“…Atina sitesinin otuz tirana kul olduğu gibi, eğer bir ulus savaş gücüyle tek bir kişiye kulluk etmeye zorlanmışsa, uşaklık etmesine şaşırmamalı, fakat bu durumu yaratan kazaya yakınılmalıdır; ya da daha doğrusu ne şaşırmalı ne de yakınmalı, fakat kötülüğe sabırla dayanılmalı ve gelecekte daha iyi bir yazgıya hazırlanılmalıdır.”[1]
İnsanlığın toplumsal tarihi ve teorisi, iktidar ve egemenlik ilişkilerinin tarihi ve teorisiyle eşanlamlı ve eşzamanlı olarak gelişmiştir.[2] Yöneten/yönetilen ilişkisinin ortaya çıkışı, siyasal ve toplumsal iktidarı ele geçirme mücadelesinin dolayısıyla bir “egemenlik” mücadelesinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu toplumsal mücadele içerisinde “egemenin kim olacağı”, tarih boyunca çeşitli toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal bağlamlar içerisinde değişmiş ve çeşitlilik göstermiştir.
Aydınlanma ve ulus devletler çağına kadar gücünü tanrıdan aldığını iddia eden ve kalıtımsal, soy ilişkisiyle iktidarlarının devamlılığını sağlayan geleneksel (patrimonyal) yönetim şekilleri, insanlık tarihinin uzun bir dönemi boyunca egemenin kim olacağına karar verilmesi konusunda ana belirleyici unsur olmuştur. Bunun yanı sıra, kimi zaman tarihsel koşullar içerisinde ön plana çıkan liderlerin, toplumların içerisinde bulunduğu buhran ve sıkıntılar içerisinde kişisel kahramanlıkları veya kutsallıkları gibi “karizmatik lider” özellikleri üzerinden meşruiyet kazanma ve toplumlara hükmetme arayışlarına da rastlanmaktadır. Siyaset Bilimci Max Weber’in otorite tipolojileri arasında da yer alan bu egemenlik biçimleri, aydınlanma çağıyla birlikte yerini yasal-ussal otorite biçimine bırakmaya başlamış, egemenlik gökyüzünden yeryüzüne inerek ilahi meşruiyet kanallarından arındırılmış, bireyi-yurttaşı esas alan yasal düzenlemeler gerçekleşmeye ve uygulanmaya başlanmıştır. İmparatorluklar çağından ulus devletler çağına geçiş bu anlamda yöneten/yönetilen ilişkilerinin değişimini dolayısıyla “egemen” olanın da değişimini nitelemektedir.
Egemen olanın değişimi aynı zamanda çoğunlukta bulunan yönetilen kesimlerin egemene yani iktidara olan bağlılık ve rıza ilişkilerinin yeniden üretiminin sağlanmasını da gerektirmektedir. Fransız düşünür Etienne de la Boetie’nin henüz 22 yaşında üniversite öğrencisiyken 1550 yılında yazdığı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” isimli kitapçığı, İmparatorluklar çağının egemen ve ona bağımlı toplumsal kesimler arasındaki gönüllü kulluk/rıza ilişkisini sorunsallaştıran ilk siyasi metinlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun geniş kesimleri nasıl ve hangi sebeplerle özgürlüğünü ve haklarını tek bir kişiye devredebilmektedir? sorusu üzerinden şekillenen metinde La Boetie, toplumun geleneksel yapısını (göreneklerini) ve Tiranların hükmü altında insanların çok zayıf olmalarını cevap olarak sunarken şu çarpıcı soruyla konuyu derinleştirmektedir: “Kendine ait hiçbir şeye sahip olmayarak ve rahatını, özgürlüğünü, bedenini ve yaşamını başkasının ellerine vererek yaşamaktan daha sefil bir durum olabilir mi?”[3]
Tarihsel materyalist metodolojiyle oluşturulan Bilimsel sosyalist teori, La Boetie’nin vurguladığı “insanlığın sefil durumunu”, üretim biçimi ve üretim ilişkileri üzerinde yükselen sınıf mücadeleleri içerisinden anlamamızı sağlar. Neolitik Çağ ile başlayan tarımsal devrim ve üretim araçları üzerinde hâkim sınıfların kurduğu egemenlik, iktidar ve güç ilişkilerinin doğmasını dolayısıyla egemen sınıfın bağımlı sınıflar üzerinde zora ve rızaya dayalı bir tahakküm kurmasını mümkün hale getirmiştir. Yazımız, Marksist teori içerisinde zor + rıza (hegemonya) ilişkisinin nasıl kurulduğuna dair önemli çalışmalar ortaya koymuş olan İtalyan Marksist siyaset bilimci Antonio Gramsci’nin hegemonya kuramını “rızanın inşası” bağlamında özetlemeye, ardından Türkiye’de AKP iktidarının yaklaşık yirmi yılını bu kuramsal çerçeve üzerinden analiz etmeye çalışacaktır.
Marksist perspektiften gönüllü kulluk veya rızanın inşası
Marksizm’in kurucu teorisyenleri kuramlarını sınıfsal çelişkilerin ve mücadelelerin zorunluluğu üzerine inşa etmiş, toplumun maddi koşullarını -üretim ilişkilerini ve üretim biçimlerini- toplumsal yapının ve insan bilincinin temeli olarak almışlardır.[4] Marx’a göre devletin biçimi insan bilincinin genel gelişimi veya insanların ortak iradesinden değil, üretim ilişkilerinden ortaya çıkmaktadır.[5] Buna göre; hakim ve bağımlı sınıflar arasındaki diyalektik mücadele, maddi koşulların ve dolayısıyla devletin değişmesi ve dönüşmesine sebep olmakta, bu da devleti üretim biçimini ve üretim kaynaklarını ele geçiren hakim sınıfın bir “baskı aracı” olarak bağımlı sınıfları sömürme aracı haline getirmektedir. Marx, devletin bu rolünü modern kapitalist topluma uyarlar ve emeğin üzerinde belirli bir kontrole sahip olan burjuvazinin bu gücünü devlet başta olmak üzere diğer üstyapı kurumlarına -yargı, din, kolluk güçleri vs.- doğru genişleterek proletarya üzerinde zora dayalı bir tahakküm kurulduğunu iddia eder. Engels de geç dönem eserinde[6] devletin toplumsal çıkarları farklı olan sınıflar arasındaki mücadeleleri kontrol etme ihtiyacında olduğunu ve bu kontrolün toplumdaki ekonomik olarak en güçlü sınıf tarafından uygulandığını belirtmiştir.
Marksizm’in klasik metinlerinde karşımıza çıkan bu kuramsal açıklamalar hâkim sınıfın bağımlı sınıflar üzerinde devletin zor aygıtları vasıtasıyla kurduğu baskıcı denetimi anlamamızı sağlamaktadır. Ancak insanlık tarihinde sayısız örneği görülebileceği üzere hiçbir egemen, sadece zor kuvvetine dayanarak bağımlı sınıfları denetimi altında tutamaz. Bu kapsamda çağımızın egemen sınıfı olarak burjuvazinin ve onun temsilcilerinin emekçi yığınları denetimleri altında tutan bir diğer fonksiyon olarak “rıza”yı ve gönüllü kulluğu nasıl inşa ettiklerini anlamak gerekmektedir. Marksizm içerisinde bu konuyu anlama uğraşı veren isimlerin başında İtalyan siyaset bilimci Antonio Gramsci gelmektedir.
Gramsci ve hegemonya Kuramı
Antonio Gramsci, İtalya’nın güneyinde bulunan Sardenya’nın bir köyünde 1891 yılında dünyaya gelmiştir. Sardenya bölgesi, İtalya’nın güneyindeki çoğu bölge gibi ekonomik ve toplumsal bakımdan geri kalmış bölgelerden biriydi. İtalya’nın siyasi birliğini tamamlamasıyla kapitalist burjuvazinin sömürüsüne uğrayan Sardenya bölgesindeki tarım alanları ve bu tarım alanlarını sömürmek için güneyin toprak sahipleri ile kuzeyin endüstri patronları arasında kurulan sınıfsal ittifak Gramsci’nin erken dönem düşüncelerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Lise öğrenimini Sardenya bölgesinde tamamladıktan sonra üniversite okumak için Torino’ya giden Gramsci, buradaki eğitim süresince düşüncelerini olgunlaştırmış ve geliştirmiştir. 1914 yılında İtalya’da genel oy hakkı tanınmasına rağmen emekçi kesimlerin türlü baskılara maruz kalması ve aynı yıllarda İtalyan burjuvazisinin ülkeyi I. Dünya Savaşı’nın içine atması Gramsci’nin teorik ve pratik alanda ilerlemeye başladığı yıllardır. Güney bölgesinin geri kalmışlığı üzerine geliştirdiği düşünceler ve İtalyan Sosyalist Partisi’nin burjuvazinin yanında yer alarak savaş yanlısı bir konuma geçmesi, Gramsci’yi teorik ve pratik anlamda yeni bir örgütlenme modeli arayışına itmiştir. Bu dönem çıkardığı gazetelerin yanı sıra işçi konseyleri deneyimini hayata geçirerek özellikle Torino merkezli güçlü bir işçi sınıfı hareketi örgütleyen Gramsci, İtalyan Komünist Partisi (PCI)’nin içinde yer alarak mecliste milletvekili olarak da görev yapmıştır. İtalyan işçi sınıfının en örgütlü ve en bilinçli olduğu bu tarihi aralıkta Sosyalist Parti’den ayrılarak Ulusal Faşist Parti’yi kuran Mussolini liderliğindeki faşizm de silahlı militanlarının desteğiyle yükselmektedir ve kısa süre içerisinde iktidara gelerek kendisi dışındaki partileri feshedip üyelerini hapishanelere tıkayacaktır. Kasım 1926’da Mussolini’ye karşı tertipli bir komploya karıştığı suçlamasıyla hapishaneye atılan muhaliflerden biri de Antonio Gramsci’dir[7]
İtalyan işçi sınıfının en bilinçli ve örgütlü olduğu bir anda faşizmin bu zaferini anlamlandırabilmek için devleti ve üstyapı kurumlarının işlevini İtalya deneyiminden hareketle incelemeye çalışan Gramsci, tam da bu noktada Marx’tan ileriye giderek devlet aygıtının yalnız bağımlı sınıfları dizginlemeye yarayan bir zor kullanma aygıtı olmadığını, aynı zamanda ve bundan daha önemsiz olmamakla birlikte bağımlı sınıfların rızasını alarak onlar üzerinde kültürel bir hegemonya da kuran üst bir aygıt olarak tanımlamıştır. Gramsci’ye göre hegemonya egemen sınıfların sivil toplumda bağımlı sınıflar üzerindeki ideolojik üstünlüğü anlamına gelir.[8] Hegemonya sayesinde egemen sınıf kendi kültürel ve entelektüel liderliğini, diğer bağımlı sınıfları denetimi altında tutabilmek için kullanmaktadır. Böylece Gramsci hegemonyayı, bağımlı sınıflar ile egemen sınıflar arasındaki bir ilişki biçimi olarak yorumlanmaktadır. Hegemonya, egemen sınıfın kendi dünya görüşünü ahlaki, siyasal ve kültürel alanda yerleştirebilmesinin yanı sıra bağımlı sınıfların çıkar ve gereksinimlerini de biçimlendirebilmektedir. Gramsci bu özgün kavramıyla açıklamaya çalıştığı devleti şu şekilde tanımlanmaktadır:
“Devlet, kendisi aracılığıyla yönetici sınıfın, egemenliği yalnızca haklı gösterip koruduğu değil, ama yönetimi altında tuttuklarının etkin rızasını da kazanabildiği pratik ve teorik etkinliklerin karmaşık bütünlüğüdür.”[9]
Marx’ın kapitalist toplumu anlamada ikincil plana attığı devlet Gramsci’nin eserlerinde birincil önemde bir değişken konumuna gelir. Böylelikle Gramsci, Marksizmin burjuvazinin zora dayalı baskı aygıtı olarak tanımladığı devletin sınırlarını genişleterek aynı zamanda hegemonya yoluyla bağımlı sınıfları güçsüz ve örgütsüz tutan bir baskı gücü olduğunu da literatüre eklemiştir.
Yaklaşık beş yüz yıllık geçmişe sahip kapitalist üretim ilişkileri kendi tarihi içerisinde sayısız krizle karşılaşmış, sistem kendisine içkin bu kriz özelliğinden devamlılığını sağlayacak yeni birikim rejimleri oluşturarak çıkmayı başarmıştır. Her yeni birikim rejimi, kapitalizmin yeniden üretimini ve sermayenin sınırsız dolaşımını sağladığı gibi egemen sınıfın bağımlı sınıflar üzerinde inşa edeceği gönüllü kulluk mekanizmalarını da yeniden üretmesini sağlamıştır. Örneğin, Keynesyen ekonomik modelin 1970’li yılların sonunda karşılaştığı kriz yine kapitalist model içerisinde yeni bir birikim modeli olarak neoliberal sistemle aşılmıştır. Türkiye’de AKP iktidarı tam da bu ekonomik model üzerinden yükselmiş ve kendisini tek başına iktidarda tutabilecek rıza mekanizmalarını yine neoliberal birikim rejimiyle uyumlu İslamcı bir hegemonya projesiyle sürdürebilmiştir.
Neoliberal İslamcı projenin yükselişi ve düşüşü
Özal liderliğindeki ANAP’ın 1980’li yıllarda İslami sermayeye sunduğu imkanlara karşın bu sermaye gruplarının İstanbul sermayesi olarak anılan büyük sermaye grupları karşısında güç kazanmaya başlaması esas olarak 2002 seçimleri sonrası AKP iktidarıyla birlikte gerçekleşmiştir.[10] 21. yüzyılın başında Doğu Asya ülkelerini etkisi altına alan ve 2001 yılında Türkiye’yi de vuran ekonomik kriz, Türkiye’de IMF destekli stand-by anlaşmalarının hazırlanmasına ve “Derviş Reformları” olarak adlandırılan neoliberal dünya düzeniyle uyumlu kurumsal dönüşüm adımlarının atılmasına yol açmıştır. 57. Hükümet döneminde hazırlanan bu ekonomik ve siyasal düzenlemeler paketi, 2002 yılında iktidara gelen AKP hükümetinin uzun yıllar sadık bir şekilde uygulayacağı temel program haline gelmiştir. IMF desteğiyle borçlanma ekonomisinin “balon büyümesini” arkasına alan AKP, 2002-2012 yılları arasında uluslararası ekonomik sistemin de etkisiyle ülkeyi ekonomik genişleme çevriminin içerisine sokabilmiştir. Tek başına hükümet olabilmenin avantajıyla kurumsal düzenlemeleri hızlı şekilde yasama organından geçirebilmiş, bağımlı sınıfların “rızasını” kazanabilmek amacıyla ihtiyaç kredilerine bağımlı, borçlu, geleceksiz bir toplum yaratmıştır. Bu uygulama kısa erimde emekçilerin alım gücünü arttırmış olsa da uzun erimde onları hayatları boyunca ödeyemeyecekleri borçların altına sokmuştur. Bu kapsamda 1980 sonrası yükselen İslamcı sermayenin önü açılmış, neoliberal birikim rejimiyle uyumlu bir İslamcılaştırma projesi AKP ve sermaye kesimleri arasında kurulan ittifaklarla uygulama sahası bulabilmiştir.
AKP’nin tek başına iktidara gelişi, ekonomik krizin siyasal krizle katmerleştiği bir organik kriz ortamında geleneksel partileriyle bağlarını koparan geniş toplumsal kesimlerin öfkesine hitap edebilmesiyle mümkün olmuştur.[11] Şerif Mardin öncülüğünde akademik çevrelerde başlayan ve 12 Eylül sonrası zamanla siyasal alandaki aktörlerin söylemlerini de etkileyen merkez-çevre kuramı, Türkiye’de “elitist-kurucu-Kemalist yapı” tarafından sistem dışında bırakılmış muhafazakar kesimlerin, dolayısıyla çevrenin, merkeze taşınması olarak yorumlanmıştır. Bu kuramsal okuma çerçevesinde AKP ve onun temsil ettiği toplumsal kesimler, Türkiye’de demokrasinin gelişmesindeki en büyük engel olarak görülen “bürokratik-Kemalist vesayetçi yapı (merkez)” karşısında demokrasinin en önemli aktörleri olarak kabul görülmüş ve farklı ideolojik çevreler tarafından desteklenmiştir.[12] Öyle ki, İslamcı-muhafazakâr çevreler kadar liberal ve sol liberal çevreler de bahsedilen kuramsal okuma çerçevesinde AKP’nin iktidara gelişini yeni bir “devrim” sürecinin başlangıcı sayan yayınlar ortaya koymuşlardır.[13] Temel olarak Türkiye’de modern devlet yapısının çözülüşü bağlamında Cumhuriyet rejiminin tasfiyesi AKP liderliğindeki bu ittifak bloğu eliyle gerçekleştirilmiştir.
Özetle tüm bu süreç, AKP’nin neoliberal İslamcı hegemonya projesini uzun yıllar uygulayabilmesini ve arka arkaya girdiği seçimlerden başarıyla ayrılabilmesini mümkün kılmıştır.
2008 yılında ABD borsalarında başlayan finans krizi neoliberal birikim rejiminin sonuna gelindiğinin tescili olmuştur. Özellikle ABD Merkez Bankası (FED)’in 2013 yılında açıkladığı karar Türkiye başta olmak üzere küresel Güney ülkelerinin ciddi bir ekonomik daralma içerisine girmelerine ve bağımlı büyüme dinamiklerinin olumsuz etkilerini daha fazla hissetmelerine yol açmıştır. Yıllardır iktidar tarafından kullanılan “büyüme anlatısı” bu süreçten sonra sürdürülemez olduğu gibi iktidarın ittifak tercihleri arasındaki kırılganlıklar da artmaya başlamıştır. Fethullahçı çete ile AKP arasında başlayan kavga, liberal ve bölücü siyasal aktörlerle yaşanmaya başlayan ayrılıklarla devam etmiştir.
Geldiğimiz noktada, Türkiye, AKP eliyle ekonomik ve siyasal krizin birlikte yaşandığı bir organik kriz ortamının içerisine sürüklenmiştir. AKP’nin Cumhuriyet rejimini tasfiye amacıyla uzun yıllar uyguladığı neoliberal İslamcı hegemonya projesi iflas etmiştir. Toplum nezdinde rıza unsurunu kaybeden AKP, elinde tuttuğu devletin zor aygıtlarına daha fazla yaslanmaya başlamış, toplumsal meşruiyetini kaybettikçe siyasal ve ekonomik baskısını emekçi kitleler üzerinde daha fazla kullanır hale gelmiştir. Ancak yazımızda ifade ettiğimiz gibi; hiçbir egemen/iktidar sadece devletin zor aygıtlarını kullanarak iktidarının devamlılığını sağlayamaz. Tüm insanlık gibi Türk milleti de buradan ancak halkçı-kamucu bir ekonomik model ve devrimci bir programla çıkabilir. Kemalist Devrimin tarihsel birikimini emekçi halkın talep ve çıkarlarıyla buluşturabilen bir siyasal mücadele hattı günümüz bunalımından çıkış için bir siyasal tercih olmaktan ziyade bir zorunluluk haline gelmiştir. Geleceğin sınıfsız, imtiyazsız, uyumlu Türkiye’sinin yolu bu programın başarıya ulaşmasından geçmektedir. Bu kapsamda Le Boetie’nin eserinde yer verdiği ifadeyle bitirelim:
“…ne şaşırmalı ne de yakınmalı, fakat kötülüğe sabırla dayanılmalı ve gelecekteki daha iyi bir yazgıya hazırlanılmalıdır.”
KAYNAKÇA
- Aytürk, İlker (2015) “Post-Post Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim (319), 34-48.
- Boetie, Etienne de La, (2018) Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Yayınları.
- Carnoy, Martin, (2015) Devlet ve Siyaset Teorisi, Dipnot Yayınları.
- Engels, Friedrich (1977) Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları.
- Gramsci, Antonio (1983) Aydınlar ve Toplum, Örnek Yayınları.
- Gramsci, Antonio (2014) Hapishane Defterleri, Belge Yayınları.
- Hoşgör, Evren (2014) İslami Sermaye. Balkan, Neşecan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü (Der.), Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP (İstanbul: Yordam).
- Laçiner, Ömer (2002) DP, ANAP ve Sonunda AKP. Birikim, Kasım-Aralık.
- Mann, Micheal (2012) İktidarın Tarihi, Cilt 1, Ankara, Phoenıx.
- Marx, Karl (1979) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları.
- Yıldırım, Deniz (2010) 2001 Krizi Sonrasında Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin Doğuşu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayımlanmamış Doktora Tezi).
[1] Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, İmge Yayınları, 2018, s.19.
[2] Micheal Mann, İktidarın Tarihi, Cilt 1, Ankara, Phoenıx, 2012, s.11.
[3] Etienne de la Boetie, a.g.e, s.55.
[4] “ İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, tam tersine, bilinçlerini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.” Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1979, s.25.
[5] Martin Carnoy, Devlet ve Siyaset Teorisi, Dipnot Yayınları, 2015, s.69.
[6] Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 1977, s. 237.
[7] Antonio Gramsci, Aydınlar ve Toplum, Örnek Yayınları, 1983, s.10.
[8] Carnoy, a.g.e., s.95.
[9] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, 2014, s.244.
[10] Evren Hoşgör, İslami Sermaye. Balkan, Neşecan, Erol Balkan ve Ahmet Öncü (Der.), Neoliberalizm, İslamcı Sermayenin Yükselişi ve AKP (İstanbul: Yordam), 2014, 215-251.
[11] Deniz Yıldırım, 2001 Krizi Sonrasında Bir Hegemonya Projesi Olarak AKP’nin Doğuşu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010 (Yayınlanmamış Doktora Tezi).
[12] İlker Aytürk, “Post-Post Kemalizm: Yeni Bir Paradigmayı Beklerken”, Birikim (319), 2015, 34-48.
[13] Ömer Laçiner, DP, ANAP ve Sonunda AKP. Birikim, 2002, Kasım-Aralık, 11-20.