Enerji, Ulusal Güvenlik

Enerji, ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişiminin en temel ve yaşamsal gereksinimlerinin başında gelir. Bu bağlamda enerji güvenliği, ekonomik güvenliğimizin ve ulusal güvenliğimizin temel taşıdır.

Enerji güvenliği ise enerjinin; yeterli, ödenebilir, güvenilir, zamanında, temiz ve çeşitlendirilmiş kaynaklardan, olabildiğince yerli kaynaklardan ve kesintisiz ve kaliteli olarak arzıdır. Bunlardan birinin, ya da birden fazlasının sağlanamaması halinde, “enerji güvenliğiniz yok” demektir.

2020 sonu verilerine göre Türkiye, birincil enerji tüketiminde %70,2 oranında dışa bağımlı bir ülke konumundadır. Enerji tüketiminde %28,7 payı olan petroldeki bağımlılığımız %92, %27 payı olan doğal gazdaki bağımlılığımız %99, %17,3 oranında payı olan taş kömüründeki bağımlılık oranımız ise %96’dır. Sanayinin, elektrik üretiminin, konutların, ticarethanelerin, ulaşım sektörünün vazgeçilmez girdisi olan enerji kaynaklarındaki bu aşırı bağımlılık oranları, ekonomik açıdan büyük bir yük, ulusal güvenlik açısından ise büyük bir risk oluşturmaktadır.

Hidroelektrik dahil, yenilenebilir enerji kaynaklarının birincil enerji tüketimindeki payı %16,8’dir. Yenilenebilir kaynakların kullanılabilir enerjiye çevrimi için kullanılan ekipmanın büyük oranda ithal ediliyor olması da enerji bağımlılığındaki bir diğer unsurdur. Başta rüzgâr ve güneş olmak üzere, ülkemizin çok önemli potansiyeli hala devreye alınamamıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelik verilmekte olan destek mekanizması (YEKDEM) yanlış politikalar nedeniyle, bütçede ek yük oluşturmaktadır.

Enerjide dışa bağımlılığın ağır faturası, enerji kaynağı fiyatlarındaki iniş ve çıkışlara olduğu kadar ithalatın dolarla yapılıyor olması nedeniyle TL’nin dolar karşısındaki değerine de bağlı olarak oluşmaktadır. Bir diğer ifadeyle petrol, doğal gaz, kömür fiyatlarının oluşumunda “etkisiz eleman” konumundaki Türkiye, fiyatlarının yükselmesini çaresiz bir biçimde izlerken, TL’nin dolar karşısındaki düşüşüyle, çarpan etkisiyle enerji faturası ödemek durumunda kalmaktadır. 2020 yılında COVİD nedeniyle küresel ölçekte etkili olan ekonomik durgunluk ve buna bağlı enerji talebindeki düşüş nedeniyle enerji faturamız 28,8 milyar dolar seviyesinde kalmıştır. Ancak 2021’de yaygın aşılamanın yarattığı rahatlama ortamında talep ve fiyatlar hızla yükselmiş ve Türkiye’nin ithalat faturası 50,7 milyar dolar olmuştur.  Cari açığın en önemli kalemi haline gelen enerji ithalat faturamız, toplam ithalatımızın %18-%24’ü bandında dalgalanmaktadır.

Bu durum sürdürülebilir değildir ve enerji politikamızın; yerli ve yenilenebilir kaynakların oranını ve sistemin enerji verimliliğini arttırmak, talep tarafını yönetmek gibi temel sütunlar üzerinde, yeniden yapılandırılması bir zorunluluktur.

DIŞA BAĞIMLILIĞIMIZDA ÖNE ÇIKAN BİR ÜLKE: RUSYA FEDERASYONU

Enerji ve ulusal güvenlik bakımından herhangi bir ülkeye aşırı bağımlılık, hangi ülke olursa olsun, kaçınılması gereken bir durumdur. “Enerji güvenliği” kavramının en temel unsurlarından biri olan “çeşitlendirme”, her ülke için yaşamsal önemdedir. Winston Churchill, Temmuz 1913’te Parlamento’daki konuşmasında, ““Tek bir kaynağa, tek bir işleme, tek bir ülkeye, tek bir güzergaha ve tek bir üretim sahasına bağımlı olmamalıyız. Petrolde güvenilirlik ve emniyet, yalnız ve ancak, çeşitlilik ve çeşitlilikle mümkündür.” O dönemde petrol için söylenen bu sözler, günümüzde diğer enerji kaynakları açısından da kritik önem taşımaktadır. Geleceğin dünyasında ise, yenilenebilir kaynakların enerji üretimini sağlayabilmesinde kritik önemdeki birçok metal ve nadir elementler, üretim teknolojileri büyük önemde olacaklardır. Bu vizyondan yoksun ülkeler ise bağımlılığa mahkûm kalmayı sürdüreceklerdir.

Ülkemizin enerjide dışa bağımlılığın ayrıntısında, bir diğer sorun karşımıza çıkmaktadır. Başta doğal gaz olmak üzere (%45), ham petrol ve petrol ürünlerinde (%24) ve taş kömüründe (%39) Rusya Federasyonu’na yüksek oranlardaki bağımlılığımız, ülkemizi birçok açıdan kırılgan yapmaktadır. Özellikle de inşaatı, tüm tepkilere ve sakıncalarına karşın ısrarla sürdürülen Akkuyu Nükleer Güç Santralı tamamlanabilir ve işletmeye alınırsa, Rusya’ya bağımlılığımız çok daha kronik hale gelecektir. TBMM’den geçirilen anlaşma ile inşası, zenginleştirilmiş yakıtı, işletmesi ve yakıt muamelesi %100 Rusya’nın Rosatom şirketine verilmiş olan bu santral, ülkemizi çok daha yüksek oranda Rusya’ya bağımlı yapacaktır.

Diğer yandan, bir NATO üyesi olan Türkiye, Rusya-Ukrayna (aslında ABD-Rusya) savaşının da gösterdiği gibi, çok kritik bir dengede, bizde yaygın kullanılan bir deyimle “iki cami arasında bi-namaz bir konumda kalmaktadır. Herhangi bir yanlış adım, sadece enerji güvenliğimizi değil, sıklıkla altını çizmeye çalıştığımız gibi ulusal güvenliğimizi de riske sokacaktır.

Bilindiği gibi doğal gaz,her ikisi de uzun sürede inşa edilebilen ve yüksek maliyetleri olan LNG terminalleri ya da boru hatları ile ithal edilmektedir. Son yıllarda 3 adet yüzer LNG terminali (FSRU: Floating Storage &RegasificationUnit) devreye alınarak, arz güvenliği açısından kısmi bir rahatlama sağlanmışsa da Ocak 2022’de yaşanan gaz ve elektrik kesintileri, doğal gaz ve elektrik sistemimizin ve yönetim kalitemizin güvenli durumda olmadığını açık olarak ortaya koymuştur. Doğal gaz sistemindeki zaafın bir diğer nedeni ise, yeraltı depolama tesislerinin toplam kapasitelerinin, tüketime oranla çok yetersiz olması ve bu depoların kışa çok yetersiz gaz stokuyla sokulmuş olmalarıdır.

ELEKTRİK KURULU GÜCÜ VE ÜRETİMİ

2021 yılı sonunda, Türkiye elektrik kurulu gücü 99,820 MW’tır. Kurulu güçte en büyük payı doğal gaz (%25,7) ve barajlı HES’ler (%23,4) oluşturmaktadır. Rüzgâr santrallarının kurulu güçteki payı ise %10,5’tir.

2021 yılında tüketilen elektrik enerjisi miktarı ise yaklaşık 330 milyar kW-saat olarak gerçekleşmiştir. Elektrik üretiminde en fazla katkı sağlayan kaynak, %32,7’lik payı ile doğal gaz olmuştur. Kurak geçen 2021 yılı yaz döneminin etkisiyle, HES’lerin katkısı çok düşük olarak gerçekleşince (Barajlı HES’ler %12,3 / akarsu HES’ler %4,5), doğal gaz santrallarına çok daha yüksek oranda yük binmiştir. 2020 yılı elektrik üretiminde doğal gazın payı %23, 2019 yılında ise %19 olarak gerçekleşmiştir.

Elektrik üretiminde kullanılan enerji kaynakları bakımından dışa bağımlılık oranımız 2021’de %49,3 olmuştur. Bir diğer ifadeyle, elektrik üretiminde de dışa bağımlılık oranımız yüksektir ve yenilenebilir kaynakların enerji ve elektrik üretimindeki payını, gerçekçi politikalar ve doğru teşvik yöntemleriyle, hızla arttırma zorunluluğumuz vardır.

Elektrik üretiminde 2000’den bugüne, santrallar büyük oranda özelleştirilmiştir. 2000 yılı elektrik üretiminde kamunun payı %75,1 (özel sektör: %24,9) iken, 2021 sonunda kamunun payı %16,1’e gerilemiştir (özel sektör: %83,9). Bir yandan yarı yarıya dış kaynaklara, diğer yandan özel sektörün kâr hırsına teslim edilmiş bir “piyasa” yapısında, dalga dalga gelen zamların kaçınılmaz olduğunu kavramak gerekir.

ENERJİ SEKTÖRÜ DİĞER SEKTÖRLERLE BİRLİKTE BÜTÜNLEŞİK BİR ANLAYIŞLA PLANLANMALIDIR

Enerji sektörü, diğer birçok temel sektörle, karşılıklı etkileşim halindedir.

Doğal gaz ve elektrik kesintilerinin, 2021 yılı başlarında ülke genelinde ve özellikle sanayi sektöründe yarattığı tahribat, bunun en son ve çarpıcı örneği olmuştur. Aranmasından üretimine, taşınmasından tüketimine kadar geçen sürede, enerji kaynaklarının nasıl üretildiği, nasıl arıtıldığı, nasıl taşındığı, nasıl kullanıldığı hususları, ekosistem üzerinde geri dönülmez ve olumsuz etkiler yaratabilmektedir. Bugün “küresel ısınma” ve “iklim değişikliği” sorunları, büyük oranda, enerji tüketiminde ağırlıklı olarak yer tutan fosil yakıtların, söz konusu süreçlerdeki sorumsuz kullanımından kaynaklanmaktadır. Enerjide dışa bağımlı ülkelerin ekonomileri, enerji ithalat faturasının yarattığı cari açığın cenderesi altındadır. Enerji ithalatında bağımlı olunan ülkelerle olan ilişkilerimiz, ekonomik güvenliğimizi de ulusal güvenliğimizi de tehdit edebilmektedir. Bu bağlamda, enerji kaynakları ithalatında kaynak ülkeler açısından çeşitlendirmenin yanı sıra dış politikamızın enerji politikamızla birlikte planlanarak yürütülmesi, yaşamsal önem taşır. Örneğin, Türkiye’nin son yıllarda Doğu Akdeniz’de yaşadığı baskılar karşısında, geri adım atmış olması, iktidarın dış politikada attığı son derece yanlış adımların da katkısı ile ülkemize yaşattığı “yalnızlık” ile de bağlantılıdır.  Bu örnekleri, diğer sektörlerle enerji sektörünün karşılıklı ilişkileri bakımından çoğaltmak mümkündür. Ancak bu değerlendirmemizde, daha çok enerji-dış politika ilişkilerine, ya da enerji jeopolitiği üzerinden okuma yapmaya odaklanacağız.

TÜRKİYE’NİN MEVCUT DIŞ POLİTİKASININ ENERJİ SEKTÖRÜNE ETKİLERİ

VEENERJİ JEOPOLİTİĞİ

Doğal Gaz

Türkiye, daha önce de belirtildiği gibi, tükettiği doğal gazın tamamına yakınını (%99) ithalatla karşılayabilmektedir. Ülkemizin mevcut doğal gaz arz sistemi; ithalatın gerçekleştirildiği ülkelerden gaz taşıyan boru hatları, sıvılaştırılmış gazın (LNG)ithalini sağlayan bir adet LNG terminali ve üç adet yüzer sıvılaştırılmış gaz ünitesi (FSRU) ve iki adet yeraltı gaz deposundan oluşmaktadır.

Üç ülkeden (Rusya, Azerbaycan, İran), 5 boru hattı ile yapılan doğal gaz ithalatı, uzun vadeli kontratlar ve tarafların anlaştıkları fiyat formülleri çerçevesinde gerçekleştirilmektedir. Söz konusu fiyat formülleri, uzun yıllardır fueloil ve gaz yağı gibi petrol ürünlerine endeksli olarak belirlenmektedir. Bunun bir istisnası olarak, Rusya ile mevcut iki anlaşmadan biri olan Türk Akım Boru Hattı anlaşmasının bir bölümü için, kısmen spot gaza, kısmen petrol ürünlerine dayalı bir formül üzerinde anlaşılmıştır. Arz güvenliğinin sağlanmasının önemli bir unsuru olan kaynak çeşitlendirmesi gerekçesiyle, bir diğer gaz temin yöntemi olarak, uzun süredir LNG ithalatı da yapılmaktadır. LNG ithalatının bir bölümü, BOTAŞ’a ait Marmara Ereğlisi LNG terminali üzerinden gerçekleştirilmektedir. Terminalin, sıvılaştırılmış olarak(LNG)ithal edilen gazı, yeniden gaza dönüştürme kapasitesi, günlük 37 milyon metreküptür. LNG ithalatı, iki ayrı yöntemle gerçekleştirilmektedir. Cezayir ve Nijerya ile uzun vadeli anlaşmalar çerçevesinde ve petrole endeksli formüllere dayalı olarak, yıllık toplam 5,7 milyar metreküp olarak başlayan ithalatın miktarı daha sonra (Cezayir 5,4 milyar metreküp/yıl, Nijerya 1,8 milyar metreküp) toplam 7,2 milyar metreküpe çıkarılmıştı. Nijerya ile yapılmış olan kontratın süresi 2021 yılında bitince, yenilenmedi.

Spot piyasadan alınan gazda ise kaynak ülkeler yıllar içinde değişmektedir. 2021 yılında, spot piyasadan alımlarda ve özellikle son aylarda; ABD, Mısır, Katar ve daha az miktarlarda Mısır ve Trinidad Tobago göze çarpan tedarikçilerdir.

Spot alımlar, daha önce de bahsedildiği gibi, arz kaynağının çeşitlendirilmesi bakımından avantajlı olsa da özellikle 2021 ve 2022’de spot piyasada çeşitli nedenlerle çok yüksek oranda fiyat artışı yaşandığı için, zaten dibe vurmuş ülke ekonomisi üzerinde ilave ve ciddi bir mali yük yaratmaktadır. Uzun vadeli kontratlarla gaz temin ettiğimiz ülkeler bakımından ise özellikle Rusya ve İran, dönemsel olarak önemli risk yaratma potansiyeli olan kaynak ülkelerdir.

Bilindiği gibi İran, 20 Ocak 2022 tarihinde “teknik bir arıza”yı gerekçe göstererek, ülkemize sağlamakla yükümlü olduğu günlük 28,5 milyon metreküplük gaz sevkiyatını durdurdu. Tüm taleplere karşın da söz konusu teknik sorunu giderme işlemini zorlu kış günleri sonrasına ertelemeyi kabul etmedi. İran, yılda yaklaşık 251 milyar metreküp doğal gaz üretirken, 233 milyar metreküp de tüketiyor[1]. Dolayısıyla, geriye ihracat için çok sınırlı bir miktar kalıyor. Türkiye ile yaklaşık 10 milyar metreküp/yıllık bir alım satım anlaşması var. Özellikle kış aylarında, Tahran ve Tebriz gibi büyük kentlerinde, talebin çok arttığı koşullarda, (anlaşmamız nedeniyle yükümlülüğü olsa da) kendi talebini karşılamaya yöneldiği değerlendirmesi yapılabilir. Ancak özellikle eş zamanlı olarak; AKP iktidarının İsrail ile tamamen kopmuş görünen ilişkilerini yeniden düzeltme görüntüleri ve 15 Temmuz darbesini planlayıp desteklemekle suçladıkları BAE ile de benzer yakınlaşma çabalarının, İran’da ciddi olarak tehdit algısına neden olduğu da bir diğer gerçektir. Daha önceki yıllarda da İsrail ile siyasi ve askeri ilişkilerin yoğunlaştığı dönemlerde İran gazının gene “teknik nedenlerle” kesildiğini anımsatmak da yararlı olacaktır. Her ne kadar, günlük 28 milyon metreküplük bir kesintinin, başta depolarımızda olması gereken stoklu gazla telafi edilebilmesi gerekirse de enerji yönetimindeki yetersizlikler, ülke çapında milyarlarca dolarla ifade edilen krize neden olabilmiştir. Somutlamak gerekirse; Azerbaycan’dan ülkemize gaz taşıyan iki hattan biri olan Bakü – Tiflis – Erzurum (BTE) hattının günlük tedarik kapasitesi 19,1 milyon metreküptür. Bu hattan gaz temininin dayandığı anlaşma, 2021 yılı Nisan ayında sonlanmıştır. Kontratın, uzun süreli olmasa da kısa ya da orta vadeli, ancak tam kapasiteli yeni bir anlaşma ile uzatılması yerine (günlük 19,1 milyon metreküp yerine), sadece günlük 7 milyon metreküplük bir spot anlaşma yapılmıştır. Dolayısıyla kesinti, İran gazı ile sınırlı kalmamış, “sistemde” ilave 12 milyon metreküplük ilave bir eksilme yaratılmıştır. Yönetim zaafları bununla da sınırlı kalmamış, Rusya’dan gaz ithalatını sağlayan 2 hattan biri olan Türk Akım’da da BOTAŞ’ın kontratının bir kısmının devredildiği 6 özel şirketten üçünün, Gazprom’a yükümlülüklerini yerine getirmemesi nedeniyle, günlük 46,9 milyon metreküplük kapasitedeki bu hattan sadece 31,8 milyon metreküp/gün gaz alınabilmektedir. Buradan da günde yaklaşık (ilave) 15 milyon metreküplük bir eksik alım söz konusudur. Stratejik bir sektör olan enerji sektöründeki bu özelleştirme sevdasının yarattığı kriz bir yana, bu kontratları BOTAŞ’a geri alıp Gazprom ile anlaşmak yerine, söz konusu kontratlar yeniden özel bir şirkete ihale edilmiştir. Krizin bir diğer nedeni ise, 2021 sonu, 2022 başında, zaten toplam kapasitesi yetersiz olan yeraltı doğal gaz depolarının, yaz aylarındaki kuraklık nedeniyle doğal gaz santrallarına yüklenilmesi sürecinde, (kış için kullanılması ve dolu olması gereken) önemli oranda boşaltılmış olmasıdır. Spot piyasada gaz fiyatlarının büyük oranda artması üzerine, bu hatalı ve sakıncalı yola gidildiği değerlendirilmektedir. BOTAŞ yöneticilerinin ve ETK Bakanlığı’nın aksine iddialarına karşın, toplam kapasiteleri 5,4 milyar metreküp olan 1 Ocak 2022’deiki depoda toplam 1,65 milyar metreküp gaz kalmış olduğu EPİAŞ verilerinden görülmektedir.

Görüldüğü gibi, olası jeopolitik bir etkenle başlayan “kriz”, yönetim zaaflarıyla birleştiğinde, büyük boyutlu ekonomik tahribat yaratabilmektedir.

Rusya Federasyonu ile olan ilişkilerimiz de bir diğer risk konusudur. Daha önce de belirttiğimiz gibi Türkiye, Rusya Federasyonu’na; doğal gazda %45, ham petrol ve petrol ürünlerinde %24 ve taş kömüründe %39 bağımlı durumdadır. Akkuyu NGS devreye alınacak olursa, anlaşma hükümleri gereği, nükleerde Rusya’ya bağımlılığımız %100 olacaktır. Ukrayna-Rusya çatışmasının gösterdiği gibi, ABD ve NATO giderek daha sert yaptırımlara yönelmektedir. Santralda bugüne kadar, önemli ölçüde yatırımlar yapılmış ve birinci ünitedeki çalışmaların sürdürüldüğü, ilgili şirket tarafından açıklanmış durumdadır. Bilindiği kadarıyla, bugüne kadar gerekli finansman, önemli oranda Rosatom tarafından öz kaynaklar ve malzeme ile karşılanmıştır. Bundan sonraki aşamalarda ağırlıklı, özellikle Avrupa’lı şirketlerin tedarik edebileceği ekipman ve uluslararası finansman gerekeceği belirtilmektedir. Mevcut koşullarda, Rusya’ya karşı AB ve ABD ağırlıklı yaptırımların ağırlaşarak süreceği varsayımından hareketle, Akkuyu NGS’nin inşası ve işletmeye alınabilmesi sürecinin, en azından planlandığı süreçte gerçekleşmeyeceği düşünülebilir. Görüleceği gibi, jeopolitik faktör, bu bağlamda da önemlidir. AB ve ABD’nin, gerek Türkiye’nin ve gerekse Avrupa ülkelerinin Rusya’ya bağımlılığını azaltmak, hatta ortadan kaldırabilmek için çok yönlü çabaları yıllardır sürmektedir. Almanya üzerinden Avrupa’yı beslemek üzere devreye giren (yılda 55 milyar metreküplük Rus gazını taşıyan) Kuzey Akım 1’i engelleyemeyen ABD, Merkel’in yönetimden ayrılmasının ardından, aynı kapasitedeki ve inşaatı ve testleri tamamlanmış olan Kuzey Akım 2’yi engellemede başarılı olmuştur.

Benzer biçimde, Ukrayna çatışmasının sıcağında, Akkuyu Nükleer Santralı inşasını engellemek için girişimlerin yoğunlaşması da sürpriz olmayacaktır. Doğal olarak ABD ve AB’nin amacı, ülkemizin genel olarak dışa bağımlılığını önlemek değildir. Hatta mümkünse yerine Fransız ya da ABD ürünü bir nükleer santral önerisi de gündeme gelebilir. Burada da bir diğer jeopolitik hedef daha söz konusu olabilir. Bilindiği gibi Rusya, Suriye’de ciddi bir varlığa sahiptir. Suriye yönetimi Rusya’ya, Hmeymim (Lazkiye)’de hava üssü, Tartus’ta deniz üssü vermiş durumdadır. ABD ve NATO açısından bu üsler ve Akkuyu NGS, benzetme yerindeyse bir “Bermuda Şeytan Üçgeni” gibidir. Russia Today’in haberine göre, “2016 yılında Rusya ve Suriye arasında imzalanan anlaşmayla, “Rus (TARTUS) deniz üssünde aynı anda demirleyebilecek Rus savaş gemisi sayısı, nükleer yakıtlı olanlar dahil, 11 oldu.Nükleer yakıtlı gemilerin anlaşmada yer almasından anlaşıldığı kadarıyla Ruslar’ın, Kirov sınıfı savaş gemileri ve nükleer yakıtlı denizaltıları bu üsten yararlanacaklar.”

Dolayısıyla Akkuyu NGS’nin engellenmesi ve yerine Atlantik İttifakı üyelerinden birinin santralının inşası, ABD ve NATO’nun bir taşla birden fazla kuş vurması olabilecektir.

Son dönemde ABD’nin plan ve dayatmasıyla geliştirilmekte olduğunu düşündüğümüz bir dizi “liderler arası ziyaretler” de bu bölgesel stratejinin bir parçası olarak değerlendirilebilir. İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un ziyareti sonrasında, yıllar sonra yeniden gündeme taşınan “İsrail – Türkiye – Avrupa” Doğal Gaz Boru Hattı da bu “stratejinin” ya da “yap-boz”un, tamamlayıcı bir parçası olarak düşünülebilir. ABD’nin Rusya’yı Çevreleme” Stratejisi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı Yunan-Rum ikilisinin desteklenmesi politikasından çok daha önemli, daha büyük ölçekli bir hedeftir. Dolayısıyla, yıllardır Yunan-Rum ikilisi, İsrail, Mısır eksenli yürütülen (ve aslında teknik, finansal, Pazar yoksunluğu gibi birçok sorun nedeniyle zaten şansı olmayan bir siyasi proje olan) “Doğu Akdeniz Doğal Gaz Boru Hattı Projesi”nin gözden düşmesinin bir nedeni de bu hesaplar olabilir. “İsrail – Türkiye – Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı Projesi”nin; gerçekleşme potansiyeli, avantaj ve dezavantajları, olası engeller, vb. ayrı bir değerlendirme konusu olmakla birlikte, bu proje ciddiye alınması ve siyasi ve ekonomik yansımaları nedeniyle dikkatle izlenmesi gereken bir projedir.

Bu projeye (ya da benzer projelere) karşı, Rusya’nın sessiz kalmasını beklemek fazla “iyi niyet” gerektirir. Hem etki kurduğu alanda “yabancı unsurların dolaşması”, hem de Türkiye ve Avrupa gibi, en önemli Rus doğal gaz piyasasına yeni rakiplerin girmesi, sessizce izleyeceği gelişmeler değildir. Bunların mutlaka karşı yansımaları olacaktır. Bahsi geçen Akkuyu – Tartus– Lazkiye üçgeni, NATO’nun hedefleri arasında olacağından, NATO üyesi ve Rusya’ya enerjide şimdiden yüksek oranda bağımlı Türkiye’nin, son derece sıkıntılı bir denge sürdürmeye çalıştığı açıktır. Rusya’nın, uçağını düşürüp, ülkemizdeki yöneticilerin “Talimatı ben verdim/Hayır ben verdim” yarışması yaptığı dönemde bile ülkemize ihraç ettikleri gazı kesmemesi, hiç kimseyi, Rusya’nın tepkisiz kaldığı ya da benzer çıkar çatışması karşısında sessiz kalacağı yanılsamasına düşürmemelidir. “Tepki”, mutlaka doğal gaz üzerinden ya da “anında” verilmeyebilir. Libya, Suriye gibi coğrafyalar üzerinden, ya da çeşitli terörist gruplara verilebilecek üstü örtülü desteklerle tepkiler gösterilebilir. Nitekim,ABD’nin önde gelen dergilerinden Foreign Policy’de (16 Ağustos 2016’da) yer alan habere göre, “Rusya’nın BM Daimi Temsilcisi Vitaly Churkin, kapalı BMGK toplantısında Türkiye’yi Suriye sınırında silah geçişine izin vermekle ve teröristlerin Suriye’ye geçişine göz yummaya devam etmekle suçladı.” Ayrıca Türkiye’nin Suriye’deki ‘muhalefet’e destek verdiğini belirten Churkin’in aynı zamanda “Muhalefetten (“Suriye muhalefeti”) gerçekten hoşlanmıyoruz, lütfen bu tavrınızı değiştirin” dediği de belirtildi. Dolayısıyla enerjide bu denli bağımlılığın ve buna karşın çıkar çatışmasına yol açması kaçınılmaz olan politikaların ısrarla uygulanmasının büyük bir risk olduğu anımsanarak, bir yandan bu bağımlılığı makul seviyelere indirmek, diğer yandan da dış politikada mevcut maceracı çizgiden hızla uzaklaşmak, akılcı ve dengeli bir politikanın gereğidir.

Doğu Akdeniz genelinde de benzer dış politika hatalarındaki ısrar, ülkemizi “değerli yalnızlık” diye savunulmaya, ya da avunulmaya çalışılan bir konuma sürüklemiştir. Ortak çıkarlar doğrultusunda işbirliği yapmamız gereken kıyıdaş ülkelerin neredeyse tamamı ile yıllardır ısrarla sürdürülen “Müslüman Kardeşler” eksenli dış politika sonucunda, hasım ve ortak hedef durumuna gelmenin ne avunulacak ne de öğünülecek bir politika olmadığı açıktır. Örneğin Mısır, uluslararası hukuka ters düşen maksimalist Rum-Yunan tezlerini kabul ederken, temel hareket noktası, AKP iktidarının bu MK odaklı politikaları olmuştur. Mısır, bu tezleri kabul ederek, 21,500 kilometrekare Münhasır Ekonomik Bölge alanını kaybetmektedir. Ancak AKP’nin MK ısrarının yarattığı tehdit algısı, Mısır yönetimi açısından yapılan kıyaslamada, bu muazzam kaybı bile daha “kabul edilebilir” hale getirmiştir.

Sonuç olarak, başta da belirttiğimiz gibi enerji politikaları, dış politika ve ulusal güvenlik politikaları ile bütünleşik biçimde planlanmalı ve uygulanmalıdır.

Petrol ve kömürde ise ithalatta çok daha fazla seçenek ve buna bağlı olarak çeşitlendirme potansiyeli vardır. Örneğin 2020 yılı ham petrol ve petrol ürünleri ithalatında toplam 35 ülke yer almıştır. Gerçi bunların sadece 12’si, yapılan ithalatta %1,25 ile %29,1 arasında pay sahibidir. Geri kalanlardan yapılan ithalat sembolik düzeydedir. Ancak gene de bu rakamlar, petrol ithalatında ülkeleri çeşitlendirme potansiyelimiz bakımından doğal gazdan farklı konumu hakkında bir fikir verebilir. 2020 yılında en fazla petrol ve ithalatında ilk üç sırayı Irak, Rusya ve Kazakistan almıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, önceki yıllarda İran’dan daha fazla ve görece uygun koşullarda ham petrol ithalatı yapılabilirken, ABD ambargosu nedeniyle bu avantaj kaybedilmiştir.

Yenilenebilir kaynaklar açısından (özellikle güneş ve rüzgâr) potansiyeli yüksek olan Türkiye’nin, bu kaynakları son derece yetersiz oranda devreye alabilmiş olması, arz güvenliğimiz ve daha bağımsız bir politika açısından önemli eksiklik ve zaaftır. Bir diğer sorun ise bu zengin yerli ve yenilenebilir kaynakları, kullanılabilir enerjiye dönüştürmede kullanılan ekipmanlarda da yüksek oranda yurt dışına bağımlı olmamız, bir diğer büyük sorunumuzdur.

ENERJİDE DAHA BAĞIMSIZ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR GELECEK MÜMKÜN MÜ?[2]

Enerji sektörü, ulusal çıkarlarımız ve kamu yararı temelinde yönetilmesi gereken, STRATEJİK bir sektördür. Bu sektördeki özelleştirmeler, enerji fiyatlarının hızla yükselmesine, plansızlığa, gereksiz yatırımlara ve ulusal kaynakların gereksiz israfına neden olmuştur. Sektördeki özelleştirmeler, birikimli ve deneyimli yerli uzmanların devre dışı kalmasına; faaliyetlerin, ağırlıklı olarak ‘‘hizmet alımı’’ yoluyla sürdürülmesine yol açmıştır. Bu stratejik sektör temel olarak, yetkin ve deneyimli yerli uzmanlarla; planlı ekonomi çerçevesinde yürütülmelidir. Enerji politikalarımızın; ekonomi, güvenlik, uluslararası ilişkiler, sanayi, çevre, tarım, ulaştırma ve eğitim politikalarıyla bütünleşik olarak planlanması ve yürütülmesi, öncelikli hedeflerimiz olmalıdır.

Belirttiğimiz gibi, Türkiye’de sürdürülebilir bir enerji geleceğinin kurulabilmesi için gereken temel unsurlardan olan yerli ve özellikle yenilenebilir kaynak potansiyeli açısından hiçbir sorun yoktur.Yerli kaynak potansiyelimizi kullanılabilir enerjiye dönüştürecek diğer temel unsurlardan bir diğeri de yerli, nitelikli, birikimli insan gücümüzdür. Türkiye bu konuda da dünya standartlarında birikime sahiptir. Bu alandaki temel sorun; bu potansiyelin, liyakatsiz, niteliksiz, bilgisiz kadroları kamu kurumlarına yerleştirmek uğruna, yetkin ve deneyimli insan gücümüzün, çeşitli zorlamalarla tasfiye edilerek, devre dışı bırakılmış olması sorunudur. Bu potansiyelin yeniden etkin hale getirilmesiyle, kaynaklarımızın etkin ve verimli kullanımı kısa sürede sağlanabilir.

Eğitim, bağımsız ve sürdürülebilir bir gelecek için bir diğer taşıyıcı sütundur. Tahrip edilen eğitim sistemi, tepeden tırnağa yenilenip, yeniden çağdaş bir eğitim sistemi kurulmalıdır. Üniversiteler yeniden özerkliğe kavuşmalı ve YÖK kaldırılmalıdır. Enerji eğitimi de dünyadaki gelişmeler, yeni enerji sisteminin temel parametreleri ve ülkemizin özgün koşulları dikkate alınarak, yeniden düzenlenmelidir.

Dünya, yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının ağırlıklı olacağı; enerji verimliliği, sürdürülebilirlik, talep tarafı yönetimi gibi kavramlara dayalı bir geleceğe yol almaktadır. Bu dönüşüm, bir geçiş süreci içerecektir. Geçiş sürecinde; salımlarının önlenmesi, fosil yakıtlarda karbon tutma ve kullanma teknolojileri, gaz hidratlar, kojen ve trijen uygulamalar, her sektörde verimliliğin arttırılması, daha az enerji yoğun sektörlere ağırlık gibi alt başlıklar öne çıkmaktadır. Bu süreç, akıl ve bilimin ışığında, ehliyetle, ulusal ve kamusal bir duyarlılıkla yönetilmelidir.

Uzun vadede ise ‘‘temiz enerjiye’’ dönüşümün kazananlarını; teknolojik yenilikler (inovasyon) ve ucuz sermaye belirleyecektir. Bunların her ikisine de sahip devletler (aktörler), 4 temel biçimde belirleyici olacaklardır: 1) Temiz enerji için küresel standartları belirleme gücü, 2) Temiz enerji arz zincirini kontrol gücü, 3) Yeni teknolojilerin gereksinim duyduğu ekipmanı düşük maliyetle üretebilme gücü, 4) Düşük karbonlu yakıtları üretme ve ihraç kapasitesi(hidrojen ve amonyak gibi).Her ikisine de sahip olamayan devletler ise mavi ithalatçı ülkeler olarak kırılgan konumda kalacaklardır.

Gelişmekte olan teknolojiler vealternatif kaynaklar konusu, politikamızın bir diğer sütunu olarak planlanmalıdır: Depolama teknolojileri (Li-ion bataryalar, pompaj depolamalı hidroelektrik, basınçlı hava ile enerji depolama, volan – flywheel, ısıl enerji depolama, süper kapasitörler, süper iletken manyetik enerji depolama, NaS/sodyum sülfür bataryalar, redoks bataryalar…), bor ürünleri (Borofen), hidrojen (griden, yeşile), amonyum, vb …alanlara yönelik AR-GE ve eğitim faaliyetleri, yeni sisteme dönüşümün yapı taşlarıdır.

Bu sürecin dinamiklerini doğru kavrayan; eğitimden kurumsal yapılanmaya, böylesi bir geleceğe göre biçimlendirilen yeni bir enerji politikası oluşturulmalıdır. Sadece stratejik kaynaklara sahip olmanın değil; bunların işlenmesinin, teknolojilerinin geliştirilmesinin, depolanmasının ve ticaretinin bütünleşik biçimde planlanması ve uygulanması, geleceğin ‘‘kazananlarını’’ belirleyecektir. Yeni ve yenilenebilir kaynakların egemen olacağı yeni dünya düzeninin yeni jeopolitiğini doğru okuyarak, fosil yakıtlardan yeni ve yenilenebilir kaynaklara geçişin gerektirdiği adımlar, gecikmeksizin atılmalıdır.

Dünya yepyeni bir enerji sistemine doğru hızla ilerlerken ve başta Çin olmak üzere, ABD, Rusya, AB gerek yeni dönemin dayattığı kaynaklara sahip olma ve gerekse bunların işlenmesinin, teknolojik atılımların, depolama ve ticaretinin kritik noktalarında (çoktandır) yerlerini alırken, iç cephesini tahkim edememiş Türkiye, bu baş döndürücü sürecin şaşkın bir seyircisi olmaya mahkumdur. İç cephenin bir araya gelebilmesinin olmazsa olmaz temel sütunları (kanımca); laiklik, antiemperyalizm, antifaşizm olmalıdır. Bu ortak paydalar, kuvvetler ayrılığında, hukukun üstünlüğünde, bilimin ışığında, devlet yönetiminde ehliyet ve liyakatın egemen kılınması hususlarında uzlaşarak pekişebilir. Kendi “kırmızı çizgilerine” bencilce saplanıp kalan yapılar ise, bağımsızlık uğruna bunca can ve emek verilen Cumhuriyetimizin çöküşünün, sadece seyircisi değil, nedeni de olacaklardır.


[1] Kıdemli Öğretim Üyesi, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Petrol ve Doğal Gaz Bölümü, TMMOB Yönetim Kurulu Üyesi

[2] BP Statistical Review of World Energy, July 2021

[3] Bu bölüm, Şubat 2022’de Sözcü Kitabevi tarafından yayınlanan çok yazarlı ve “Türkiye ve Enerji: İç Cephe Çökerse, Ülke Çöker” adlı kitap için (çağrılı yazar olarak) yazdığım kitap bölümünün son bölümünden aktarılmıştır.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir