bazı camilerde “Şükür Allahsızlardan kurtulduk” diye dualar edildi.

16 Haziran 1950-DP iktidarının ilk icraatı Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunması oldu (14 Mayıs’ta İktidarı ele geçirdikten bir ay sonra). Ve CHP’liler de olumlu oy kullandılar.

5 Temmuz 1950-Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı.

3 Aralık 1950-Arap harfleriyle eğitim yapan dershanelere izin verildi.

4 Kasım 1951-İlkokulların ders programlarına din dersi konuldu.

13 Ağustos 1956-Bakanlar Kurulunca ortaokullarda din dersi okutulmasına karar verildi.

20 Ekim 1957-Menderes Adana’da yaptığı seçim konuşmasında İstanbulikinci bir Mekke, Eyüp Sultan Camiinide ikinci bir Kâbe yapacağız dedi.

DP’nin bir Trabzon mitingi sırasında çarşaflı bir kadın kürsüye çıkarılarak “Bu iktidar döneminde namusumuzu kurtaran çarşafa kavuştuk” dedirtildi. 

10 Mart 1958 -Demokrat Parti örgütlerinin Ramazan ayı boyunca camilerde düzenlediği mevlitlerin propaganda amacıyla devlet radyosundan naklen yayını uygulaması başlatıldı.

19 Ekim 1958-Başbakan Menderes, Said-i Nursî’nin yaşadığı Emirdağ’da Nurcular tarafından hilafet ve saltanatıtemsil eden iki tuğralı, yeşil bayrak açılarak karşılandı. Menderes Risale-i Nurların ilk kez serbestçe basılması için talimat verdi ve kâğıt tahsisi yaptı.

20 Şubat 1959 -Uçak kazasından kurtulmuş olmasından dolayı, yandaşları arasında “ermiş” gibi görülen Adnan Menderes, büyük bir kalabalıkla Eyüp Sultan’a gidip dua etti, halka dağıtılmak üzere resimler çektirdi.

2 Mart 1959-Başbakanlık Müsteşarı mason Ahmet Salih Korur, Eyüp Sultan Camisi’nin avlusunda büyük bir iftar yemeği verdi.

5 Ocak 1960-Said-i Nursî, doğu illeri valilerine bir mektup yazıp şöyle zırvaladı: “Şark bölgesinde komünistliği 60 bin Nursî sayesinde önlemekteyim. Arapça ezan okutturduğumuz ve bu sayede Müslümanları Demokrat Parti cephesinde topladığımız malumunuzdur. Şimdi de dağıttığımız bu Risale-i Nurlarla komünizmle ve masonlukla savaşacağız.”

Daha sonraki yıllarda, gericilik alıp başını gitti, neredeyse tüm iktidarlardan destek gördü. İmam-Hatip Okulu, cami ve kur’an kursu açma, imamlara kadro verme yarışı başladı. 

Ve 24 Temmuz 2020’de İslamcıların büyük rüyası gerçekleşti, Ayasofya ibadete açıldı, oraya soyadı “Boynukalın” olan bir din profesörü “Başimam” olarak atandı ve bu imam kendini Şeyhülislam sanıp, laiklik ilkesinin anayasadan çıkarılması gerektiğini savunur oldu.

Bütün bunlarla mücadele etme ve onları alt etmenin yolu, Atatürk laikliğinin yanına Lenin laikliğini de koymaktır. Nedir o? Onu da “Daim Sola Daim Sola” adlı kitabımdan aktarayım:

“2010 yılında yayımlanan ‘Kartal Gözüyle Laiklik’ kitabımda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Atatürk kurumu olduğunu anlatmış, Atatürk’ün bu kurumu kuracağı zaman danıştığı kişilerden birisine ‘Peki çocuk, şu Sultanahmet Camii imamının maaşını kim verecek?’ diye sorduğunu ‘Cemaat toplar verir Paşam’ yanıtını alınca ‘Hayır hayır, onları cemaatin eline baktıramayız, biz vereceğiz’ dediğini aktarmıştım. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın korunmasını istemiş, Diyanet’e bütçeden verilen payı dillerine dolayanların, Batı ülkelerindeki kilise vergisinden neden söz etmediklerini de sormuştum. Daha da ileriye gitmiş, başta Orta Asya Türk Cumhuriyetleri olmak üzere tüm İslam Dünyasına Diyanet modelini önermiştim.

Aradan geçen 11 yıl boyunca, ben değiştim, düşüncelerim değişti, Diyanet ise öyle değişti ki tanınmaz bir halde.

Bu arada Lenin’in modelini hatırladım.

Lenin, 1917 Ekim devriminden kısa bir süre sonra bir kararname yayımlayarak ülkesinde ‘Kilisenin devletten, okulun kiliseden ayrıldığını’ açıkladı. Bu ilke daha sonra aynen Sovyet anayasasına da girdi. Deniliyordu ki bu kararnamede: ‘Okullarda dinsel öğretilerin okutulmasına izin verilemez. Sovyet devletinde din, yurttaşların özel işidir. Yalnızca özel ortamlarda öğrenilebilir ve öğretilebilir.’ Bu kararname ile kilise dernekleri ve dinsel dernekler kurulmasına izin veriliyor ve bunların hukuksal durumu şöyle ifade ediliyordu:

‘Onların hiçbir hukuksal üstünlükleri yoktur ve onlar devletten yardım alma isteminde bulunamazlar. Bütün bu dernekler dindarların gönüllü olarak verdikleri bağışlarla yaşamalıdırlar. Zorunlu biçimde onların adına ve hayrına bağış toplamak ve para biriktirmek kesinlikle yasaktır.’

Kararname, kilisenin emlakini halk malı ilan etti ve aynı zamanda ibadet binaları ve eşyalarının uygun dinsel örgütlere parasız yararlanmak üzere özgülenmesini de kabul etti.

Kararnamenin hiçbir maddesi dindarların haklarını sınırlamıyordu. Dinin özgür olarak seçilmesi, dinsel ayin yapmak özgürlüğü, dindarlara her tür siyasal ve yönetsel haklar verilmesi de bu düzenleme içinde idi.

Dahası da var, tüm dinler örgütlü idiler merkez ve taşra olarak, SSCB çöktüğünde bu tür yapıların sayısı 22 bin dolayında idi.

Din karşıtlığı ve ateizm propagandası ise serbest oluyordu.

Haa peki şimdi şu önemli soru: Neden Lenin böyle yaptı da ‘Laikliği din ve dünya işlerinin ayrılması’ olarak tanımlayan Atatürk, dini devletin kontrolüne alan bir model benimsedi?

Sanırım şundan: Atatürk’ün Kurtuluş Savaşına destek veren Rıfat Börekçi gibi din adamlarına bir minnet ve şükran borcu vardı, onları kıramıyordu (oysa Lenin böyle bir destek alamamıştı, böyle bir borcu ve yükü yoktu). Atatürk çıkış yolunu, dini devletin kontrolüne almakta ve devlete bağlamakta buldu. Bu, o gün için doğru idi. Ancak 1946’dan itibaren iktidarlarca istismar edilen din, istismar edile edile öyle bir güce erişti ki, devleti kontrolü altına aldı, almakla da kalmadı, Cumhuriyet’in altını da oyar oldu, Atatürk’e düşmanlık eder oldu, üç bakanlığın bütçesi kadar bir bütçeyi yutar oldu.

Bu ülke bunu kaldıramaz! Diyanet kaldırılmalıdır!”

Nasıl kaldırılır ya da kapatılır? Ödünsüz bir “laikçi” olarak ortaya koyayım:   

-Diyanet İşleri Başkanlığı kapatılmıştır. Müftü, müftü yardımcısı, imam, vaiz, kayyum gibi din adamlarının ücretleri dernek ve vakıf biçiminde örgütlenecek yapılar tarafından ödenecektir. En az 100 yıl önce yapılan ve halen ibadete açık bulunan tarihi camilerin personeli bu uygulamanın dışındadır. Bu camiler Vakıflar Genel Müdürlüğüne bağlanır ve ilgili personelin ücretleri bu kurum tarafından karşılanır.

-Devlet okulları ve üniversitelerinde dinî eğitim yapılamaz. Millî Eğitim Bakanlığı’nın din öğretim ve eğitimi ile ilgili birimleri kapatılacaktır. Tüm İmam-Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri kapatılacaktır. Bu okulları devralıp devletin denetim ve kontrolünde özel okul olarak işletmek isteyen dernek ve vakıflara izin verilir. 

-Bir Din İşleri Üst Kurulu kurulur, bu kurulda tüm din ve mezheplerin temsilcileri bulunur ve dinsel faaliyetlerin işleyişine bu kurul tarafından yön verilir, denetimi yapılır.

Temel böyle savunulur işte!

ALLAH TARAFINDAN VAZEDİLEN HUKUK-LAİK HUKUK

“Sünni teoride hukuk, Allah tarafından vazedilmiştir. İnsana düşen görev, yasa yapmak değil, zaten Allah tarafından tayin edilmiş olan hukuku keşfetmek ve bilmekten ibarettir. Din mülkün temeli ve direğidir. Ve amaç siyasal düzeni vahiyle uyumlaştırmadır.”[42]

Bu kadar da değil, yargısal görev yapan kadı, “Allah’ın kendisine ilham ettiği görüşü ortaya koymalı/ymış.”[43]

Aklı olan, özgürlüğüne ve kişiliğine düşkün olan hiç kimse, böyle bir düzene evet demez ve laikliğe ve laik hukuka sımsıkı sarılır. 

HUKUK FAKÜLTESİNDEN ÇOK İLAHİYAT FAKÜLTESİ VE İSLAM HUKUKU GAYRETKEŞLİĞİ

Atatürk’ün Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında söylediği sözler, Ankara Hukuk Fakültesi bahçesinde. Cumhuriyetin müeyyidesi, yani yaptırımı… Bu yaptırımı her dönem yapacak güçte olmak ve devrim karşıtlarına karşı uygulamak her Kemalist’in ödevidir.

“Bugün Türkiye’de hukuk fakültesinden çok ilâhiyat fakültesi; hukuk öğrencisinden çok ilâhiyat öğrencisi ve yine hukuk fakültesi öğretim üyesinden çok ilâhiyat fakültesi öğretim üyesi var. Türkiye’de 2010’dan 2019’a sadece 9 yılda, ilâhiyat fakültesi sayısı 24’ten 92’ye çıkarak yaklaşık dört kat artmıştır. İlâhiyat fakültesine bir yılda kayıt yaptıran öğrenci sayısı 6252’den 33202’ye çıkarak beş kat artmıştır. Yine aynı dönemde ilâhiyat fakültelerinde öğretim elemanı sayısı 1120’den 4121’e çıkarak üç buçuk kat artmıştır. Artış her yıl katlanarak devam ediyor.

Türkiye’de ilâhiyat ve İslâmî ilimler fakültelerinin ‘İslâm hukuku’ veya ‘fıkıh’ anabilim dallarında görev yapan tam 407 adet öğretim elemanı vardır. Bu rakam, normal bir rakam değil. Eğer bu rakam, normal bir rakam olsaydı, Türkiye’de Roma hukuku anabilim dallarında da benzer sayıda öğretim elemanı olması gerekirdi. Oysa Türkiye’de Roma hukuku anabilim dallarında sadece 24 adet öğretim elemanı vardır.

Türkiye’de şu an yürürlükte olan hukukumuzun kaynağı olan Roma hukuku için 24 adet öğretim elemanı istihdam edilirken, yürürlükteki hukukumuza kaynaklık da etmemiş olan İslâm hukuku için 407 adet öğretim elemanı istihdam edilmesi şüphe uyandırıcı bir şeydir. Bunun altında bir başka düşünce yatıyor olmalıdır. Bu konudaki endişelerimi “İlâhiyat Nereye Gidiyor?” başlıklı makalemin “V. Büyük Ramplasman” başlığı altında açıklamıştım.” [44]

Cumhuriyetin 100’üncü yılını işte bu ahval ve şerait altında kutlamaktayız.

HIYANET-İ VATANİYE KANUNU, DİNİ SİYASİ AMAÇLARI İÇİN KULLANANLARA KARŞI ÇIKARILMIŞTI

I. Meclis, açıldıktan 6 gün sonra Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu çıkardı. Açık, net ve sertti o kanun: “Dini kullanarak devletin şeklini değiştirmek ve bozmak isteyenler vatan haini sayılır.” Bu yasanın diğer maddeleri ise şöyle idi: 

“Fiilen vatan hainliğinde bulunanlar asılarak idam edilir.” (Madde 2) 

“Vaiz ve hitabet suretiyle alenen ve çeşitli zeminlerde söz ve hareketleriyle vatan hainliği cürmüne tahrik ve teşvik edenlerle işbu tahrik ve teşviki yazı ve resimlerle yayanlar geçici küreğe konulurlar.” (Madde 3) 

“Vatana ihanet sanıklarının yargılanması en çok 24 gün içinde karara bağlanır (Madde 7) ve temyiz edilemez.” (Madde 8)

25 Şubat 1925’te Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na eklenen bir madde ile “dini ve mukaddesatı siyasi amaçlara esas ve alet etmek maksadıyla cemiyet kuranlar” da vatan hainliği kapsamına alınmış ve idamla cezalandırılmıştır.

Yasa maddeleri okunduğunda, yasanın gerekçelerini açıkça görüyoruz:

-Dini siyasal amaçları için kullananlar var o tarihte ve bunlar devlet düzenini, ülke birliğini tehdit edecek güçteler.

-Bunlarla mücadele ancak bu yasa, idam cezası ve İstiklal Mahkemeleri yoluyla olabilir.

Öyle olmuştur ve ülke kurtulup Cumhuriyet kurulduktan sonra da devletin tehdit algılaması bu doğrultuda olmuş, bu tür irticai faaliyetlerin üstüne gidilmiş, laiklik ilkesi bundan dolayı getirilmiş ve Anayasaya kadar bundan dolayı sokulmuştur. Ve “Bu dinle yürünmez” tepkileri bundan dolayı idi.

“Kazım Karabekir[45] 18 Temmuz 1923’te Meclis kürsüsüne çıkıp ‘Türkiye Devletinin dini İslam’dır görüşünü savununca, Mahmut Esat Bozkurt büyük bir celalle yerinden fırlayıp bas bas bağırmaya başladı: ‘İslamlık terakkiye (gelişmeye-ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez. Mahvoluruz. Ve biz kimse de ehemmiyet vermez’

Ardından Ali Fethi Bey kürsüye çıktı: ‘Evet Karabekir… Türkler İslam’ı kabul ettiklerinden böyle (geri) kaldılar. Ve İslam kaldıkça da bu halde kalmaya mahkûmdurlar. Bunun için İslam kalmayacağız.’”[46]

Yavuz Bahadıroğlu belli niyetlerle, bu konuşmaları kitabına almış. Ama iyi etmiş bilmeden. Çünkü gerek Mahmut Esat Bozkurt’un gerekse Ali Fethi Okyar’ın sözleri yüzde yüz gerçeği yansıtıyor. Keşke bugün “Biz de Müslümanız da…” diye el ovuşturmak yerine, bu sözleri mecliste söyleyebilecek yürekli milletvekillerimiz olsaydı.

AHMET KABAKLI VE MEHMET PAMAK’IN HİLAFET AŞKI VE ATATÜRK KARŞITLIĞI

Türk Milliyetçiliğine “din fesadı” karıştıran, “Türk-İslam Ülküsü”nü “İslam-Türk”e, “Millî Ülküyü” “İslami Millî Ülkü”ye çeviren, Türk’ün başına sürekli “Müslüman” ekleyip “Müslüman Türk” diyen, ilkokullarımızın Sıbyan Mektebine çevrilmesini isteyen[47] Ahmet Kabaklı, hilafetin kaldırılmasına şiddetle tepki gösterir. Dayanakları çürük ve argo deyimle “atmasyon.” Efendim, Hilafet öyle çekici, büyüleyici ve yapıştırıcı bir şeymiş ki, Sultan Hamit, Türk olmayan Müslümanlara bir Hafız Osman Kur’an’ı yollayıp işi bitiriyormuş. Yahu I. Dünya Savaşında o halife cihat ilan edip, kutsal sancağı çıkardı, açtı. Kim taktı o cihadı ve sancağı? Hintliler mi, Senegalliler mi, Araplar mı? Ve senin o cihadın aslında Alman cihadı idi, İngilizler Araplar aracılığıyla onun karşısına kendi cihatlarını çıkardılar. 

Hadi okuyalım şu cihat işinin aslını ve ayrıntısını:

“Alman yönetimi ve Kayzer, İngiltere’nin elinden Hindistan’ı koparıp alırlarsa, İngiltere’nin dünya egemenliğine son vereceklerini ve onun yerine Almanya’nın dünya hâkimi olacağını düşünüyorlardı. Almanya’da bu politika ‘Drang nach Osten’ (Doğuya Hücum) adı altında sloganlaştı.

Almanya’nın Kayzer yönetimi ‘Doğu’ya hücum’a paralel olarak ikinci bir politik strateji geliştirdi. Bu da Osmanlı Halifesi (padişah) üzerinden ‘Cihad’ ilan ederek, düşmanlarını, İngiltere, Fransa ve Rusya’yı, onların sömürgelerindeki Müslüman halklar üzerinden vurmak politikasıydı.

Kayzer’in bu polikasına ‘Alman Cihadı’ adı verildi. Kayzer Wilhelm ve Berlin Askeri Karargâhı bu cihad politikasına çok umut bağladı ve bu uğurda milyonlarca altın harcadı. Almanya, Osmanlı padişahına Enver aracılığıyla Cihad-ı Ekber ilan ettirdi. Cihad bildirileri ve propaganda malzemesi ile altınlar Almanlar tarafından tüm İslam alemine yayıldı. Ancak bu politika sonuç vermedi, hüsranla bitti.

Alman cihadına karşı Mekke’de İngiliz Cihadı:

İslam fanatizmi ile ayaklanması beklenen Arap şeyhleri, İran emirleri, Afgan kralları cihad çağrıları ile din uğruna ayaklanmadılar. Aksine bu elverişli durumu kullanarak hem Almanlardan hem de İngilizlerden bolca altın sızdırarak, oyalama hareketleri yaparak, oradaki durumlarını I.Dünya Savaşı sonuna dek sürdürmeyi başardılar. Mekke’de Şerif Hüseyin ise Haziran 1916’da Osmanlı’ya isyan etti ve aldığı altınlar nedeniyle İngilizlerin safına geçti. Üstelik Osmanlı’nın cihad ilanına karşı o da Osmanlı ve Almanlara karşı cihad açtı.”[48]

Ve Kabaklı’nın hilafet işinin Osmanlı döneminde de tartışmaya açıldığından haberi yok. “Örneğin 1908 tarihli Mizan’da Murat Bey’in (Mizancı Murat) ‘Din devletten hilafet saltanattan tefrik edilemez’ demesine karşılık, Lütfü Bey’in ‘Hapishaneye Doğru’ adını taşıyan ve ne yazık ki baskısı yapılamayan kitabında ‘Hünkâr ya hükümdar ya halife olsun. Halife olursa, sarayına çekilip din işlerine baksın. Yok hükümdarlığı tercih ediyorsa, bize hilafetin lüzumu yoktur. Fars Hâkimi, İran şahı kim istiyorsa ona verelim. O tehlikeli silahı biraz da onlar istimal etsinler. Biz istimal ettik ağzımızın payını aldık’ diye yazabilmesi gerçekten ilginçtir.”[49]

Ve Mehmet Pamak diye biri… O da bütün bu arka planı bilmeyen bir hilafet yanlısı. Türk devrimine ve Atatürk’e düşmanlık edip yandaş toplama, gündeme gelme gayretinde. Peki kim bu Mehmet Pamak? Bu Mehmet Pamak’ı ben 1970 yılında Ankara Site yurdunda tanıdım. Van’dan Çanakkale Ezine’ye sürgün edilmiş bir Kürt ailenin çocuğu olmasına karşın, sıkı ülkücüydü. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisiydi ve kendi anlattığına göre “bilinçli faşist” olduğundan ötürü, “teknik dövme” denilen bir yöntemle dayak yemişti o fakültenin yurdunda solculardan ve artık ne yurda ne de fakülteye gidemiyordu. Yapıştı yakamıza “Bana yardımcı olun, naklimi Erzurum’a aldırayım, orada fakülteyi bitireyim” diye. O yapışınca biri daha yapıştı, o da “Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi”ne gidemiyormuş. Onun da adı Sadık Kemal Tural’dı. Yardımcı olduk, ikisi de Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne geldiler. Biri edebiyat, biri İşletme Fakültesi’ne. 

Sadık Kemal Tural sonraki yıllarda profesörlüğe kadar yükselen bir akademisyen oldu ve “Atatürk Kültür Dil ve Tarih yüksek Kurumu Başkanlığı” yapacak kadar da sıkı bir Atatürkçü oldu. Mehmet Pamak’a gelince, Maliye Bakanlığı’nda Gelirler Kontrolü olmuştu. Tercüman Gazetesi’nde başlayan vergi yazarlığı, onu Türkiye Gazetesi ve Işıkçıların yanına sürükledi. 12 Eylül döneminde onların dürtüklemesiyle Danışma Meclisi üyeliğine seçildi. Danışma Meclisi’nde onu seçen Kenan Evren ve Konsey üyelerini bile rahatsız eden muhafazakâr bir ses oldu ve demokrasiye geçilen 1983 yılında Muhafazakâr Parti diye bir parti kurarak MHP’nin yerini almak istedi. Olmadı. Olmadı ama Pamak da gitgide radikal İslam’a kaymaya başladı. Kılık kıyafetten söyleme kadar. Ve sıkı bir Atatürk, devrim, cumhuriyet ve milliyet düşmanı oldu. Bu arada Kürtlüğe de birden aklına geldi.

Ve işte Pamak’ın Hilafet Konferansı… “Köklü Değişim Dergisi tarafından düzenlenen, Türkiye ve çeşitli ülkelerden gelen Hizb-ut Tahrir yöneticilerinin konuşmacı olarak katıldığı ‘Hilafet Konferansı’, Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde yapıldı. 

Hilafet’in kaldırılmasının 92. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen konferansta konuşmacılar arasında yer alan İlmi ve Kültürel Araştırma Vakfı (İLKAV) Başkanı Mehmet Pamak, salonun her iki tarafında asılı bulunan Atatürk posterlerine tepki gösterdi.[50] ‘Hilafetin şeklen bile varlığı Müslümanların birliğine vesile oluyordu. Buna tahammül edemediler. Hilafeti kaldırttılar.’ diyen Pamak, şöyle devam etti: ‘Hilafetin kaldırılışı sonucunda biz bugün burada, bu konunun nasıl bir dağılmaya sebep olduğunu ve ne hale geldiğini konuşurken bile, Hilafeti kaldıranların gölgesinden kurtulamıyoruz. İki tarafta onların resimleri var. Bunu dayatan belediyelere sesleniyorum: Bu salonlar babanızın malı değil. Bizden aldığınız vergilerle yapılan salonlar. Dolayısıyla buraları nötr olmalı. Bu zulüm devam ediyor. Biz resmî ideolojinin baskısı altında, resmî ideolojinin ilahlarının resmi altında bu konuları konuşmak durumunda bırakılmamalıyız. O düşünce özgürlüğü için çok konuşan medya var ya, hani düşünce özgürlüğünden yanaydınız? Niye buna itiraz eden yok?’”[51]

Pamak bizi bilir, belleğini yitirmediyse, sözümüzü esirgemediğimizi ve dosdoğru konuştuğumuzu ve yazdığımızı da. Bu girişle yanıt verelim dediklerine: Düşünce özgürlüğünden dem vuruyorsun, düşünce özgürlüğü sağlanmış işte, sana orada konuşma hakkı verilmiş, hilafet özlemini dile getiriyorsun ve bu devletin temellerine orada dinamit koymaya çalışıyorsun. Ama bütün bunlar sana yetmiyor, Atatürk posterlerine ‘resmî ideolojinin ilahı’ diyerek hücum ediyorsun. 

Bak Pamak Efendi, okullarında okuduğun, dairelerinde makam mevki sahibi olduğun, parlamentosunda üyelik yaptığın bu Cumhuriyet; o hilafeti kendine gereksiz ve yararsız bir yük olarak gördü. 1924 yılında, türediği coğrafyalara doğru fırlattı füze gibi. Bunu yaparken de İbn Haldun’a dayandı. “Laik bir devlet düzenine, milli bir anlayışa, batı medeniyetine ve hilafetin ilgasına taraftar olanlar, İslam dünyasında en çok İbn Haldun’a dayanmışlardır. Hilafet kaldırılırken İbn Haldun yine delil olarak kullanılmıştı. İlk Adliye Vekili Seyyid Bey, ‘Hilafetin mahiyet-i şeriyyesi’ (1340’da mecliste yapılan konuşmanın tam metni) isimli küçük risalesini yazarken İbn Haldun’dan ilham almıştı.”[52]Sen bunları unutup, yok sayıp bir ‘Neo-Hilafet’ istiyorsan, var git şeriatla yönetilen ülkelere, benim tavsiyem Taliban’ın yönettiği Afganistan’dır. Sakalın, giysilerin ve söylemlerinle orası sana pek yakışacaktır. Git hilafetin yararlarını onlara anlat, her ne kadar Kureyş’ten olma[53] şartı varsa da Osmanoğullarını örnek gösterirsin, belki seni yaparlar halife.

MEHMET AKİF VE ATATÜRK ARASINDAKİ AYRILIKLARIN EN ÖNEMLİSİ LAİKLİK VE BATILILAŞMA ALGISIDIR

“Bu iki isim arasında başlıca iki fark vardır. Bütün farklılıklar aslında bu iki özelliğin uzantısı, açılımıdır.

1-Atatürk kültür-medeniyet ayrımını reddedip Batı’nın bütünsel medeniyetine yönelirken, Akif, Batı’nın yalnızca bilimin alıp kendi ruh köklerimize yönelmeyi ister.

2-Atatürk, Batı’yı model alan laik bir cumhuriyet inşa ederken, Akif’in gönlünden Osmanlının devamı sayılabilecek bir İslam devleti geçer.”[54]

Mızmız Dergisi, Atatürk ve Batı bağlamında ayrıntı vermemiş, onu da biz verelim:

BAĞIMSIZ BATILILIK VE BATI’YA BATILI GİBİ BAŞKALDIRAN İLK DOĞULU

“Batı çok önceden, daha 14’üncü yüzyıldan beri Batılılaşmıştır. Çeşitli devrimler, endüstri devrimi, Fransız büyük devrimi, Rus devrimi bu Batı toprağında çiçeklenmişlerdir. Türkiye’nin savaşı ise, bağımsızlığın temelini bulmaktır, çağdaşlaşmak, yani insanlığın çağdaş ortak uygarlığına, Batı uygarlığına erişmektir. Böyle bir toprağa yerleşmeyen bir bağımsızlık, çağdaş özünü bulamaz; çağdaş özünü bulamayınca da yeniden bağımlılığa dönüşür, yozlaşıp, yitip gider. Ama bizim bağımsızlık savaşımız bir yerde Batı’ya karşıdır. En çok Batılı olduğumuz çağda Batıya karşı savaş açtığımız çağdır. Yani bir bağımsız Batılılık savaşı verdiğimiz çağdır. Hem çağdaşlaşmak isterken hem de çağdaş uygarlıkla kavgamızdaki bu çelişkinin özü nedir? Ulusal bağımsızlık için Batıya açtığımız savaşın iki nedeni vardır: Bunlardan biri sömürgecilik (emperyalizm), diğeri de Batı sömürgeciliğinin çocuğu olan pazarcı anamalcılık (kapitalizm). Bunlar iki Batı uygarlığı değeri değil midir? Sömürgecilik, anamalcılık Batı uygarlığının kök değerleri değil, bu uygarlığın evresidir. Batı uygarlığının kök değeri Tanrıcı akıl yerine, insancı akıldır. 

Şimdi insancı aklın uyanışının, yani ulusal hümanizmanın eşiğindeyiz. Burada Batıya karşı Batılıyız.

İşte Batıya karşı Batılı olmanın anlamı: Batıya karşı Batılı olarak başkaldırmak. Tam çağdaşlaşmak. Batılı olmak, Batıya boyun eğmek, bir sömürge haline gelmek, Batı yardımı ile Batı anamalının bir uydusu haline gelmek değildir. Tarihsel olay da şu: Ulusal bağımsızlık Savaşı devrimci, Batı’ya karşı Batılı; gelenekçi gerici ise, Batı’nın yanında, Batının çıkarları gölgesinde ümmetçidir.

Özgürlük kavramıyla, insan onuru kavramıyla ve insancı akılla, Mustafa Kemal, Batı’ya, Batılı gibi başkaldıran ilk Doğuludur. Onun bağımsızlık ilkesi bir ulusal hümanizma ise, başkaldırısı de ulusal bir varoluşçuluktur.”[55]

Falih Rıfkı Atay da bunlara koşut düşünceler açıklıyor: “Mustafa Kemal, Batılı ve tam Batı Medeniyetçisidir. Batı’dan kurtulmanın tek yolu Batı’ya katılmak, Batılı olmak olduğunu bilir.”[56]

Aynı içerik ve koşutlukta bir görüş de Prof. Dr. Rıdvan Akın’dan aktaralım:

“Kemalizm’in en temel savlarından biri ilericiliktir. Bu argüman gericiliğe karşı mücadele temasıyla işlenir. İlericilik mottosu, Avrupaî kurumlardan esinlenmedir. Gerçekten de Türkiye paradoksal biçimde Batı’ya en uzak olduğu 1923-1929 döneminde en fazla batılılaşma çabasını göstermiştir.”[57]


[1] Ceyhun Atuf Kansu-Cumhuriyet Ağacı Ya Bağımsızlık Ya Ölüm

[2] Dinçer Demirkent-Bir Devlet İki Cumhuriyet

[3] Bulgaristanlı siyaset bilimci İvan Krastev, çağımızı popülizm çağı olarak adlandırıyor

[4] Zafer Toprak-Atatürk Kurucu Felsefenin Evrimi

[5] Ruşen Eşref Ünaydın-Atatürk’ü Özlemek

[6] Ahmet Mumcu-Atatürk’e Göre Milli Egemenlik

[7] Ahmet Mumcu-Atatürk’e Göre Milli Egemenlik

[8] 2 Şubat 1923 İzmir’de Halka Nutuk

[9] Ahmet Taşgetiren-Laiklik Çıkmazı

[10] Devlet Dergisi- 1969

[11]https://tr.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk_%C4%B0lkeleri#:~:text=Devrimcilik%20(ink%C4%B1lap%C3%A7%C4%B1l%C4%B1k)%2C%20T%C3%BCrk%20ulusunun,her%20t%C3%BCrl%C3%BC%20tehlikelere%20kar%C5%9F%C4%B1%20korunmas%C4%B1d%C4%B1r.

[12] Faik Bulut/Ordu ve Din

[13] Bilim ve Ütopya Dergisi-Sayı 178 sayfa 30

[14] Şevket Süreyya Aydemir-Tek Adam 3. Cilt

[15] Hüsamettin Ünsal-Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi-Sayı 15 Temmuz 1989

[16] Ekşi Sözlük

[17] İklil Kurban-www.yalquzaq.com 27.6.2009

[18] Hulki Cevizoğlu/Yeniçağ Gazetesi 30 Haziran 2008

[19] Mevlüt Uluğtekin Yılmaz-Osmanlı’nın Arka Bahçesi

[20] Yılmaz Öztuna-Büyük Türkiye Tarihi

[21] Mir Celal-Firidun Hüseynov-Örneklerle 20.Esr Azerbaycan Edebiyatı

[22] www.inkilap.info/Türk devrim tarihi

[23] Doğu Perinçek-Altı Ok

[24] M.İskender Özturanlı-Türkiye’de Laikliğin Serüveni

[25] Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu-Komitacılar (Yazar Mustafa Fazıl Paşa’nın bu dediklerine katılmadığını ifade ediyor)

[26] Prof.Dr Cengiz Güleç/www.aleviakademisi.de

[27] Mahmut Esat Bozkurt, Cengiz Han ve Orta Asya Türk devletlerinin laikliğini şöyle ifade ediyor: “Lâik devlet, Türklere yabancı bir devlet sistemi değildir. Cengiz hanedanına mensup kadın ve erkeklerden bazıları Şaman, bazıları Hıristiyan bulunuyorlardı. Hattâ Cengiz’in, Hülâgu’nun boş zamanlarında Hıristiyan, Budist, İslâm Âlimlerini bir araya toplayarak, huzurlarında din söyleşileri yaptırdıkları pek meşhurdur. Cengiz’den önce gelen büyük Asya’daki Türk devletlerinde geçer sistemin laiklik olduğunda şüphe yoktur.”

[28] İbn Haldun/Mukaddime/Hazırlayan Prof.Dr. Süleyman Uludağ

[29] Alev Coşkun-19 Ay

[30] Cevat Dursunoğlu-Milli Mücadelede Erzurum

[31] L’İslam dans la vie politique de la Turquie, S. 49-113

[32] Bülent Tanör-Kuruluş

[33] Bülent Tanör-Kuruluş

[34] Doğu Perinçek-Osmanlıdan Bugüne Toplum Ve Devlet

[35] www.ntvmsnbc.com 9.8.2007

[36] www.e-kutuphane.eğitimsen.org.tr

[37] TBMM Zabıt ceridesi, V. 16 (1937) 60-61

[38] Hasan Bülent Kahraman Toplumsal Tarih Dergisi Sayı 343 Temmuz 2022 ve Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce Cilt 2 Kemalizm

[39] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/-367377h.htm

[40] Falih Rıfkı Atay/Atatürkçülük Nedir?

[41] Sabahattin Selek-Atatürk İhtilali, sayfa 405

[42] Nagihan Doğan-Din’in İktidarı, İktidarın Din’i

[43] Aynı eser

[44] Prof.Dr. Kemal Gözler https://www.anayasa.gen.tr/islam-hukuku.htm

[45] Cumhuriyet ilan edilmiştir. Kâzım Orbay, aldığı emir üzerine toplar attırmaktadır Ankara’da. Karabekir sorar ona “Nedir bu toplar?” diye. Nedenini öğrenince “Neden bana sormadınız?” diye çıkışır. Orbay “Sorsam attırmam mı?” diyecektiniz diye karşı soru sorar. Karabekir’in yanıtı, zihniyetinin açık kanıtıdır: “Biz cumhuriyete karar vermemiştik?” (Kaynak: Falih Rıfkı Atay/Atatürk Ne İdi?) 

[46] Yavuz Bahadıroğlu-Din ve Laiklik

[47] Kaynak: Merdan Yanardağ-Cumhuriyetin Sonbaharı Sayfa: 258

[48] Kerem Çalışkan-Mustafa Kemal’in İsyan Muhtırası 

[49] Faruk Erginsoy-İslam, Sol Düşünce ve Laiklik

[50] Kimin izinde olduğu belli. Bir dönem Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde dekanlık da yapan değerli tarihçimiz Şerafettin Turan, Emin Bilgiç’in dekan olduğu günlerde, (1968 yılı) başörtüsü olaylarının başladığını, Şule Yüksel Şenler ve Necip Fazıl Kısakürek’ün DTCF’de konferans verdiklerini, Necip Fazıl konferans verirken Farabi Salonunda Atatürk fotoğraflarının indirildiğini ve NFK’nın “sarı saçlı mavi gözlü birisinin sahte kahraman” olduğunu sık sık tekrar ettiğini anlatıyor. (Kaynak: Hayriye Erbaş/Bir Cumhuriyet Çınarı Sözlü Tanıklıklarıyla Sil ev Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin 75. Yılı).    

[51] https://www.ilkav.org/haber-853-hilafet-konferansinda-ataturk-posterine-tepki.html

[52] Süleyman Uludağ-Mukaddime

[53] TBMM’de yapılan halifelik tartışmalarında Adliye Vekili Seyyit Bey, halifeliğin dinî olmaktan çok dünyevi bir kurum olduğunu ve aslında Halife’nin Kureyş’ten olma şartının da bulunduğunu vurgulamıştır.  (Kaynak: Cemal Kutay-Tarihte Türkler, Araplar, Hilafet Meselesi)

[54] Mızmız Dergisi Kasım 2022 Sayı:23

[55] Ceyhun Atuf Kansu- Cumhuriyet Ağacı Ya Bağımsızlık Ya Ölüm

[56] Falih Rıfkı Atay-Atatürk Ne İdi?

[57] Rıdvan Akın-Türk Siyasal Tarihi 

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir