Hangi Kültürün Vizyonu

ŞİİRLE İKTİDAR

(…)

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili”

Abdullah Gül’ün ardından Cumhurbaşkanı seçildiği 2014 yılındaki seçim kampanyası için hazırlanan videoda genç yaşlı, erkek kadın, coşku ve umut dolu insanların ülkenin dört bir yanından getirdiği Cumhurbaşkanlığı forsunun yıldızlarını sarayın kapısına çakarken Recep Tayyip Erdoğan, bu dizeleri okuyor. Hemen ardından Anıtkabir’in Aslanlı Yol’unu andıran bir mekânda sarayın bahçesine açılan demir kapıdan önde Erdoğan, arkada yoğun bir kalabalık saraya giriyor. Hasan Mutlucan’ınkini andıran gür ve tok bir ses: “Cumhur, başkanını seçiyor; Türkiye’nin gücüne güç katıyor…” diyor ve “göklerden gelen karar”, Recep Tayyip Erdoğan’a “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer” armağan ediyor! 

Yukarıdaki dizeler Erdoğan’la aynı mahalleden Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” adlı şiirinden. Onlar aynı mahallenin sakinleri, ama aralarında İslam’ı anlama ve yaşama bakımından İhvancılığın kurucusu Hasan el Benna ile Vahhabiliğin önderi Muhammed bin Abdülvehhâb kadar mesafe var. Yine de şiirden beklentileri hiç benzemese de şiir ortak paydaları, onları AKP’nin kültürel vizyonuna da bakan bu yazıda bir araya getiriyor.

Erdoğan’ın seçim kampanyasında kullandığı logo, onun kültürel köklerini değilse de kültürel kaynaklarını göstermeye yetiyor.

Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi yaşamında genel olarak sanat ve edebiyatın değil, ama özel olarak şiirin önemli bir yeri var. Bu yerin önemi ne yazık ki onun şiir bilgisi ve estetik kavrayışını fazlasıyla aşıyor. Bu önem ve bilgi arasında bir denge bulunsaydı, ki bir şeyi önemsemek onunla ilgili bilgiye sahip olmak, ona ait bilgi üretmek demektir, 1997’de Siirt’te Ziya Gökalp’in şiiri diyerek topluluk önünde okuduğu,

“Minareler süngü, kubbeler miğfer,

Camiler kışlamız müminler asker;

Bu ilahi ordu dinimi bekler,

Dillerde tevhit Allahû Ekber.”

dizelerinin şiir değil, manzume, yazarının da Ziya Gökalp değil, Mehmet Cevat Örnek olduğunu bilirdi. Üstelik Cevat Örnek’in biyografisinde bu dizeleri hiç de ilahi bir ima ile yazmadığı açıklanmıştı: “Bir ramazan ayında iş çıkışı oğlu Ümit Örnek ile birlikte durakta beklerken caminin minarelerini süngüye, kubbelerini de miğfere benzeten oğluna, bunu eve gidince kaleme alacağını belirtip bu şiiri yazmıştır. Şiir bir teşbih sanatından ibarettir, hiçbir dini veya siyasi çağrışım amaçlı değildir.” (http://mehmetcevatornek.com/oz-gecmis)

Bizce okuduğunun içeriği nedeniyle değil, bir edebiyat mahkemesi kurulup şiir bilgisi ve beğenisinin yetersizliği nedeniyle cezalandırılması daha makul görünen Erdoğan’ın bu şiirli çıkışı, yerel siyasetten genel siyasete geçişinin başlangıcıydı. 1994’te Refah Partisi’nin adayı olarak İstanbul Belediyesi’ni %25 küsurluk bir oy oranıyla kazanmıştı, ama üç yıl sonra bu ona yetmemiş olmalı ki böyle bir çıkış yapma gereksinimi duydu. Kalabalığa okuduğu bu manzume ve ardından söyledikleri nedeniyle 10 ay kadar hapis cezasına çarptırıldı ve bu sayede yerel yöneticilikten genel siyasete güçlü bir giriş yaptı. O günden sonra da Erdoğan sanatsal değilse de şiirle popülist politika pratiğine dayanan çıkar ilişkisini bir daha kesmedi. Ancak promptersiz konuşmalarında şiirle manzumeyi, şiirlerin yazarlarını ve şairlerin adlarını birbiriyle karıştırmaya devam etti. 

“İlahi Ordu” başlıklı manzumeden aldığı hızla cezaevinden çıkınca “Bu Şarkı Burada Bitmez” başlıklı 7 şiir artı 1 şarkılık kaset yaptı. Arabesk formda içe işleyen bir sesle Necip Fazıl Kısakürek’in uyaklarını Erdem Bayazıt’ın özlemine, Nurullah Genç’in düşlerini İbrahim Sadri’nin “hissiyat”ına kattı. Teoman Alpay’ın sözlerini yazdığı “Samanyolu” şarkısıyla Fethullah Gülen’i de selamladığı kaset, 1 milyon satışla yayımlandığı 1999 yılının hit albümü oldu.

İKTİDARSIZ SANAT

Ancak siyasi vizyonunu önemli ölçüde şiirle yarattığı mağduriyete borçlu olan İslamcı bir siyasal akımın önderi, nasıl oldu da 2017’de gözde vakıflarından Ensar’ın Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada “Biliyorsunuz, siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir, sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz, hamdolsun siyasi iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” biçiminde bir serzenişte bulunabildi? 

Sorunun yanıtını, konuyu daha fazla özelleştirip kişiselleştirmeden birkaç adım geri çekilip daha panoramik bir çerçevede arayabiliriz. Evet, siyasal iktidarını 14 yıl boyunca pekiştiren İslami bir akımın temsilcisi olan AKP, belki sosyal alanda inanç temelli bir iktidarı az çok inşa edebilmiş (Bkz. cuma mesajları istatistikleri), ama kültürel alanda hele sanat üretiminde etkili bir yön yaratamamıştı; o alan hâlâ aydınlıktı! Bunun nedeni, genel olarak iktidar-sanat, özel olarak da din (İslam)-sanat ilişkisinin, temelde sorunlu bir ilişki olmasıydı kuşkusuz.

İktidar-sanat ilişkisinin sorunlu olması, Platon’un sanatı önemsizleştirerek yaptığı ‘ideaların taklidinin taklidi’ biçimindeki sanat tanımından değil; onun değiştirici, dönüştürücü ve yaratıcı doğasından kaynaklanıyor. Bu nedenle sanatın doğası gereği devingen yapısı, onun dinsel ve siyasal sitemlerin kural koyucu, katılaştırıcı niteliğiyle uyumlulaşması beklenemez. Uyumlulaşırsa sanat olmaktan çıkar, çok çok gelenek içinde biçimlenen ve usta- çırak ilişkisiyle öğrenilen zanaat olarak varlığını sürdürür. Oysa Cemal Süreya, şiirin (sanatın da M.P.) adamı rahatsız etmesi gerektiğini söylüyor (Pazar Postası, 1958). Kendisi söylemese de sanattan rahatsız olması gereken üç adam sayabiliriz sanıyorum. Rahatsız olacak ilk adam, sanatçının kedisi olmalıdır, yoksa sanatının etkin öznesi olarak arama, kurma çabasını ve yaratıcılığını yitirir. Sanattan rahatsızlık duyacak ikinci adam okurdur, zira şiir onun kalıp algılarına ve önyargılarına saldırmaktadır. Üçüncüsü de iktidar sahibi adamdır (her türlüsü M.P.) ki, nedenini yine şairin kendisi söylemiştir: “Şiir anayasaya aykırıdır!” (Papirüs, 1961)

Şairin aynı yazısında, “Şiir alışkanlıklara karşı bir yaylım ateştir. Bu yaylım ateş şiirin konusunda olduğu kadar diyalektiğindedir.” dediğine bakılırsa burada sözü edilen “anayasa” hem şiirin kendisinin hem de toplumsal kurulu düzene ait olan bir anayasa olmalıdır. İktidarın korumasındaki anayasaya aykırılık, ister istemez iktidarın kendisine yönelir. Yönelince de sanat iktidar tarafından mümkünse uysallaştırılır ki o zaman sanat olmaktan çıkar, değilse sosyal ve siyasal alandan sürülür.

AKP OPORTÜNİZMİ

İktidar ararken veya onu bir üst düzeye taşırken liberal bir takiye ile sanatı sahiplenen AKP, gerici ideolojisi gereği “Kemalist modernizmle” hesaplaşırken sanatı bu hesaplaşmada kullanabileceği eleştirel işlevine indirgemeyi bilmiştir. Özetle iktidarın tırnak içinde yazılan sanatla kurduğu ilişki, karşılıklı bir çıkar ilişkisinden ibarettir. Meşruiyetini ararken kendisine güç veren tırnak içindeki sanatçıya desteğini esirgememiş, karşısında duran sanatçıyı yok saymıştır. Sanat ve sanatçı adına toplum önüne koya koya Cengiz Kurtoğlu, İbrahim Tatlıses, Orhan Gencebay, Yavuz Bingöl’leri koyabilmiştir. Öte yandan meşruiyetini ve iktidarını desteklemeyen sanatçıların konserlerini iptal etmiş, onların katılacağı festivalleri yasaklamıştır. 

Kindarlar, dindarlıkla anneleri bile bölüyor.

Recep Tayyip Erdoğan, 2012 Şubat’ında Başbakan ve AKP Genel Başkanı olarak Necip Fazıl Kısakürek’in Mustafa Kemal Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sine karşı yazdığı alternatif Gençliğe Hitabe’si üzerinden AKP’li gençlere seslenirken “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik istiyorum.” demiş, kültürel vizyonunun hedefini ortay koymuştu. Daha sonraki yıllarda da tekrarlanan bu vizyonun hedefinin ekonomi, eğitim, hukuk, siyaset, kültür… her alanda paranteze alınan Cumhuriyet olduğu herkesçe malumdur. Nihayet bir yıl sonra 2013’te gençlerin önderliğinde, geniş ittifaklı Gezi eylemleriyle vizyona cevap verilmiş, eylemler kolluk kuvvetlerinin orantısız karşılığıyla bastırılabilmişti.  

Geçtiğimiz yüzyılın başında bu topraklarda yaşanan Anadolu aydınlanmasına karşın böyle bir gericilik nasıl iktidar olabilmişti peki? Açımızı biraz daha genişletip bakarsak, ikinci bin yılın başında AKP’yi iktidara taşıyan oportünizmin, kapitalizmin önceki yüzyılın ortalarında yaşadığı kültür krizinin Türkiye’deki tezahürüyle yakından ilgili olduğunu görebiliriz. 

KAPİTALİZMİN KÜLTÜR KRİZİ

15. yüzyıldan 16. yüzyılın sonlarına kadar köyde, kasabada ve mahallede yaşayan insanın zihinsel tasarımında ekonomik ve sosyal ilişkileri mekân, aile ve iş bütünlüğü içinde gerçekleşiyordu. Bu, birey olarak insanı da bütünlüklü kılıyordu. Matbaanın icadıyla bilginin geniş kitlelerce paylaşılmaya başlandığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insanın merkeze alındığı (hümanizm), kısacası Orta Çağ’dan kopuşun yaşandığı bir dönemdi bu. 17. yüzyılda René Descartes’in “Düşünüyorum, öyleyse varım.” veciziyle yaptığı Kartezyen “özne” vurgusu, modernizmin üç ayağından biri olan “birey”i kuruyordu. İkinci ayak, Max Weber’in deyişiyle dünyanın büyüsünü bozan “akıl” olacaktı. Üçüncü ayak ise “ilerleme”ydi.

Bilimsel, sosyal koşulların bilinen gelişmesiyle yaşanan sanayi devrimi, üretimin merkezileşmesine ve kapitalizmin güçlenmesine neden oldu. Kapitalizm öncesinin “tezgâh” üretimi ve “dükkân” ticareti, yerini “fabrika” üretimine ve birden çok dükkânın bir arada olduğu “çarşı pazar” ticaretine bıraktı. Bırakınca da iş ve aile hayatı önemli ölçüde ayrıştı. Merkezileşme şehir yaşamını güçlendirirken farklı sosyal tabakaları bir arada tutacak, toplumsal ilişkilerin aksamadan yürümesini sağlayacak, farklı düşüncelerin çatışmadan işleyişini zemin olacak toplumsal bir uzlaşıya gereksinim vardı. Bu uzlaşı gereksinimi akıl ve bilim paydasından karşılanabilirdi.

19. yüzyıl, toplum, aile, birey üzerinde akıl ve bilim ile kurulmuş bir hukukun toplumlar, kurumlar ve bireyler arasındaki ilişkilerin nispeten sorunsuz yürütüldüğü bir yüzyılıydı. Modernizm, kapitalizmin yarattığı bu iktisadi, sosyal ve kültürel koşullarda yükseldi, güçlü ulus devletler ortaya çıktı. Artık insanlığın önemli gereksinimleri devlet, yasa ve bilim yoluyla çözülebiliyordu. Eğitim kurumları gelişip yaygınlaşmıştı. Demokrasi, liberalizm, Marksizm gibi “büyük anlatılar” bu zeminde doğdu.

Postmodernizm, yanılsama yaratarak gerçeklik algısını değiştirir.

Bu arada kapitalizm, biri 1873 Viyana Borsası’nın çöküşü, diğeri 1929 “Büyük Bunalım” olmak üzere iki büyük iktisadi kriz yaşadı. 20. Yüzyılda dünya iki büyük paylaşım savaşına sahne oldu. İnsanların ihtiyaçlarını karşılama, refah ve boş zaman beklentileri hüsranla sonuçlandı. Şehirler kalabalıklaşıp metropolleştikçe insanın yalnızlığı arttı. Çarşı pazarın yerini tüketim manipülasyon merkezleri olan AVM’ler aldı. Öte yandan seri üretimin ve durmadan tekrar eden iş yapma mekanizmalarının bir parçasına dönüşen çalışanlar, işlerine ve kendilerine yabancılaşırken sistemin iş bölümüyle getirdiği uzmanlaşma, insanın diğer alanlardaki cahilliğini artırdı. Beri yandan günümüzde kitap, gazete ve radyo/televizyonun tek merkezli organize bilgi kaynağı, internetle birlikte atomize olarak gerçeklik algısını tümüyle değiştirip “Post Truth”u (Gerçeklik Ötesi) egemen kıldı. İnsana, topluma ve gerçekliğe ait bütünlüğün akıl, siyaset ve bilim yoluyla sağlanabilme olanağı terk edildi. 

Bu, kapitalizmin yaşadığı kültürel bir krizdi. Krizin merkezinde parçalı ve belirsizliklerle dolu, “postmodern” terimiyle adlandırılan bir dünya algısıyla ve yeni bir anlam arayışı doğdu. Modernizm karşıtı bu algı ve onun ifade biçimlerini, özellikle kıta felsefecilerinin bir kısmı dil ve edebiyat çözümlemeleri içinde temellendirmeye çalıştılar. Onlar kendilerine “postmodernistim” demiyorlardı, ama bütün “büyük anlatılar”ı yapısöküme uğratıp yapbozun parçaları gibi anlamsız kılıyorlardı. İnsan, toplum, tarih, dil ve anlam gibi tüm bütünlüklü yapılar, her şey silikleşiyor, derin bir belirsizliğin içinde kayboluyordu. Toplumlar dağılıyor, alt kimlikler üst kimliklerin önüne konuyor; kurumsal değerler referans olmaktan çıkıyor, özetle modernizmin üç ayağı birey, akıl ve ilerleme birlikte çöküyor; birey “biz”in, akıl “duygu”nun, gelecek “şimdi”nin içinde eriyordu…

İKTİDAR İÇİN SANAT

Kapitalizmin bu kültürel bunalımını Avrupa 1960’larda yaşamaya başlamıştı. Ülkemizde etkileri, ilk olarak 1980’lerin başında modernizm karşıtı İslamcı yazarlarda bir karşılık buldu. Modernizmin, kendi inanç ve düşüncelerine bir saldırı olduğunu kabul eden ve yine bu yıllarda Turgut Özal’larla başlayan ekonomik liberalleşmeden beslenen siyasal İslamcı AKP, kültürel ve siyasal bir oportünist tavıtla, postmodernizm ile liberalizmin olanaklarını iyi değerlendirdi. Emperyalizmin ve “Kemalist modernizm”le mesafeli olan kimi alt kimliklerin siyasal temsilcilerinin, İslamcıların, liberal sol çevrelerin desteğini alarak 2000’in ilk yıllarında iktidar oldu. 

İktidarda 10 yılını, içerde liberallerin desteği, dışarıda BOP eş başkanlığının hayali ile ABD’nin ve AB’nin uyum yasalarının umut dolu “Al gülüm, ver gülüm.” politikaları sayesinde sorunsuz geçirdi. Ancak Cumhuriyetin hassas noktalarına fazlaca dokunmaya başlayınca Gezi eylemlerinde aldığı darbeyle yüzündeki takiye maskesini düşürdü. O yıl, İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşcu, bir toplantıda yaptığı konuşmada, “…diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak.” dedi ve AKP’nin artık kendi ajandasına döndüğünü de duyurmuş oldu.

Bu esas olarak kültürel bir ajandaydı ve Erdoğan’ın çantasındaydı kuşkusuz. 2011’de “Hasan Harakani’nin türbesinin yanına bir ucube koymuşlar. Oradaki tüm vakıf eserlerinin, o sanatkârane eserlerin olduğu yerde böyle bir şey olması düşünülemez.” demiş, Kars’ta bulunan İnsanlık Anıtı’nı hedef almıştı. Bir yıl sonra ise devlet tiyatrolarının özelleştirilmesine karşı çıkanları şöyle terslemişti: “Soruyorum, yahu siz kimsiniz? Bu ülkede tiyatro sizin tekelinizde mi? Geçti o günler. Artık despot aydın tavrıyla parmağınızı sallayarak bu milleti küçümseme, bu milleti azarlama dönemi geride kalmıştır.” Ardından Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Mustafa İsen söz alarak, “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını, yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.” demişti. Bunu duyan İskender Pala, Zaman gazetesindeki köşesinde bir “Muhafazakâr Sanat Manifestosu” yayımlamıştı.

Yedi Güzel Adam: Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, Mehmet Akif İnan, Alaeddin Özdenören ve Ali Kutlay 

Recep Tayyip Erdoğan’ın kültürel iktidarsızlık yakınmalarına bunlar da çare olmadı. Kültür Bakanlığı’nın 2016’da düzenlediği III. Milli Kültür Şûrası’na “kültürel iktidar” tartışmaları yön verdi. Şûraya katılan Erdoğan, kültür dünyasının gelişmesi için yeni bir ruha ihtiyaç olduğunu söyledi ve şûranın ardından hazırlanacak raporun bizzat takipçisi olacağını belirtti. Kültür Bakanı Nabi Avcı’ydı, onun imzasıyla yayınlanan raporda “Kültür politikalarının artık ‘ulus-devlet’ kavrayışını aşacak bir şekilde dizayn edileceği” yazıyordu. Oysa tarihte “Sanat toplum içindir.” ya da “Sanat sanat içindir.” tartışmaları yaşanmış; ama bunun “Sanat iktidar içindir.”  Biçiminde bir argümanına hiç tanık olunmamıştı!  

AKP iktidar oldukça kültürel olarak da muktedir olacağını sanıyordu, ama yukarıda da söylediğimiz gibi, kültür-iktidar ilişkisi hiç de sandıkları gibi değildi. Yine de bu ilişkiyi kendi yararlarına çevirmek için kullanabilecekleri iki olanak vardı: İktidar nimetleri ve iktidar sopası. Millî Eğitim Bakanlığı’nın İslami vakıflarla imzaladığı protokoller, Diyanet İşleri Başkanlığının Cumhuriyet’i ve önderlerini hedef alan saldırıları, yandaş rektör atamaları ve yenilerine yer açmak için kasabalara kadar üniversiteler kurmak veya var olanları bölmek ya da rektörlerini değiştirmek iktidar nimetlerini; konserleri, festivalleri yasaklamak, pandemi gibi sosyal gerekçelerle türlü sanat etkinliklerini engellemek, sanatçıları hedef göstermek, sanat eserlerini ucube, ahlaksız gibi sıfatlarla nitelemek, kadınların kıyafetleri, doğuracakları çocuk sayısı, çocukların evlenebilecekleri yaş konusunu belirlemekse iktidar sopasını örneklendiriyordu.

Şimdi AKP, Sabah, Akşam, Hürriyet, Milliyet, Yeni Şafak gibi gazeteleri; Cins, Lacivert, Nihayet, Hacamat, Misvak, Derin Tarih gibi dergileri, TRT’ler, ATV, Kanal D ve diğer yandaş televizyonlarıyla, bu televizyonlarda yayına koyduğu programları, Diriliş: Ertuğrul, 7 Güzel Adam, Payitaht Abdülhamid gibi daha birçok diziyle Cumhuriyet’in aydınlanmacı kültürü yerine İslami kültürü inşa etme ve bu inşanın iktidarını kurma mücadelesine devam ediyor. Fatih Belediyesi ve Klasik Türk Sanatları Vakfı iş birliğiyle “Senin Sanatın Var” başlığı altında düzenlenen bienalin açılışında Erdoğan, “On yıllar boyunca kültür ve sanat alanına hâkim olan, adeta burayı kendi arka bahçeleri gibi gören zümrenin tahakkümüne son verdik… Sadece belli sanat dallarının himaye edildiği, belli sanatçıların desteklendiği eski düzeni biz tamamen değiştirdik.” diyor; ama işte bu sanatçıları biz yetiştirdik şu ürünler onların eseridir diyemiyor, yani yıktığının yerine bir şey koymadıklarını, koyamadıklarını itiraf ediyordu. 

EKSEN KAYMASI

Muhafazakâr sanat çağrısı temelsiz ve boştur, sanat muhafazakâr olamaz, bu onun doğasına terstir. Biat eden, statükocu sanat olmaz, sanat, aykırılık ve çatışmadan beslenir. Albayrak Medya Grubu, “yerli millî” kültürün amiral gemisi olarak muhafazakâr bir sanat için çırpındıkça muhafazakâr sanatçıları değil, muhafazakâr sanat pazarlamacılarını yanında bulmaktadır. Bir “kültür kanalı” olarak TRT2, sinema, müzik, edebiyat programlarıyla “uzlaşmacı” bir tavır sergilemekte, ancak dikkatli bakıldığında bu tavrın öncelikle liberal solun düştüğü bir tuzaktan ibaret olduğu görülmektedir. 

Son TÜİK verilerine göre ülkemizdeki kültür harcamaları, 2021 yılında önceki yıla göre yüzde 31,8 artarak 79 milyar 530 milyon 334 bin lira olmuştur. Bu demek oluyor ki 85 milyon nüfuslu Türkiye’de, kişi başı yıllık kültür harcaması 1000 lira, aylık 83 lira, günlük ise sadece 2,7 lira. Bu harcamaların sadece %30’unun kitap, müzik ve kırtasiye gibi entelektüel kültür gereksinimleri, %70’ininse televizyon, iletişim araç ve tamiri için yapıldığını da eklemeliyiz ve tabi 80 kuruşa hangi gazeteyi, hangi kitabı alabileceğimizi, hangi konsere gidebileceğimizi de.

Pablo Picasso, Guernica’da kapitalizmin siyasal krizi olan faşizmi betimliyor. 

Son olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Türkiye Yüzyılı” toplantısında yaptığı konuşmada “Gelin yüzümüzü hem Doğu’ya hem Batı’ya; ama asıl doğruya doğru dönelim.” dedi. Batı kapitalizmi, 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın ilk yarısında yaşadığı iktisadi krize, kamu sermayesini özel sermayeye aktarmak gibi liberal önlemlerle çözümler aradı. Ancak Batı’nın geç kapitalizminin ürettiği kültürel bunalım, 500 yüzyıllık Batı merkezli uygarlığı sarstı. Eksen değişiminin Asya yönünde olduğu artık bir varsayım değil, genel kabuldür. 

Eksen kayması, bunalımdan etkilenen tüm toplumlar için Çin, Hindistan gibi ülkelerin iktisadi, siyasal ve kültürel kamuculuğu zengin olanaklarla doludur. Kapitalist modernizmin kültür krizi çözümünü de içinde taşıyor: Sosyalist modernizmin kültürü! Yenilenme ve ilerleme modernizmin bize bıraktığı en köklü mirastır. Türkiye, buradan aşama aşama gerçekleştireceği devrimsel dönüşümlerle yüz yıl önce inşa ettiği bağımsızlıkçı bir siyaseti, halkçı bir ekonomiyi ve aydınlanmacı bir kültürü yeniden, bugünün dünya koşullarından ve yaşadığı yüzyıllık bir deneyimden öğrenerek kurabilir.  Ama bu defa sosyalistlerin önderliğinde, çünkü kapitalizm krizde…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir