Seçim ikliminin artık yaşanmaya başladığı Türkiye’de, Ekim ayı ile birlikte seçim sürecini ve halkın durumunu etkileyecek önemli gelişmeler oldu. Birincisi Kemal Kılıçdaroğlu’nun, AKP’nin bile “çözülmüş bir sorun” dediği türban konusunu “yasal bir güvenceye kavuşturalım” önerisiydi. Seçim öncesinde ne yapacağını kara kara düşünmekte olan AKP, bunun üzerine sevinçten ne yapacağını şaşırdı desek yeridir. Tayyip Erdoğan ayağına gelen tarihi fırsatı kaçırmadı. “Bu konuda samimiyseniz türban konusunu yasayla değil Anayasa değişikliği ile çözelim” dedi ve Partisi’ne Anayasa değişikliği için harekete geçme emrini verdi. Kemal Kılıçdaroğlu yaptığı çıkışla kendini bağladığı için, Anayasa değişikliğine de önce “varım” dedi. Sonra da “olmaz” gerekçeleri üretmeye çalıştı. Ama artık bundan sonra ne yaparsa yapsın, seçime giderken AKP’ye, sonuç olarak beklemediği bir yardımı yapmış oldu.
Bu gelişme, CHP tabanı ile CHP’li olmayan “Ama ne yapalım AKP karşısında başka şansı olan bir parti yok!” diye düşünen kesimde deyim yerindeyse deprem yarattı. CHP’nin üye kitlesinin ezici çoğunluğu laik Cumhuriyetin değerlerine bağlıdır ve bu konuda hassastır. Öte yandan bu kitle, 20 yıllık AKP iktidarı sonrasında önemli ölçüde “Tayyip gitsin de ne olursa olsun!” tavrına gelmiş durumdadır. Kemal Kılıçdaroğlu da kendi parti tabanında var olan bu “saplantıya” güvenerek, yetkili kurullarında görüşmeye bile gerek görmeden, böyle bir teklif yapma cesaretini kendinde bulabildi.
Ama görünen odur ki yanlış bir hesap yaptı. CHP kitlesini “Ne olursa olsun yeter ki Tayyip gitsin!” tavrına götüren, öncelikle AKP’nin 20 yıllık iktidarı süresince Laik Demokratik Cumhuriyetin bütün kazanımlarını ortadan kaldırma yönündeki uygulamalarına karşı biriken tepkidir. Ama türban yasa teklifiyle ortaya çıkan tablo, Türkiye’yi bir şeriat devleti yapma yolunda AKP ile yarışan bir CHP görüntüsüdür. Bu durumun; AKP karşısında CHP’yi desteklemeyi düşünen seçmen kitlesinde, ‘AKP’nin yaptığını yapacak olan bir CHP’yi neden destekleyelim?’ sorusuna yol açması kaçınılmazdır.
Ekim ayının ikinci önemli gelişmesi ise Kılıçdaroğlu’nun 9 – 13 Ekim tarihleri arasında yaptığı ABD gezisidir. Kılıçdaroğlu her ne kadar “ABD’ye icazet almak için gitmiyorum.” diye açıklama yapmak ihtiyacını duyduysa da aslında yapmış olduğu açıklama bile gerçekte bir itiraftır. Türkiye’de iktidara talip olan sistem partilerinin, özellikle 12 Eylül sonrasında yapılan seçimler öncesinde ABD’ye ziyaret gerçekleştirmeleri neredeyse bir gelenek haline geldi. Öte yandan ABD’nin de söz konusu 40 yıllık sürede Türkiye’de iktidarı belirlemede belirleyici bir rolü olduğu tartışma götürmez. Üstelik bir gazeteci ekibiyle yaptığı seyahatinde kimseye haber vermeden gözden kaybolduğu bir sekiz saat olayı da vardır ki bu da, ABD’nin yetkili makamlarından “icazet alma” anlamına gelecek bir görüşmeyi gizlemek olduğunu doğal olarak akla getiriyor.
Ama Türkiye eski Türkiye değil. Birincisi, yapılan çeşitli kamuoyu yoklamalarına göre Türk halkının büyük çoğunluğu (yüzde 80’in üzerinde) ABD’yi dost bir ülke olarak görmüyor. İkincisi, ABD’nin gelişmekte olan ülkeler dünyasında iktidarlar yıkıp iktidarlar kurabildiği dönem geçmişte kaldı. Kılıçdaroğlu’nun burada da yanlış hesap yaptığı açıktır. Dolaysıyla tıpkı türban olayında olduğu gibi, ABD ziyareti de CHP tabanında veya CHP tabanı içinde olmayıp ama “Ne yapalım AKP karşısında ondan başka seçenek yok!” diye düşünen önemli bir vatandaş kitlesinin kafasındaki “acaba”ları büyüttüğü açıktır.
Sistem içinde birbirinin rakibi durumunda olan Cumhur ve Millet ittifakları, sorunlara çözüm bulmak bir yana, attıkları her adımla ve her konuda söyledikleri ile kendilerine yönelik tepkileri büyütmektedirler. AKP’nin son olarak yılan hikayesine dönen F-16 krizi konusunda ABD ile uzlaşmaya vardığı yönündeki haberler de bu partiye olan güvensizliği büyütmekten başka bir sonuca yol açmayacaktır. Bir yanda Balkanlardan, Ege’den, Batı Trakya’dan, Doğu Akdeniz’den, Kıbrıs’tan ve Fırat’ın doğusundan Türkiye’yi kuşatmakta olan ABD gerçeği, öte yandan bu ülkeyle “müttefiklik” ilişkilerini sürdürmek için çırpınan AKP. Bu tablo sadece ve sadece bugüne kadar AKP’yi desteklemiş olan vatandaşlardaki güvensizliği büyütür ve onları yeni arayışlara iter.
Astana Zirvesi ve Trakya Doğalgaz Merkezi
Bütün bunların yanı sıra üçüncü ve sanırız en önemli bir gelişmeyi daha dikkate almak gerekiyor. Ukrayna’daki savaşın şiddetlenmesi, Baltık Denizi’ndeki Kuzey akım boru hatlarına yapılan sabotaj, Kırım Kerç boğazındaki köprüye Ukrayna tarafından gerçekleştirilen saldırı, Avrupa’nın, yaklaşan kış koşullarında ağırlaşacağı belli olan ve daha bugünden yaşamaya başladığı enerji krizi; Ukrayna’daki gelişmelerin savaşın tarafı olan Rusya’dan daha çok Avrupa ve Amerika’yı etkilemesi, dünya dengelerinde yaşanan altüst oluş ve Türkiye’nin önüne gelen fırsatlar ve bütün bu gelişmeler karşısında partilerin aldığı tutumlar elbette yedi sekiz ay sonra yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimini de etkileyecektir.
Erdoğan, 11 – 13 Ekim tarihlerinde Astana’da yapılan 6. CICA liderler zirvesinde (Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı) Putin ile görüştü. Görüşme sonrasında Putin, Türkiye’de büyük bir doğal gaz depolama tesisi kurabileceklerini, Avrupa’nın ihtiyacı olan doğalgazın buradan temin edilebileceğini ve doğal gaz fiyatının da Türkiye’de belirlenebileceğini belirtti. Bu gelişmeyi Rusya’nın KKTC’ye başlattığı doğrudan uçuşlar ile birlikte düşünmek gerekir. Aynı günlerde Avrupa Parlamentosu Türkiye aleyhine bir kararı kabul etti ve ABD Dışişleri Bakanlığı Türkiye’nin Barış Pınarı operasyonu sonrasında her yıl yayınlanan, Türkiye’yi hedef alan ifadelerin bulunduğu Başkanlık Kararnamesi’ni bu yıl da yayınlaması vb. ile birlikte düşünüldüğünde, bütün bu gelişmelerin Türkiye’de yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimini etkileyeceği açıktır.
Sorun şudur: Dünyamız büyük bir altüst oluş yaşıyor. Sistem içi muhalefet bu altüst oluşu hiç görmüyor veya daha doğrusu eski dünyanın efendileriyle kurduğu bağların gereklerine göre hareket ediyor. İktidar Partisi ise güç dengelerinde yaşanan değişikliğin Türkiye için yarattığı fırsatları, bir kasaba politikacısı kurnazlığı, fırsatçılığı ile değerlendirebileceğini sanıyor. Ve Türkiye’ye zaman kaybettirmekten başka bir şey yapmıyor.
İşte bu durum halktaki arayışı büyütüyor. Kurulmakta olan “Yeni Dünya”nın gerçeklerini gören ve Türkiye’nin o kurulacak yeni dünyadaki yerini almasını kararlılıkla savunan politika, Türkiye’nin ihtiyacı olan politikadır.
Arayış Daha da Güçlenecektir
Bütün kamuoyu yoklamalarının tekrar tekrar ortaya koyduğu gerçek, toplumumuzdaki arayışın her geçen gün büyüdüğüdür. Sistemin bütün partilerine duyulan güvensizlik, bundan önceki seçimlerde rastlanılmayan bir sonucu da ortaya çıkarmış durumda. Anketlere verilen cevaplarda yüzde 10 ile 15 kadar bir seçmen kitlesi ‘Sandığa gitmeyeceğim!’ diyor. “Hangi Parti Türkiye’nin sorunlarına çözer?” sorusuna yüzde 40 civarında “Hiçbiri” diyor. Her şeyi bir yana bırakalım başlı başına bu rakamlar bile toplumumuzdaki büyük arayışı göstermeye yetiyor.
Neredeyse her gün kurulan yeni yeni partiler, partiler arasında yeni ittifaklar oluşturma yönündeki çalışmalar da bu arayışın sonuçları olarak değerlendirilebilir. Halktaki arayışın gözle görülür bir şekilde somut olması, çok sayıda kişi ve çevrenin, o arayışın adresi olabilme ümidine kapılmasına yol açması doğaldır.
Ve şimdi, Ekim ayında sözünü ettiğimiz bu gelişmelerin ardından Türkiye’deki arayışın daha da güçlendiğini söyleyebiliriz. Türkiye’de tarihi bir değişimin koşulları olgunlaşmaktadır. Buna devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması da diyebiliriz. Bu tarihi değişim fırsatını değerlendirmenin şartı ise, kitlelere güven verecek ve siyasal öncülük rolünü oynayacak kuvveti bir araya toplamaktır. Seçim kampanya döneminin başlamasına çok az bir zaman kaldığı için, sistemin şu anda halkın önüne koyduğu üç seçenek dışında kalan partilerden hiçbirisinin, ya da bir ikisinin bir araya gelerek ihtiyaca cevap verecek “kuvveti” oluşturması mümkün değildir. Bu konuda var olan hatalı eğilimler ve kimi “küçük hesaplar” üzerinde durmak gerekiyor.
İttifak Çalışmalarında Aşılması Gereken Engeller
Seçime az bir zaman kaldı. Sistemin halkın önüne koyduğu, gerçekte ise birbirinden çok farklı olmayan seçeneklerin karşısına kitleler açısından umut olabilecek bir sistem dışı seçenek koymak bakımından çok daha az zaman var. Çünkü son üç ay seçim propaganda dönemidir ve o dönem öncesinde seçime nasıl katılacağının kesinleştirilmesi gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında önümüzde üç veya en fazla dört aylık bir zaman bulunuyor.
Sistem dışı ittifakın muhtemel bileşenleri açısından duruma baktığımızda, aşılması gereken bazı yanlış anlayışların olduğunu görüyoruz. Bu anlayışların başlıcaları şunlardır:
Birinci olarak, kimi Sosyalist Partiler içinde hâlâ etkili olan yanlış eğilimler üzerinde durmak gerekiyor. Mustafa Kemal Atatürk bundan tam 118 yıl önce “Evvela Sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.” demişti. 2022 Türkiye’sinde ise sosyalistlerinin önemli bir kısmının ne yazık ki, “Türkiye maddesini anlamada” sorunlarının olduğunu görüyoruz. Anlaşılması gereken “madde” nedir? Türkiye, emperyalizme çok çeşitli açılardan bağımlı ve bağrında feodal kalıntıları hala güçlü bir şekilde barındıran bir ülkedir. Ve Türkiye, büyük bir krizin içindedir ve bu kriz bir kaosa dönme işareti vermektedir. Bu durum, sadece sosyalistleri ve emekçileri değil, bir avuç, kaderini emperyalistlerle birleştirmiş işbirlikçi ve harami dışında kalan toplumun hemen hemen bütün kesimlerini ilgilendirmektedir. Dolaysıyla sosyalistlerin içinde bulunduğumuz tarihi dönemde önündeki görev, bütün milli sınıfları birleştirmek için çalışmak olmalıdır.
Bu tarihi görevi başarmak için sosyalistlerin 1970’lerden bu yana mustarip oldukları bazı “hastalıklarını” aşmaları gerekiyor. Sosyalistlerin, kendilerine kurmuş oldukları dünya içinde yaşamaktan memnun olma ruh halini veya dünyanın kendi yarattıkları o dünyadan ibaret olmadığı gerçeğini bilince çıkarmaları ve ona göre hareket etmeleri gerekiyor.
Dünyayı kendi küçük dünyalarından ibaret sanma yanılsaması, Türkiye gibi ülkelerde hâlâ çok güçlü bir şekilde yaşamakta olan tarikat bilincinin sosyalist saflara yansımasıdır. Tarikatın kendi doğruları, kendi yanlışları; kendi şeyhleri ve müritleri vardır. Ve oradan ötesi karanlıktır, yoktur. Sosyalist sol içinde de ne yazık ki binlerce yıldır toplumumuzun genlerine kadar işlemiş olan tarikat davranışının güçlü izlerini görebiliyoruz. 2023 seçimleri öncesinde tarihi bir fırsatın önümüze geldiği koşullarda da bu tarikat refleksleri ile karşılaşabiliyoruz.
İkinci olarak, sistemin üç seçeneği dışında kalan kimi partilerde cumhurbaşkanı adayının kim olacağı konusunda bazı sıkıntıların olduğu görülüyor. Hiç şüphe yok ki cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilecek çok sayıda değerli isim vardır. Ama burada önemli olan adayın hangi partiden veya kim olduğu değil, aday etrafında mümkün olan en geniş uzlaşının sağlanmasıdır. Elbette cumhurbaşkanı adayının niteliklerini tartışmıyoruz burada. Birikimiyle, nitelikleriyle, geçmişiyle, tecrübesiyle cumhurbaşkanı olmaya layık isimlerden söz ediyoruz. Bu kriterleri de taşıyan en uygun adayı tespit etmenin yöntemi, İttifak içinde yer alacak partilerin bir araya gelmesi, adaylar üzerinde yapılacak görüşmelerin sonrasında demokratik oylamayla en çok oyu alacak isim üzerinde birleşmenin gerçekleşmesidir. Unutulmaması gereken kritik nokta şudur: Arayış içindeki geniş kitlelerin dikkatini çekecek olan; isimden çok, o ismin arakasında toplanmış olan siyasi partilerin temsil ettiği toplumsal yelpazenin genişliğidir.
Üçüncü olarak aşılması gereken yanlış, adayın mutlaka mevcut partiler dışındaki bir isim olması gerektiği ve bu ismin de partiler tarafından değil, partiler dışı kimi örgüt ve inisiyatiflerin çalışmaları ile belirlenebileceği yanılgısıdır. Oysa Türkiye’nin içinde bulunduğu darboğazdan ve sürüklenmekte olduğu kaostan kurtuluşuna önderlik etmede önemli rol üstlenecek olan cumhurbaşkanı adayımız, Türkiye İttifakı içinde yer alan partilerden birinin mensubu da olabilir, hiçbir partinin üyesi de olmayabilir. Burada görülmesi gereken gerçek, partileri dışlayarak hiçbir başarının elde edilmeyeceğidir. “Biz belirleyelim adayı ve siyasi partiler de desteklesin.” anlayışı gerçekçi değildir ve hayata uymaz. Unutulmamalıdır ki siyasi partilerde örgütlü olan bireyler, toplumun, ülke sorunlarına en duyarlı kesimini oluştururlar dünyanın her yerinde.
Program
Dördüncü olarak, ittifakın muhtemel bazı bileşenlerinin program konusundaki yanlış anlayışlarıdır. Bir siyasi yapı olarak kendilerini diğer partilerden ayıran programa ilişkin kimi tespitlerini, ittifakın programı olarak görmek istemeleridir.
Sistem dışı ittifakın programı basit ve genel olmalıdır. Türkiye’nin en temel sorunlarının çözümünü de içeren genel ilkelerden oluşmalıdır. Programda ayrıntıya gitmek birleşmeyi de zorlaştırır. Öte yandan ülkenin en temel sorunlarının çözümünde kaba hatlarıyla ne yapılması gerektiği noktasında birleşen partilerin, mücadele içinde birbirlerini daha yakından tanıyacakları ve giderek genel genel ilkelerin ötesinde daha fazla konuda birbirlerine yakın görüşlere ulaşacakları da bir başka gerçektir.
“İttifak”ın programı şu belli başlı maddelerden oluşmalıdır.
1.Tam bağımsız Türkiye… Her konuda Türkiye düşmanı olan Batı İttifakı içinde değil, Atatürk’ün “Bölge Merkezli Dış Politika”sıyla Türkiye’nin bağımsızlığını ve güvenliğini sağlamak.
2.Laik demokratik Cumhuriyet. “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar ülkesi olamaz.”
3.Stratejik kuruluşların kamu mülkiyetinde olduğu, halkçı, devletçi karma ekonomik sistem…
4.Başkanlık sistemi değil, güçlendirilmiş meclis yönetimi…
Kemalist-Sosyalist İttifakı
Bu koşullar içinde Türkiye’nin ihtiyacı olan İttifakı, belki de en iyi ifade edecek tanım Kemalist–Sosyalist ittifakıdır. Kemalist Devrim; emperyalizme karşı verilen tarihin ilk Milli Kurtuluş Savaşı ve İslam dünyasında Orta Çağ’a karşı başarılmış ve örneği olmayan Cumhuriyet devrimlerini kapsayan tarihimizin en büyük devrimci eylemini ifade ediyor. Mustafa Kemal Atatürk, bu büyük devrimci eylemin lideri olarak bugün Türk milletinin ezici çoğunluğunun ortak değeridir. Onun için “Kemalist” tanımlaması içine milletin büyük bir bölümü girer.
Öte yandan sosyalizm ve toplumumuzun sosyalizme olan yönelişi konusunda şunlar söylenebilir: Kapitalizmin sistem olarak çöktüğü, insanlığın kapitalizmin neoliberal uygulamalarıyla gidecek bir yolunun kalmadığı, tam tersine sosyalizmi uygulayan ülkelerin bugün büyük bir canlılık içinde yoluna devam ettiği koşullarda toplumumuzda sosyalizme olan yönelimin de güçlendiği bir gerçektir. Çeşitli kamuoyu yoklamalarında Türkiye’de kendisini sosyalist olarak tanımlayan yurttaşların oranının yüzde beşlere varan bir oranda çıkması da küçümsenmeyecek bir kuvveti ifade etmektedir.
Kaldı ki Kemalist devrimcilik ve sosyalizm arasında uçurumların olmadığı bir yana, bu iki kavram arasına rahatlıkla eşit işareti konabileceği de unutulmaması gereken bir başka gerçektir. Hayatının çeşitli dönemlerinde, kendi yaptıklarının bir çeşit “Türkiye’ye özgü sosyalizm” olduğunu söyleyen Mustafa Kemal’in pratiği ortadayken ve Türkiye sosyalistlerinin bir bütün olarak Mustafa Kemal’i yeniden keşfettikleri ve öneminin farkına vardıkları koşullarda, bir kişinin kendini Kemalist devrimci ya da sosyalist olarak tanımlaması arasında bir fark yoktur.
Onun için bugün Türkiye’nin ihtiyacı olan ittifakı en iyi ifade edecek siyasal tanım “Kemalist-Sosyalist İttifakı” olacaktır.
Muhtemel Yol Haritası
Türkiye, en olanaksız gibi görünen ihtimallerin bile gerçekleşebileceği bir sürecin içindedir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığı aşağı yukarı kesin gibiydi. Ama türban çıkışının CHP tabanında yarattığı büyük tepki sonrasında bu kesinliğin üzerinde bazı soru işaretlerinin oluştuğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte aradan bir hafta on gün geçtikten sonra özellikle basında Kılıçdaroğlu’nun adaylığını savunan kalemlerin yeniden aynı iştahla harekete geçtiklerini görüyoruz. Türkiye’nin bugün yaşadığı ağır krizin sorumlusu olan Erdoğan ve karşısında, her olumsuzlukta onunla yarışan Kılıçdaroğlu’nun olduğu bir tabloda Türkiye İttifakı’nın yeteri kadar partinin bir araya gelmesiyle önereceği cumhurbaşkanı adayının alacağı sonuç, hiç kimsenin öngörmediği bir sürpriz de olabilir.
Ama şurası kesindir: Hiçbir adayın birinci turda seçilmesinin mümkün olmadığı ve seçimin ikinci tura kalacağının kesin olduğu koşullarda seçmen, ilk turda doğru bulduğu gönlündeki adaya oy verebilecektir. Bu da sistem dışı ittifak adayının, her halükârda ilk turda sokaktaki sıradan insanın dikkatini çekecek bir oy oranına ulaşacağı anlamına gelir.
Bu önemlidir. Çünkü 2023 seçimleri sonrasında Türkiye’yi bekleyen ne yazık ki bir kaos durumudur. Ekonomik kriz, sığınmacılar sorunu, varlığı ve geçimi AKP iktidarına bağlı ve küçümsenmeyecek boyutlara ulaşmış olan toplumsal kesimin; birinci olarak bu Partinin iktidardan gitmemesi için, ikinci olarak da eğer iktidarı kaybederse yerine gelenlerin Türkiye’yi yönetmemesi için ellerinden geleni yapacak olması, dört bir yandan Türkiye’yi kuşatmış olan ABD’nin yaptığı askeri yığınağın ifade ettiği tehdit vb.
Bütün bunların sonrasında olacak olan, Türkiye’nin çok geçmeden yeniden seçime gitmesidir. İşte bu durumda programı, söylemi ve eylemiyle farkını ortaya koyan ve 2023 seçimlerinin ilk turunda sokaktaki sıradan yurttaşın aklında kalacak bir sonucu alan Kemalist-Sosyalist İttifakı; yapılması kaçınılmaz olacak bir erken seçimde iktidarın en büyük adayı olacaktır.