Bütün medya, gazeteler, partiler, bütün tartışma programları yaşanan derin ekonomik-toplumsal krize odaklanmış, çözüm yolları arıyor, tartışıyor. Yaşanan yıkıcı gelişmeye karşı çareler aranıyor. Ne var ki, Atatürkçü ve ulusalcı bir kaç gazete ve internet sitesi ile bir grup namuslu yurtsever yazar dışında, bütün gösterişli Atatürkçülük söylemlerine karşın, neredeyse hiçbir televizyonda asıl çözüme yaklaşan yok. Ama ne konuşulursa konuşulsun bütün yollar, bütün tarifler oraya çıkıyor; her yanımızda, her sözde sırıtan yalan ve sahtelik tuzaklarına karşın, gerçekler inadına başını çıkarıyor ve bütün işaretler orayı gösteriyor. Eğer çağdaş, bilimsel bir mantığın varsa, namuslu ve dürüstsen, o işaret edilen çözüm ışığına, çözüm odağına doğru korkmadan ilerlemek zorundasın!
Emperyalizme, neoliberalizme karşıyım deniyor, ürkekçe de olsa “devletin müdahale etmesi” gerekliliğinden söz ediliyor; “planlama” deniyor, “kamusal çıkarlar” vurgu yapılıyor, hak ve adalet söylemleri ortalıkta uçuşuyor… Yani asıl çözümün etrafında dolanıp duruluyor, ama yine de bütün ekonomik yıkımların, vurgunların, adaletsizliklerin kaynağı piyasa tanrısına tapınmaya, ondan medet ummaya devam ediliyor. Serbest piyasanın mabet bekçilerinin, papazlarının aforozları, tehditleri karşısında, -diğer liberal-muhafazakâr çevreleri hiç saymıyorum- sözde Atatürkçülerimizin, milliyetçilerimizin eli ayağı dolaşıyor, tir tir titriyorlar, kem küm etmeye başlıyorlar. Kamulaştırma, devletçilik deyince cin çarpmış gibi oluyorlar, ağızları yüzleri eğiliyor. Ama başka şey olunca mangalda kül bırakmamak için yarışıyorlar.
Böyle olunca, ikisi de emperyalist sisteme, NATO’suyla, piyasacı-liberal sistemiyle bağlılık yeminleri etmeyi sürdüren Cumhur ve Millet İttifakları, yalanlarla, yapay, köpük çözümlerle halkı aldatmaya devam ediyorlar. Emperyalist-piyasacı sistem içindeki, daha derin ve katmerli krizlere yol açan yapay, göstermelik ve geçici çözümler için toplumu uyutmada türlü maskaralıklar, düzenbazlıklar adeta insanın başını döndürüyor, kanını donduruyor.
Maskaralık ve düzenbazlıkların en daniskası, demokrasi, özgürlük ve adalet palavralarında kendini göstermekte. Peki, sormak gerekir: Gelir dağılımındaki bu korkunç adaletsizlik uçurumu varken, toplumun yüzde seksen beşi zor geçinip, yüzde elliye yakını açlık sınırındayken demokrasi ne işe yarar? Aç insan için, barınma, beslenme ve güvenlik krizi içindeki bir toplumda demokrasinin değeri kaç paradır? Bu nedenle, toplumda ekonomik alanda bir hak ve adalet duygusu yaratmadan, demokrasinin halkta bir karşılığı var mıdır? Hele, bilimsel bilginin, nitelikli düşünsel emeğin, liyakatin hiç bir değerinin olmadığı, oy sandığına zincirlenmiş, hapsedilmiş bir demokrasinin sahtelikten ve aldatmacadan, cehaletin bilim, bilmeyenin bilen üzerindeki tahakkümünden başka ne anlamı var! Hepsinin üstünde, gelir adaletsizliğinin korkunç bir düzeye çıktığı, hukukun ve yasaların açıkça çiğnenerek, bu adaletsizliğin gidermesi yönünde değil, tam aksine üstünün örtülme yönünde kullanıldığı bir ülkede “demokrasi ve özgürlük” vaatlerinin nasıl bir güvencesi olabilir?
Nasıl ki, AKP iktidarının, yakın zamana kadar böbürlenerek sürdürdüğü -bazılarının da büyük bir yanılgı içinde çok önemseyerek alkışladığı- “üretim ekonomisine geçme” hayalinin, serbest piyasacılıkta gerçekleşme olanağının sıfır olduğu, içi boş bir palavra olduğu ortaya çıktıysa… Aynı şekilde, demokrasiyi, adaleti, hak, hukuk ve eşitliği getirerek, herkese iş garantisi sağlayıp işsizliğe ve açlığa son vereceği iddiasındaki söylem de, piyasacı sisteme temelden, planlı devletçi bir ekonomi programıyla karşı çıkmadıkça, bunu uygulama kararlılığını inandırıcı bir biçimde halka yansıtmadıkça, bir o kadar içi boştur, palavradır.
SERBEST PİYASACILIĞIN UFKUNDAKİ UÇURUM
İktidarın, maliye bakanlarının “her şey yolunda gidiyor”, “büyüyoruz”, “şahlanıyoruz” açıklamalarının ufkundaki uçurumu ya da yere çakılmayı şu espri ne kadar güzel ve çarpıcı anlatıyor: Adam rezidansın 50. katından düşüyor, 30. kattan geçerken “çok şükür her şey yolunda gidiyor diyor; 15. kattan geçerken, durum daha iyiye gidiyor, hiç bir sıkıntı yok diyor; ve zemin kattan geçerken??!!… Ve muhteşem son!… Kısacası, serbest piyasacı trenin, otobüsün, ya da milletçe içinde olduğumuz söylenen geminin ufkunda uçurumdan veya kayalıklardan başka bir şey yoktur.
Peki, muhalefetin, asıl kendisinin altta ezileceği yere çakılma olayının sonuçlarını iliklerine kadar hisseden öfke içindeki halkın şikâyetlerini tekrarlayan, iktidarın başarısızlıklarının gölgesine sığınan zevahiri kurtarma eleştirileri, ciddi, kapsamlı, inandırıcı bir çözüm programı içeriyor mu? Hayır. Neden içermediği açıktır; çünkü piyasacılığa karşı çıkmaktan, asıl çözüm programını gündeme getirmekten korkuyorlar; Atatürk ilkelerini sonuna kadar savunmaktan korkuyorlar; çünkü hem emperyalist efendilerden korkuyorlar, hem de devrimden. Oysa Türkiye’nin ihtiyaçları ancak bir devrimle karşılanabilir, hastalık ancak cerrahi bir müdahaleyle iyileştirilebilir aşamaya gelmiştir. O cerrahi müdahalenin adı da planlı devletçiliktir, kamuculuktur.
Evet, maalesef bilime ve gerçeklere çalım attığını sananlar, böyle bir gidişin kendine ve ülkeye de çalım atmak ve sonuçta büyük çakılma olduğunu hâlâ görmek istemiyorlar. Bu tabloda iki adım sonrasını hesaplamaktan ve algılamaktan aciz, zavallı, küçük kurnazlık numaralarından başka bir şey görünmüyor. Allah’ın takdirine sığınıp milleti aptal yerine koyarak şükretme öğütleriyle kandırdıklarını sanıyorlar. Oysa gerçeğin tokadı, doğanın ve toplumların yasası acımasızdır, adamı betona yapıştırır!
Burada anahtar kavramlar olan devletçilik ve planlama, sadece ekonomik sorunların çözümü ile sınırlı bir içerik taşımıyor. Aksine hâlâ emperyalizmin müdahale, parçalama ve köleleştirme tehdidi altında olan bir Türkiye’de, devletçilik ve planlama ile tam bağımsızlık, halkçılık ve gerçek demokrasi arasında asla kopartılamaz çok yönlü, derin ve sıkı bir bağ vardır. Hatta gerek dıştan gerekse içten ulusal devletimize ve Cumhuriyet’e yönelik bütün yıkıcı etkenlere karşı direnmenin stratejik ekonomik mevzisidir devletçilik. Yüz yıl önce olduğu gibi bugün de bizim gibi ezilen ülkeler için zorunlu bir kural, ilke olarak şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz: Planlı devletçilik yoksa, tam bağımsızlık da, demokrasi de yoktur.
Şimdi gelelim planlı devletçiliğin, ya da en genel anlamda devlet müdahalesi ve kamuculuğun vazgeçilmezliğine, tam bağımsızlık, demokrasi ve adalet için zorunluluğuna.
PLANLI DEVLETÇİLİĞİN 150 YILLIK DENEYİMİ: EZİLEN DÜNYANIN BİRİCİK KURTULUŞ DENKLEMİ
Soruna, 1980’lerden günümüze çoğu iktisatçının ve siyasetçinin düştüğü, sistem içi ekonomik olaylar, kavramlar, tedbirler, reçeteler yığınının iç içe uçuştuğu, ayrıntıların esası boğduğu düşünsel kaos çukurundan bakmak, kesinlikle kalıcı bir çözüm getirmeyecektir. Onların yaptığı, sanki bunlar iki yüzyıldır hiç tartışılmıyormuş ve serbest piyasacılığın yıkıcılığı çok acı deneylerle kanıtlanmamış gibi, parçadan bütüne, dar deneyden kurama, özelden genele sonuç çıkarma çabasıdır. Bunlar, bütünü ve gerçeğin özünü görmekten uzak dar ufuklu ve sığ bakış açılarıdır. Ancak budala ve ahmaklara özgü olan denenmişleri, bayat şeyleri tekrar tekrar denemeye kalkarak sözde çözüm bulmayla görünüşü ya da daha kutsal (!) başka şeyleri kurtarma çabasıdır. Sözde diyorum, çünkü Türkiye’nin yaşadığı şu geçtiğimiz kırk yıllık acı deneyim bize, neoliberalizmin, serbest piyasacılığın, ülkenin bekasını da riske atan tam bir yıkım, çürüme, hatta içinde ciddi ihanetler barındıran bir programı olduğunu kanıtlamıyor mu?
Ve Türkiye’nin en büyük ve en yalın gerçeği şudur: Bütün Emperyalizm güdümlü serbest piyasacı, Siyasal İslamcı (sahte “yerli ve milli”ci) ekonomik modeller iflas etmiştir. Hepsinin de nesnel olarak ulusal egemenliğe, halkçılığa, ülkenin bekasına karşıt bir konumda yer aldığı, ülkeyi ve halkı soyan emperyalizm güdümlü mafyatik yapılara hizmet ettiği açıkça ortaya çıkmıştır. Atatürkçülüğün özünü oluşturan Kamucu, Planlamacı-Devletçi bir ekonomi, sanki haykırırcasına, bütün adaletsizliklerin, emperyalist ve gerici yıkıcılıkların, mafyacı-tarikatçı vurgunların ve ihanetlerin ekonomik temelini oluşturan neoliberalizme karşı yeni bir toplum projesinin merkezinde yer alıyor.
O nedenle 200 yıllık emperyalist Batı ile Türkiye (ve ezilen dünya) arasındaki mücadele deneyimine kısaca değinip, özün özü niteliğindeki kuramsal derslerini özetleyelim.
1-) Bilindiği gibi Sanayi Devriminin ve kapitalizmin ilk geliştiği ülke İngiltere’dir. Serbest piyasacılığı kuramlaştıran ilk iktisatçı yazar Adam Smith de, aslında İngiliz kapitalizminin ekonomik-politik deneyim ve öngörülerini sistemleştirmiştir. Kuramda hiç bir zaman ulusal çıkarları ve devlet müdahalesini tam olarak dışlamayan Adam Smith’in görüşleri, modern çağda, geniş bir yelpazede çok farklı yorumlarla uygulanmıştır. Kimi devlet müdahalesini mutlak reddeden ve aslında pratikte hiçbir zaman uygulanmayan, soyut, ideal ve süzme piyasacı yorumlardan, kimi de kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda devlet müdahalesini derece derece uygulayan yorumlara kadar geniş bir yelpaze…
Ondan sonra ulusal devrimini ilk gerçekleştiren ABD, Fransa gibi ülkelerde bile, ekonomide İngiliz kaynaklı liberalizm modeli esasta uygulanmış olsa da, tamamen ulusal çıkarlar ve ekonominin, sanayileşmenin ihtiyaçlarıyla uyumlu olarak yapılmıştır bu. Kuşkusuz bu ülkeler, sanayi devrimlerini ilk gerçekleştirmiş ülkelerdir; yani bu süreçte herhangi bir işgalci ya da emperyalist dış tehdit yaşamaksızın, tamamen kendi iç dinamikleriyle, bilimsel devrim ve sanayi devrimlerini gerçekleştirmişlerdir.
2-) Batı’da ikinci büyük ve önemli sanayileşme dalgası, 1866’dan 1890’lara, Bismark’ın önderliğinde Almanya’da gerçekleşti. Alman ulusal devrimi ve sanayileşmesi, Mars ve Engels’inde vurguladığı gibi, Bismark’ın otoriter bir devlet müdahaleciliği ile gerçekleşti ve başarıya ulaştı. Avrupa’da serbest piyasacılığa karşı gerçekleşen bu deneyimin kuramcısı Friedrich List’tir. Onun devlet müdahaleci kuramı, aynı dönemde modernleşme ve sanayileşme süreci yaşayan Japon Meiji Devrimi için de yol gösterici olmuştur. Japon Deneyimi ile birlikte aynı yol gösterici işlevin yansımalarını, İttihat ve Terakki’nin “Milli İktisat” deneyimlerinde ve daha sonra Kemalist Türkiye’nin ulusalcı ekonomistlerinin düşüncelerinde de görmekteyiz.
Kısacası, İngiliz emperyalizmi güdümlü Batı sisteminden bütün köklü ve kalıcı kopuşların arkasında, gerek Batılı gerek Doğulu bütün deneyimlerin arkasında Friedrich List’in kuramı ve Alman sanayileşme deneyimi vardır. Diğer Avrupa devletleri, İtalya, İspanya, İsveç, Norveç, Kanada, Hollanda vb, bu modeli uygulayabildiği ölçüde kısmen bağımsız sanayisini ve ekonomisini kurabilmiş, ama daha genelde ve günümüze geldiğimizde, emperyalist sistemin de siyasal, toplumsal, kültürel bir ihtiyacı olarak, vasal, güdümlü devletler biçiminde, kısmi bağımsızlıklar tanınan konumdadırlar.
3-) Asıl sorun ise, dünyadaki temel saflaşmanın emperyalizm ile ezilen dünya arasında olduğu 20. yüzyıl ve günümüzdeki, piyasacılık, devletçilik ve demokrasi arasındaki ilişki konusundadır. Yani, insanlığın yüzde 80’ini oluşturan ezilen ve gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmesi, ekonomik bağımsızlık ve demokrasi sancıları yumağı içinde yaşadıkları sorunlardır. Ezilen dünyada, İsrail, Güney Kore ve Tayvan gibi ABD’nin piyon devlet olarak kullandığı ve özel destek yaptığı sözde “büyüyen”, “modernleşen” ülkeler dışında, başta Türkiye olmak üzere, bağımsız yaşamak isteyen bütün mazlumlar dünyası, ulusal bağımsızlıklarını kazanarak ve planlı devletçiliğe sarılarak belli bir sanayileşme ve kalkınma sürecine girebilmişlerdir.
20. yüzyıl boyunca kanıtlandığı gibi devletçilik ve planlamanın, kapitalizmin en köklü ve sistemli alternatifi olan sosyalizm idealleri ve uygulamalarıyla sıkı bir bağ içinde olduğu, hatta ekonomik yapının temelini oluşturduğu da açıktır. Bu bağlamda, Atatürk’ün, 1930’lardaki planlı devletçilik uygulamasına “devlet sosyalizmi” demesi boşuna değildir; üstelik ezilen dünya gerçekliğinin en özgün açıklamasıdır bu. Mustafa Kemal, rejimin sınıfsal niteliği olan halkçılığı uygulayabilmenin vazgeçilmez koşulu olarak görüyordu devletçiliği.
Çünkü gerçek anlamda halkçılığı uygulayabilmek için, bireysel çıkar temelli piyasacılığa karşı, halkın, emekçilerin ortak çıkarını koymak, ancak kamuyu temsil eden devletçilikle mümkündür. Kuşkusuz bunun diğer temel koşulu, halkın, emekçilerin temsilcilerinin iktidar olmasıdır. 1908 Devriminden 1930’lara kadarki bütün olgular, ulusal bağımsızlığın ve halk egemenliğinin ancak toplumun, kamunun çıkarlarını, bireylerin çıkarının üstünde gören bir anlayışla, ulusal devrimin de halkın gerçekten gönüllü katılımıyla başarılabileceğine yürekten inanıyordu.
Türk Devriminin yaşadığı bu deneyim, emperyalizmin ekonomik-siyasal saldırı ve müdahale tehdidi altındaki bütün ezilen ve gelişmekte olan ülkelerde, eğer bağımsız ve onurlu yaşamak için gerekli bağımsız bir sanayi ve ekonomiye kavuşmak istiyorlarsa bir zorunluluk, bir tunç yasası olan evrensel bir modeldi. Sanayi devrimini gerçekleştirememiş, dolayısıyla tam bağımsızlığın ekonomik temelini sağlayamamış, emperyalizmin sürekli sömürgeleştirme tehdidi alında olan bizim gibi ülkelerde planlı devletçilik, bağımsız-egemen varoluşun ve bekanın biricik ekonomik koşuluydu. Ulusal kurtuluş savaşlarının emperyalist sistemin temellerini sarstığı, insanlığın bilincinde yeni bir dünyanın umutlarını yeşerttiği 20. yüzyılın devrimci fırtınalarının ortaya çıkarttığı en büyük gerçek buydu.
Ezilen dünyanın emperyalizme karşı yüz yıllık savaşına baktığımızda da görüyoruz ki, Atlantik müdahalelerine karşı direnebilen bütün ülkeler bunu, ancak ve ancak devletçilikle, devlet sosyalizmiyle ya da devlet müdahalesinin yoğun uygulamasıyla başarabilmişlerdir. Güney Kore veya Tayvan gibi ABD vasalı durumundaki ülkeler İsrail benzeri özel misyonları nedeniyle gelişebiliyorlar. Kaldı ki oralarda da devlet müdahalesi yoğundur.
PLANLI DEVLETÇİLİK İLE BAĞIMSIZLIK VE DEMOKRASİ ARASINDAKİ KOPMAZ BAĞ
Çok daha genel ve evrensel anlamda, emperyalizme karşı bağımsız gelişmesini sağlamak durumundaki ülke ekonomilerinin temel kuralı, ulusal piyasayı dış ekonomik-siyasal etkenlere karşı korumaktır. Bu da ancak en üst kamu kurumu olan devletin piyasaya, ekonomiye müdahalesi ile mümkündür. Bu toplumsal ve tarihsel yasa, kapitalizmin ilk geliştiği Avrupa için de geçerlidir. 19. yüzyılda, ilk sanayileşen İngiltere, Hollanda ve Fransa’dan sonra, Bismark Almanya’sı başta olmak üzere diğer bütün ülkelerin sanayileşmesi devlet müdahalesi ve gümrük korumalarıyla gerçekleşmiştir.
Özetle, sonradan sanayileşen ve gelişen bütün ekonomiler devletçi, devlet müdahaleci ve korumacı uygulamalarla var olabilmişlerdir. Bu devletçi uygulamalar, ayakta kalabilmek ve başarılı olabilmek için halka dayanmak, yani halkçı toplumsal, kültürel siyasetler izlemek zorundadırlar. Üstelik tersi daha doğru ve açıklayıcıdır: Kemalist programın ideolojik-sınıfsal esasını Halkçılık oluşturur. Bu, 1921 Halkçılık Beyannamesi ile ortaya konmuştur. Halkçılığının uygulanmasının, uygulanabilirliğinin temel koşulu ise planlı devletçilikti.
Bugün de can alıcı bir ihtiyaç olarak kendini dayatan planlı devletçilik olmadan, gerek üretim gerekse tüketim süreçlerinde milletin ve bireylerin çıkarlarını adil bir paylaşım sağlayarak uyumlulaştırmak olanaksızdır. Dahası, üretilen malların ihtiyaçlarla bağlantılı ve orantılı olarak gerçekleştirilmesi ve üretilen değerlerin herkesin verdiği emekle orantılı ve hakça paylaşımında devletin düzenleyici, planlayıcı rolü olmadan eşitliğin ve adaletin sağlanması da olanaksızdır. Bütün buralardaki piyasa tapıncından kaynaklanan, “piyasanın ayarlayıcılığına” bel bağlayan rastgelelik ve üretim anarşisinin halkın belini büken ne büyük felaketlere yol açtığı ortadadır.
Bu plansızlık sonucu, bir bakarsınız bir yıl soğan, patates çok az ve pahalı, devletin yönlendirmesinden mahrum bütün üreticiler kendi dar deneyin ve bilgisiyle ikinci yıl toptan patates, soğan ekmeye yöneliyor. Bu kez, arz talepten çok olduğu için fiyatlar alabildiğine düşüyor ve üretici şaşkına dönüyor. Konut sektöründe yaşanan facia, piyasacılığın ne biçim bir dengesizliğe ve anarşiye ve adaletsizliğe yol açtığının en öğretici kanıtıdır. İki milyonun üstündeki konut stoku satılamıyor. Öte yandan, toplumun yüzde sekseni, bu fahiş fiyatlarla ne ev alacak ne de kirada oturacak bir gelirden mahrum kalmıştır. Neden?
Çünkü birincisi, devletin, en başta stratejik bir sektör olan tarımı ve yoksul kitleleri koruyan “sosyal devlet” ilkesinin, piyasa lehine terk edilmesidir. İkincisi, üretimin ne kadar yapılacağına ve nelerin üretileceğine tüm toplumun ihtiyaçları gözetilerek değil, üretici ve tüccar bireylerin sınırlı bilgilerine ve çıkarlarına göre karar verilmesidir.
Serbest piyasacılığın vicdanları sızlatan çok daha yıkıcı bir başka örneği, bütün yurttaşların aşağı yukarı bildiği, buğday gibi temel ihtiyaç olan tarım ürünlerinin sağlanma biçimidir. Bilindiği gibi ülkede buğday sıkıntısı var ve eğer şimdiden üretici desteklenerek planlanmazsa önümüzdeki yıl kıtlığa kadar varan bir tehlike söz konusu. Ama piyasa kurallarına ulusal çıkarların da üstünde bir değer veren hükümet, Toprak Mahsulleri Ofisi, günü kurtarmacı bir mantıkla kendi üreticimizden üç liraya almadığı buğdayı dışarıdan beş liraya alabiliyor. Ya da en son örnekleri; böylesi strateji bir ürünün, yerli üreticiyi destekleyerek biraz pahalı da olsa içeride üretilmesini sağlamak yerine, yine günü kurtarma mantığıyla piyasa tanrısının kulağına üflediği çözüme yöneliyor; Sudan’da, Çat’ta, Venezüela’da buğday üretimi yapmak gibi ne ulusal akıl ve izana ne de ekonomi bilimine sığan bir “çözüm”e yöneliyor.
Piyasacılığın yıkıcılığına en çarpıcı bir başka örnek ise, hiç kuşkusuz kışın yaşadığımız elektrik krizi ve arkasındaki piyasacı ve onun da arkasındaki kendi azami karından (çıkarından) başka bir şey düşünmeyen mafyatik açgözlü, vurguncu sermaye mantığıdır. Burada birbiriyle iç içe, birbirini yaratan iki güç, siyasal iktidar ve elektrik dağıtım şirketleri, tam bir serbest piyasacılık tezgâhıyla ya da oyunuyla halkı soymakta ve yalanlarla aldatmaktadır. Ana muhalefet ise, o “çok sert” eleştirileri serbest piyasa sınırlarına dayandığında bir balon gibi fossslayıp sönüveriyor.
Bütün bu serbest piyasa “cennetinde”, son üç dört yıllık pandemide ekonomik kriz sürecinde kimi servetini üçe beşe katlamış, kimisi de gelirini bir kaç misli kaybetmiştir? Ve piyasacı iktidar da bu derinleşen büyük uçurumu, vatandaşa “sabır” ve “şükretme” vaazı vererek, yönetmiyor, seyrediyor. Hiç kuşkusuz bu sistem, emperyalizme göbekten bağlı asalak rantçı ve vurguncu sınıflar için bir cennet, halk sınıfları için ise bir cehennemdir. Evet, toplumun en fazla yüzde onunu oluşturan, iktidarın kayırdığı yandaş vurguncular, çifte maaşlılar için de bu sistem cennettir ve “her şey yolunda”dır.
Bu piyasacı, mafyatik ve vurguncu sistemin demokrasisi de, söz konusu yüzde onun kendi arasındaki çıkar çatışmalarını şantaj ve tehditlerle çözmenin medya düzlemindeki düzeysiz, içeriksiz, bol trollü, halkla dalga geçen polemik özgürlüğünde başka bir şey değildir. Halka, emekçilere düşen pay ise, bu neoliberal demokrasinin dışına atılmış, sadakaya muhtaç paryaları, hizmetkârları, uşakları, cariyeleri ve ekmeği, geçimi patronun, tek adamın dilinin ucunda olan sefilleri yaşamaktır.
SONUÇ
Halkçılık, bütün değerlerden, ürünlerden, bunlara emeğini, alın terini katan üretici sınıfların, emekçilerin emeği oranında ve insanca yaşayacak düzeyde payını almasıdır. Siyasal iktidarın halkçılık ölçütü, 27 Mayıs Anayasası ile anayasaya “Sosyal Devlet” ilkesi olarak giren bu ilkenin gerçekten hakkıyla uygulanmasıdır.
Peki, geçtiğimiz kırk yılda bütün acı sonuçlarıyla yaşadığımız gibi, daha fazla bireysel kâr amacının itici güç olduğu, ücret ve mal fiyatlarını, iş bulma koşullarını, insanca yaşamak için gerekli ücreti, sermaye sahiplerinin, varlıklı sınıfların belirlediği bir sistemde emekçilerin lehine bir adalet sağlanabilir mi? Üstelik özelleştirilen bütün kamu kuruluşlarının, bankalar da dâhil, çoğunluk hissesini ve karar merkezlerini ele geçirmiş uluslararası emperyalist tekeller ve onların bekçisi emperyalist devletler, iç ve dış ekonomik politikaları belirler hale gelmişken, bağımsızlıktan söz edilebilir mi?
İşin özü, bir ülkenin bağımsızlığının, güçlü bir ulusal ekonomiye ve bu temelde adaletli bir gelir dağılımına, böylece ulusal birlik ve dayanışma ruhuna sahip olmaktan geçtiğidir. Bunlar yoksa, vatanın bağımsızlığını lafta değil, gerçekte ve gönülden savunacak insan unsuru ciddi bir kirlenme ve çürüme içinde demektir. Devletin karar merkezlerinde, üretilen değerlerin, yaratılan fırsatların, zenginliğin nasıl, hangi ölçütlerle paylaşılacağı, ekonomik kriz dönemlerinde krizin yükünün nasıl dağıtılacağı konusunda halkın ezici çoğunluğunun, emekçilerin lehine bir iktidar ya da mevcut iktidarda ağırlığını hissettirecek temsilciler yoksa, halkçılığın uygulanması ve toplumsal adaletin sağlanması mümkün mü?
Geçtiğimiz kırk yıllık ve yoğun olarak da Atatürk Cumhuriyeti’ni de yıkıma uğratan son 20 yıllık deneyimin gerisindeki ekonomik sistemin, yani neoliberalizmin, piyasacılığın olduğu olgularla anlaşıldı. Dahası, emperyalizmin Türkiye’yi çökertme ve teslim alma stratejisinin manivelasının da serbest piyasacılık olduğu kanıtlanmıştır.
Ayrıca çok daha vahim olanı, Türkiye ekonomisi, klasik anlamda sanayicilerin, yani üretim ekonomisine odaklı kapitalistlerin daha ucuza daha iyi mal üreterek rekabet ettikleri bir ekonomi olmaktan çoktan çıkmıştır. Bu olgu, 1980’lerden sonra gerçekleşen küreselleşme projesinin en temel özelliğidir, Artık egemen ilke üretim değil tüketimdir. Sanayicilerin egemen olduğu ekonomik model yoktur artık. Bildiğimiz burjuva ahlakının terkedildiği, hizmet sektörü denen, kısa yoldan, zahmet çekmeden, ulusal çıkarları önemsemeden ve yasaları da rahatlıkla çiğneyerek kazanmayı ve her türlü düzenbazlığı meşru gören, büyük ölçüde mafyalaşmış bir sınıftır piyasaya egemen olan.
Yukarıda vurguladığımız gibi, liberalizmin vatanı İngiltere’de bile hiçbir zaman ulusun ve devletin çıkarını koruma sınırlarını asla aşamayan bir serbest piyasacılık, bizde ve benzer birçok ülkede, tam bir mafyatik soygun ve yağmaya dönüşmüştür. Ve mevcut iktidarın sınıfsal yapısı ve siyasetleri, bütün vurgun ve soygun düzenbazlıkları tarikatlar üzerinden dini bir kutsallık örtüsüyle perdelenmiş mafyatik tarikatçı ve İhvancı bir sistemi işaret ediyor.
Dolayısıyla Siyasal İslamcı ve tarikatçı yapıların, ulusal devlet ve ulusal kültüre karşı ideolojik duruşlarının ekonomik temeli, aynı zamanda, ulusal devleti ve ulusal ekonomiyi yıkan serbest piyasacılığa göbekten bağlılıkları ile açıklanıyor. Serbest piyasacılık, ulusal devletin yasaları ve hukukuyla, kültürüyle her zaman sorunları olan, gerek mafyatik yapılar, gerekse tarikatlar ve İhvancılar için sığınılacak güvenli bir limandır. Bu denklemde, tarikatçı ve İhvancıların neden halktan, emekçiden yana olamayacakları ve olmadıklarının en çarpıcı kanıtı 20 yıllık AKP deneyimidir. Bu yapılardaki insanların hep daha zengin olma ve şatafatlı yaşama tutkuları tesadüfi değildir; aksine, İslam’ın kurucu eşitlikçi ve paylaşmacı ahlaki ilkelerine ihanet eden, İslam’ı sadece kullanan sahteliklerinin bir dışavurumudur.
Sonuç olarak planlı devletçilik; Türkiye’nin, Türk milletinin, hem mafyalaşmış emperyalizmin tehditlerine karşı direnmesinin ve bağımsızlığı stratejik olarak güvenceye almasının, hem de Siyasal İslam ve tarikatların yarattığı yeni bir ortaçağ karanlığından kurtulmasının biricik ekonomik anahtarıdır.