İşçi Sınıfının İdeolojik, Siyasal, Sayısal Ve Örgütsel Önemi

İşçiyi tek başına birey olarak ele aldığınızda, büyük kısmı ortalama özellikler taşır, sıradan, hatta geri tepkiler verir kimi durumlarda.
Ancak aydınların çoğu da sıradan davranışlar sergiler. Örneğin seçimde partisi beklediği miktarda oy almamışsa, milletin büyük kısmı, daha çok da işçiler sorumludur, hatta suçludur. Onun eğitim seviyesi, anlama yetisi ve daha birçok şeyi gündeme gelir. Günah keçisidir artık. Kendine batırmaz aydın iğneyi. “Ben nerede yanlış, neyi eksik yaptım” diye düşünmez. “Olgunlaşmayan şeyler mi var” diye de merak etmez. Bir işçiye selam vermekle, bir grev çadırını ziyaret etmekle, hemen değişebileceğini sanır. Beklenen hızda olmayınca değişim, başı belaya giren işçiye, işten atılana, eyleme mecbur kalana, hatta canından bezip intihara kalkışana bile, “oh olsun” diyebilir.
Hemen her seçimden sonra aydınların salgın halinde yakalandığı hastalık böyle bir şeydir. “Oh Olsun” hastalığı.
Oysa işçinin başka sınıf ve tabakalarda olmayan öyle meziyetleri vardır ki, Marx’ın, “dünyanın büyük değişimine onların önderlik edeceği, kendisi ile birlikte ezilen bütün sınıf ve tabakaları da kurtaracağı, hatta toplumun, insanlığın ilerlemesinin motoru olacağı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın, insanlığın büyük cennetinin kapısını onların açacağı tespitini haklı çıkaran özellikler…
Kendi ülkemizin pratiğinden bu özellikleri defalarca yaşadık. Bir kısmını birlikte inceleyelim.

EN BÜYÜK SINIF
Türkiye’de işçi sınıfı, kamu ekonomisi ile gelişti, devletçiliğin olanakları ile serpildi.
1920’lerde işçi sayısı 100 bin dolayında idi. 1921 Sanayi Sayımı’nın da saptadığı budur.
Köylü, esnaf, sanayici, tüccar… 2022 Türkiye’sinde ise, köylü, esnaf, sanayici, tüccar gibi işçi sınıfı ile birlikte toplumu oluşturan sınıf ve tabakaların hepsinin toplamından bile daha kalabalıktır.
Bu sınıf ve tabakaların hepsinin toplamından bile kalabalıktır.
2021 yılı Aralık ayında SGK’ya kayıtlı işçi sayısı 16,2 milyondur. 2021 yılı Temmuz ayı verilerine göre kamu çalışanlarının sayısı 2 milyon 658 bin 555’dir.Sözleşmeli personel ile birlikte işçi sınıfının toplam sayısı 21 milyona yaklaşmaktadır.
Öte yandan TÜİK, 2021 yılında kayıt dışı işçi sayısını yüzde 32 olarak saptamaktadır.
TÜİK’in Mayıs 2022 Hanehalkı İşgücü Araştırması sonuçlarını yorumlayan DİSK-AR, Geniş tanımlı işsizlik oranının yüzde 22,7 ile 8.4 milyon kişiye ulaştığını saptamaktadır.
Bütün bunlar, Türk toplumun ezici çoğunluğunun işçilerden oluştuğunu göstermektedir.
O halde toplumu umursayan herkesin en fazla işçi sınıfına kafa yorması gerektiği ortadadır.

BÖLÜCÜLÜĞÜN VE GERİCİLİĞİN PARATONERİ
Daha fazla sömürü için kör bir rekabete sokulan işçide, bireyci ve kaderci eğilimler de yeşerir. Sağ partilerin durgun işçi kitlelerini avlayabilmesi de bu sayede olmaktadır.
Çalışma arkadaşıyla dar ortamlarda kimseyle olmadığı kadar zaman geçiren, birbirinin zıttı iki değeri biriktirir, üst üste koyar. Bir yanda kolektif üretimin büyük sonuçlar yaratan pratiğini, öte yanda kör rekabetin bireyciliğini ve kaderciliğini. Birinin gelişmesi ötekinin aleyhine olmakla birlikte, durgun zamanlarda gerilikler ve kadercilik, dalganın kendini gösterdiği zamanlarda yaratıcılık, üretkenlik, paylaşımcılık, dayanışma, kendine ve sınıfına güven yükselişe geçer.
İzbe ocaklarda, robotlaştıran bantlarda, demiri eriten fırınlarda daha çok da farkına varmadan biriktirilen enerji, açığa çıktığında sadece kendisi için değil, büyük kitleler için umuttur artık.
Vakti zamanı gelinceye kadar biriken potansiyel bilinç, ilerlemenin dinamiğini barındırmaz sadece. Sınıfı birlikte tutan harçtır, ulusu bir arada tutan çimentodur artık.
Denebilir ki, ABD ve AB emperyalizminin ve PKK’nın milletimizi etnik ve dini olarak parçalamak, üniter devleti dağıtmak yönündeki 40 yılı aşan süredir gösterdikleri çabalarının boşuna olmasının toplumsal sebebi milletimizdeki Kurtuluş Savaşı bilincidir, Cumhuriyetin kazanımlarıdır ve milletin çimentosu olarak işçi sınıfımızın giderek gelişmesidir.
Bunun anlamını ilerleyen satırlarda ele alacağız.

İŞÇİ SINIFIMIZ 70 YILDIR EMPERYALİZMLE SAVAŞIYOR
Türk Milletini teslim almak niyetindeki ABD ve AB emperyalizmi, iktidarların da desteği ile işçi sınıfımıza tuzak üstüne tuzaklar kurdular. NED’i (National Endowment for Democracy / Ulusal Demokrasi Vakfı), ETUC’u (European Trade Union Confederation / Avrupa Sendikalar Konfederasyonu), yetmezse de CIA’yı bu amaçla sahaya sürdüler. ABD’ye götürüp özel eğitimlerden geçirdiler, CIA denetimindeki örgütlerin kıskacına aldılar. Dolar yağmuruna tuttular. AB’nin AB devletinin güdümündeki sendikaların eğitimlerinden geçirdiler, emperyalist merkezlerin kontrolündeki vakıfları devreye soktular, AB fonlarını açtılar.
Bütün bunlar yetmez diye, sendikacıların zaaflarını bile dosyaladılar, kayıtlara kasetlere aldılar.
Bütün bunlara rağmen çabaları boşuna oldu.
1950 sonrasında giderek yükselen, dizginlenemeyen bir işçi hareketi vardı.
1968-1970 dönemi DEV-GENÇ ile bağımsızlık mücadelesinde buluşan bir işçi hareketi vardı.
1970’lerde iktidarları sallayan işçi hareketi vardı.
1990’larda Amerikancı iktidarlara zor günler yaşatan, Özal-Akbulut iktidarını, sonrasında Çiller’i deviren bir işçi hareketi vardı.
IMF bu ülkeden tasını tarağını toplayıp gittiyse, bu işçi sınıfı sayesindedir. 80’lerin ortalarından itibaren, “Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye” diyen milyonlarca işçinin gür sesi sayesindedir.
Tahkime karşı mitinglerde meydanlar işçi seli idi.
2003’te ABD’nin Irak’ı işgaline destek olmaya çalışan teskerenin püskürtülmesinde işçi sınıfımızın katkısı büyüktür.
“TEKEL VATANDIR” diye başlayan haykırış, TELEKOM, TÜPRAŞ, SEKA, ERDEMİR, SEYDİŞEHİR, ŞEKER, MADENLER, oradan da dalga dalga bütün yurdu sardı.
Cumhuriyet mitinglerinde 15 milyonun “Ne ABD Ne AB Bağımsız Türkiye” diyen gür sesi, buradan beslenmiştir.
Özelleştirmeye karşı mücadele, sadece fabrika savunma mücadelesi değildir. Emperyalizmin ulus devleti parçalama, milleti dağıtma planını da bozmuştur.
Milletimizin emperyalizme karşı vatanını savunma bilinci, 100 yıl önce emperyalizmi denize döken kahraman milletimizin, 1950’lerden sonraki 70 yıllık dönemde bağımsızlık bayrağını yüksekte tutması sayesindedir, bağımsızlık meşalesinin sönmemesini sağladığı içindir.

KÜÇÜK HEDEFLERDEN ÖTE SONUÇLARA YOL AÇAN SINIF
Her sınıf ve tabakanın, kendi ihtiyaçları için harekete geçtiği zamanlar da olur. Çevrelerinde az çok bir güç toplar, etki de yaratırlar.
2010 yılında Ankara’da yapılan Astsubayların mitinglerini hatırlıyorum. 10 bin kişi katılmıştı.
“Haklılar” demişti herkes. Ama sadece o kadar.
Çocuklarının okullarının zorla İmam Hatip’e dönüştürülmesine isyan eden velileri hatırlayalım.
Atanamayan öğretmen eylemleri…
Herkesin yüreğinde sızı…
Ama kendi güçleriyle yapıyorlar, ne yapıyorlarsa.
En fazla ilgi toplayan, 68 kuşağının öğrenci eylemleridir.
Dikkatli bir kitle çizgisi izliyorlardı. Sadece kendi özel sorunlarını değil, toplumun ortak taleplerini de dile getiriyorlardı.
Öz güçlerinin çok ötesinde etkileri oldu.
Üretici mitingleri, köylü isyanları da hatırı sayılır.
Tütün köylülerinin, traktörleriyle yürüyen pancar köylülerinin eylemleri örneğin…

Ama bir sınıf var ki, hiçbir sınıfın yaratamadığı kadar etki yaratır.
Küçük gruplarla bile büyük etkiler yaratmış, önemli sonuçlara yol açmışlardır.
İşçi sınıfıdır bu. İşçi sınıfının sahip olduğu özellikler yüzündendir bu.
Örneğin yüz binlerin akın ettiği Kocaeli SEKA direnişi, sadece birkaç yüz işçinin eylemi idi.
Bütün Türkiye’yi ayağa kaldıran, bütün milleti etrafında birleştiren TEKEL eylemi ise, birkaç bin işçinindi…
Eylem sebepleri ücretti, sosyal hakları idi, ya da işten atılma idi.
Fabrikalarının satılmak istenmesi, ocaklarının kapatılmaya çalışılmasıydı.
Her yerde dertlerin olduğu toplum için, bir bakıma kendilerine aitti sorun.
Ancak konu işçi ise, zamanı ve önderi de doğru ise, “bana ne” demez millet o eyleme. Binlerin, milyonların, hatta bütün milletin sorunu olur. Başarmaları için de ne gerekiyorsa yapılır.
1.200 Divriği demir madeni işçisinin 1976 yılındaki grevine 4 saatlik köylerden yürüyerek gelen binlerce köylüyü hatırlarız. Köylünün bağışladığı inekleri, kazanlar dolusu bulguru, tereyağını, yoğurdu hatırlarız.
SEKA direnişine memleketin ücra köşelerinden yağan desteği hatırlarız.
Battaniyesini sırtlayıp Zonguldak işçisinin seline karışmak için Antep’ten, Muğla’dan gidenleri hatırlarız.
Özetle işçi sınıfı, diğer bütün sınıf ve tabakaları etrafında birleştirebilen özel sınıftır. Sihirli bir asası vardır sanki. O işçi grubunun kendine mahsus özel sorununda, kendilerini bulmaya çalışırlar.
Amaçlarını aşan etkiler yaratırlar. Başlarken daha çok planlanmayan, işçinin kendisini de şaşırtan sonuçlar…
89 Bahar Eylemleri, bastırılmış ücretler içindi. Milletin 9 yıllık suskunluğuna son verdi. 12 Eylül karanlığından milleti çıkardı. İktidarı salladı. Genel grevin, Büyük Zonguldak direnişinin önünü açtı.
Zonguldak mücadelesi, sosyal haklar, ücretler için, toplu sözleşme içindi. Ocaklarının kapatılma planını durdurmak içindi. Sadece Zonguldak halkı birleşmedi. Bütün memleket birleşti. Ankara yoluna düştüklerinde, “kurtarıcı güç geliyor” dendi. Hükümet sallandı. “Çankaya’nın şişmanı” ile simgeleşen ANAP Hükümetinin sonu geldi.
Seydişehir Alüminyum, Kocaeli SEKA, ERDEMİR, TÜPRAŞ, TELEKOM eylemleri, hepsi toplumda şimşekler çakan, amaçlarının çok ötesinde sonuçlar yaratan eylemlerdir.
Yatağan işçisi Sodra tepesine çıktığında, Karadenizli, Doğulu, Trakyalı, Akdenizli de çıkmıştı onlarla.

ANKARA TEKEL EYLEMİ NELERE YOL AÇTI?
2009 yılındaki Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişi ise, etkisi ve sonuçları bakımından Zonguldak mücadelesi kadar büyüktür.
Fabrikaları satılıp kapatılmıştı, diğer kurumlara gitmek istiyorlardı. 8.500 kişilerdi. Hepsi değil, 14 Aralık 2009’da sadece 2.500’ü Ankara’ya geldi. 78 gün sürdü eylem. Amaçlarının çok ötesinde sonuçlar yarattılar.

1-)Sendikacılık saygınlık kazandı
Özelleştirmelerin hızlandığı yıllar. Özelleştirmeye karşı mücadeleyi kırmak için, yandaş gazetelerin manşetlerinde sekiz sütun halinde sendikacıların zaafları yayınlanıyor. Toplumun şaşkın, işçinin öndersiz olması amaç… Sendikacı için itibarsızlık günleri…
Tekgıda-İş yöneticileri, bir yıldır aidat almadığı işçilere sahip çıkmışlardı. Mücadeleye önderlik ediyor.
Oluk gibi akan desteğin bir kısmı da para… İnsani zaaflara da elverişli, hummalı bir ortam…
Ancak, eylem bitip, kargaşa dinince, en küçüğünden zaafı bile gün yüzüne çıkaracak binlerce göz…
Önderlik için bu bakımdan da sınav zamanı.
Milletin bağışı, büyük panolarla, sesli duyurularla, daha da önemlisi, ayrıntılı muhasebe cetvelleri ve banka hesaplarıyla kuruşu kuruşuna ilan edildi.
Bu tutum, sadece Tekgıda-İş yöneticilerini yüceltmedi. Yandaş gazeteler sayesinde itibarı zayıflatılan sendikacılık hareketi için de serum oldu.

2-) Toplumsal korku kırıldı
Ergenekon ve balyoz operasyonlarının hızla sürdürüldüğü dönemdi…
İki kişi bile yan yana gelmekten korkuyordu.
2.500 Tekel işçisinin sahneye çıkması, korkuyu paramparça etti. İnsanların yüzüne kan, topluma soluk geldi.

3-) Bölücü açılım planı rafa kalktı
PKK için açılımı günleri… Bölücülük revaçta.
Ergenekon ve balyoz operasyonları da, açılıma karşı çıkabilecek olan Türk Ordusu’nu sindirmek amacı ile yapılmıştı. Topluma büyük korku salınmış, bölücü açılım hızlandırılmıştı.
Tekel işçisi Ankara’ya, Sakarya caddesine gelince, işçinin sihirli gücü, birleştirici etkisi sardı bütün milleti. Etnik kökenine ve mezhebine aldırmayan millet kucaklaştı, açılım planları boşa çıktı.
O sırada Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, ‘fırsat kaçtı’ diye itiraf etti.

4-) Parçalanmak üzere olan Türk-İş birleşti
Özelleştirmeler işçilerin sorunlarını tırmanmıştı, sendikalar kimi yerde yetersiz kalıyordu. Türk-İş Konfederasyonu kaynıyordu. “Konfederasyonun pasif kaldığı, hatta sustuğu, görevini yapmadığı” eleştirileri alttan alta yayılıyordu.
Sessizliğe tepki gösteren Türk-İş üyesi Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Belediye-İş, Kristal-İş, Hava-İş, Tez Koop-İş, Toleyis, Tümtis, Deri-İş, TGS ve Basın-İş’den oluşan on sendika, Sendikal Güçbirliği Platformu adıyla bir araya gelerek 18 Aralık 2009’da ortak açıklama yaptılar.
Açıklama “Demokratik, Mücadeleci ve Güçlü Yeni Bir Sendikal Hareket İçin Bir Araya Geldik” başlığını taşıyordu.
“Türk-İş Konfederasyon olmanın gereğini yerine getirmeli, diğer konfederasyonlarla ortak mücadele etmeli. Aksi halde Türk-İş’ten ayrılmak, yeni bir konfederasyon kurmak gündeme gelebilir” deniyordu.
Türk-İş sessiz, Türk-İş parçalanmak üzere…
TEKEL işçisi imdada yetişti. Ankara’da Türk-İş Genel Merkezini karargah edinen işçilerin yaktıkları mücadele ateşi, sesiz Türk-İş’i harekete geçirdi. Aylardır toplanmayan Başkanlar Kurulu toplandı, Tekel mücadelesini sahiplenildi.
17 Ocak’ta Türk-İş, 200 bin kişilik miting yaptı.
Tekel işçisi Türk-İş olmuştu, 2.500 işçi, 200 bin işçi olmuştu.
Ayrılma eğilimindeki sendikalar, konfederasyon bünyesinde yeniden birleşti.
Tekel işçisi Konfederasyonun parçalanmasını engelleyen işçi eylemi olarak tarihe geçti.

5-) Konfederasyonlar birleşti
Türk-İş’in birleşmesinin ardından, diğer konfederasyonlar da bir araya geldiler.
Türk-İş, DİSK, KESK ve T. Kamu-Sen, “4/C’nin ve kuralsız, güvencesiz uygulamaların kaldırılması için, çalışma yaşamının tüm sorunları için ortak bir mücadele” kararı aldılar.
Hatta mücadeleyi “sulandıracağı” değerlendirmesi ile Memur-Sen ve Hak-İş dışarıda tutuldu.

6-) Hükümeti korku sardı
Halk Tekel mücadelesine hak verdi, sahip çıktı. AKP’de istifalar başladı. AKP’nin merkez yöneticileri, partinin diğer yöneticilerinin Tekel hakkında açıklama yapmasını yasakladı. Partiye sıkıyönetim geldi adeta.
Anketler yayınlandı peş peşe. Hızlı bir kırılma yaşıyordu iktidardaki AKP. AKP’ye destek %30’a düşmüştü.
Başbakan, Tekel işçileriyle yatıyor, onlarla kalkıyordu adeta. Hemen her gün işçilerin aleyhine konuşmalar yapıyordu. Tekel eyleminin büyük bir halk hareketini tetikleyeceğinden korkuluyordu.

7-) Sendikalar barajda boğulmak isteniyordu
AKP, sendika üyeliğinin ve üye sayılarının hesaplanma yöntemini değiştirerek, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK’e bağlı çok sayıda sendikayı baraj altında bırakma hazırlığı yapmıştı. Plan, sendikal hareketi bitirmekti. 17 Ocak’ta uygulanacaktı.
TEKEL işçisinin yarattığı işçi dalgası günlerinde iktidar bu niyetini uygulamaya sokmayı göze alamadı. Planı 1 yıl ertelediler. Sonra da uygulanamadı.
Tekel işçisi, sadece sendikaları değil, konfederasyonları dahi barajda boğulmaktan kurtarmıştı.

😎 4/C’de büyük iyileştirme
Hükümet, 4-c mensuplarının koşullarında iyileştirme yapmaya mecbur kaldı. 1 aydan sonra sebepsiz işten çıkarabilme, iş bitimine kadar fazla mesai ücreti vermeden çalıştırabilme, 1 yıllık belirli süreli sözleşme değiştirildi.
Ücretler arttı. Sözleşme süresi 10 aydan 11 aya çıktı. 22 gün izin eklendi. İşten çıkarmalarda tazminat hakkı sağlandı. Ayda en fazla 2 gün hastalanabilme hakkı, yılda 30 güne çıkarıldı.

9-) Köle ticareti tasarısı Meclis’ten çekildi
AKP, 2016 sonunda çıkardığı “köle ticareti” olarak yorumlanan Özel İstihdam Büroları’na işçi kiralama yetkisi veren yasayı, o günlerde çıkarmaya niyetlenmişti. Tekel direnişi, bu niyeti de rafa kaldırttı.
*
Eylem sonrası evine dönen işçinin büyük kısmı, yol açtıkları bu sonuçların çoğundan habersizdi.
Devrimler de böyle değil midir?

“METAL FIRTINA” GÜNLERİ…
2015, metal işçilerinin ayaklandığı yıl.
14 Mayıs gecesi Oyak-Renault işçileri düğmeye bastı. İki işçi işten atılmıştı. Patladı işçi bir anda. İşi durdurdular, geri aldırdılar atılanları. Başarıyı tadınca da yayından boşanmış ok oldular. Biriken sorunlar döküldü ortaya. İsyana dönüştü eylem.
10 gün geçmeden bütün Bursa’ya yayıldı. Fiat-Tofaş, Coşkunöz, Mako, Ototrim, Maysan-Mando, DİC, Delphi… Sonra Bursa’yı da taştı, Gölcük’te Otosan’a, Eskişehir, Kocaeli, Derince, Ankara ve Bilecik’e yayıldı. Ford Otosan, Arçelik, Türk Traktör ve Ortadoğu Rulman işçileri de eyleme geçtiler. 0tomotiv sanayide görülmemiş bir isyandı bu. 20 işletme, 25 bin işçi… Çığ gibiydi.
Sebep iktidar değildi. Ama ne olursa olsun, bu düzeydeki bir işçi hareketi, iktidarın zayıfladığı koşullarda olabilirdi. İşçi hissetmiş miydi yoksa? 2015 Haziran seçimlerinde gördük ki, AKP 9 puan birden düşmüş. İşçi anketçilerden daha iyi havayı koklamış meğer.

ÖRGÜTÇÜ BİRİKİM
Sendikal anlayışa karşı patlamıştı işçi. Umarız sendikacılar ders almış, hatalarını düzeltmişlerdir. Ama bugün konumuz bu değil. İşçi sınıfının örgütçülüğünü ele alacağız.
Yıllar var ki eylem yapmamış bir kitle… Başlarında eylem tecrübesi olan kimse yok. Üstelik tecrübelilerin tamamı, yani sendikacılar, bu kez rakip. Ve dolayısıyla işveren de rakip.
Dahası, bir dönem Özal’ın da yönettiği, işçiye zulmü ile bilinen bir işveren sendikası da var karşıda; MESS. Hükümetleri bile yönlendiren… Anlayacağınız rakip saha epeyce kuvvetli.
Kendileri ise tecrübesiz… Üstelik otomotiv sektörünün tamamına yakınını, Kuzey Batı Anadolu’nun tüm illerini sarmış. Metal işkolunda deprem adeta!
Nasıl altından kalkacaklar, bu çaptaki bir eylemi nasıl yönetecekler? Terazinin bu tarafındaki tecrübesizlik ürkütüyor. Ama çıkmışlar yola bir kere.
Canları burunda ve haklılar. Gerisini yolda göreceklerdi.
Sonra üretimdeki rollerini düşündüler.
Sonra sayılarını fark ettiler.
Moraller yerine geldi, güvenleri arttı. Kullanmasını bilirlerse büyük güç… Hatta ağırlıklı olanı…
O zaman kolları sıvamak, işleri planlamak gerek. Çok hızlı ama…
Her kafadan ayrı ses çıkmasını engellemek gerek. Yürekler birleşmişti, ama sesin de birleşmesi gerek.
Sonra, amaç birliğini titizlikle korumak, bunun için disiplinli olmak gerek. Eylemin doğru ilerlemesini sağlamak gerek, işçinin ilgisini yüksek tutmak, kötü amaçlı sızmalara karşı tedbirli olmak gerek.
Bütün bunlar için çalışmak gerek, hepsine ayrı ayrı görevli gerek.
Planlama gerek, görevlendirme gerek.
Aileleri yakınlarda tutmak, ama korumak gerek.
Basının ilgisini sağlamak, ama onları da kontrollü noktada tutmak gerek.
Sonra herkesin karnını doyurmak gerek, yemeğin düzgün dağıtılması gerek.
Sonra toplu yaşamın üreteceği hastalıklara önlem gerek.
Ve işverenle görüşme…
Eyleme önderlik edecek işyeri komitesini seçtiler.
Vardiyalara önderlik edecek komiteleri seçtiler.
Basın görevlilerini seçtiler.
Sınır güvenlik sorumlularını seçtiler… Dışarıdan sızma olmamalı.
Anlayacağınız, ilk defa önlerine çıkan bir sürü iş ve hiçbirinin aksama olmaması gerek.
Akıllara gelen her işe görevli, her işe komite…
İşveren görüşmelerinde ne söylenecek, önceden tartışılıp karara bağlanıyor. Çatlak sese izin yok! Sonra görüşme işçiye anlatılıyor, değerlendiriyorlar birlikte.
Klik yok. Grup yok. Fiskos yok. Her şey, herkese açık… Aksi halde kısa zamanda darmadağın olurlar. Rakipler sızar, avlarlar sırayla.
Demokrasiyi öğrendiler. Sırayla konuşmak, herkese söz vermek gerek… Aykırı fikirlerin söylenmesi gerek… En küçük bir gedik bırakmamak gerek… Her fikir kıymetli…
Şucu bucu yok. Bitti hepsi… Tek renk var, işçi. Aynı amaç için kenetlenen işçi.
Dışarıdaki tecrübe ile tanıştılar bir süre sonra. Paslaşmak gerek. Komite toplantılarının gediklisi oldu onlar da.
Ama Renault yetmez. Bursa’daki bütün eylemlerin birleşmesi gerek… Fabrikalar arası komite buluşmaları başladı.
Bursa da yetmez. Bütün illerden, bütün fabrikalardan tek ses çıkması gerek…
Sonra il toplantıları…
Birleşmek, merkezileşmek gerek…
Çok hızlı keşfediliyor ihtiyaçlar.
Başarmaları gerek çünkü.
İşler rayına oturunca, evlenen çiftlerin telli duvaklı uğrak yeri oldu eylem alanları.
İşçi sınıfı bu idi işte!

BÖLÜCÜLÜĞÜN PARATONERİ
Paratoner, buluttan gelen enerjiyi akımı toprağa ileterek etkisiz kılar.
İşçi sınıfı da bölücülüğe ve gericiliğe karşı milletin paratoneridir.
İşçi, ulus devlet ile cumhuriyet ekonomisi ile güçlendi, haklar aldı, örgütlendi.
Emperyalistler ise, milleti ve ulus devleti çözmek için özelleştirmeleri dayatıyordu.
Kurumların az paraya satılmasına şaşıranlar, asıl amacın para değil, milli ekonomiyi, ulusal dokuyu ve işçi sınıfı çimentosunu tahrip etmek olduğunu anlamayanlardır.
Merkezi devleti tasfiye etmek, PKK’ya ve gericiliğe yol vermek isteyenlerin, en çok işçi sınıfına saldırmaları bu yüzdendir. Çimentoyu çürütmek amaç…
Devletin yetki ve olanaklarının mahalli idarelere dağıtılması,
“Profesyonel orduya geçin, Kıbrıs’tan çıkın” diyen emperyalist Batı’nın, anadilde eğitim istemesi, bölgesel kaynakların bölge güçlerince kullanılmasını istemek de bu yüzden.
Ama işçiyi çözmeden, parçalamadan, ne yapsalar boş… Farkındalar.

BÖLÜCÜLÜĞÜ ÖZELLEŞTİRME GÜÇLENDİRDİ
PKK’nın, ancak özelleştirmenin hızlandığı yıllarda, 1990 sonrasında palazlanabilmiş olması tesadüf değildir.
Çimento Fabrikaları ve ORÜS’lerle başlayan kamunun yıkımı, emperyalistlerin yönlendirmesiyle hemen ardından tarımsal KİT’lere yöneldi. Doğu ve Güneydoğu’da bu dönemde neler oldu, hatırlayalım;
1997’de 450.215 olan pancar üreticisi sayısı, 2010’da 196.901’e düşürüldü. Doğu ve Güneydoğu’da 67.479 üretici pancar ekemez hale geldi.
2003’te 334.296 olan tütün üreticisi vardı. 2010’da 80.766’ya düşmüştü.
Malatya ve Bitlis Sigara Fabrikalarının kapısına kilit vurdular.
17 Yaprak Tütün İşletmesinin, 8 Tütün Pazarlama ve Dağıtım Başmüdürlüğünün kapısına kilit vurdular.
14 Yem Fabrikasının kapısına kilit vurdular.
11 SEK işletmesinin kapısına kilit vurdular.
7 EBK Kombinasının kapısına kilit vurdular.
KÖYTEKS’in 3 Hazır Giyim Tesisini sattılar
SÜMER HOLDİNG’in 9 işletmesini ve Hakkâri mağazalarını sattılar.
9 çimento fabrikasını sattılar
29 Hidroelektrik santralini sattılar
Zirai Donatım Kurumu’nun 4 işletmesini ve Şanlıurfa Sosyal Tesisini sattılar.
-ETİBANK’ın Elazığ Sodyum Bikromat İşletmesini sattılar.
Van Gölü, Fırat ve Aras EDAŞ’ı sattılar.
Kapanan ve satılan işletmelerin binlerce işçisini sokağa attılar.
Okuduklarınız, sadece Doğu ve Güneydoğu’da bu dönemdeki yıkımlardır.
Bütün bölgeyi PKK’ya adeta altın tepside sundular. PKK palazlandı.
Sonra da emperyalizmin “PKK ile masaya oturun” baskıları ve açılımlar…
Devletçiliğin, halkçı kamu ekonomisinin ve işçi sınıfının tasfiye edilmesinin sonuçlarıydı bunlar.

İŞÇİ SINIFI VATANI VE MİLLETİ KORUDU
Özelleştirmelerin arkasındaki emperyalistleri fark eden işçi sınıfı, 90’lardan itibaren IMF’ye karşı mücadeleye başladı. Hemen her işçi eyleminin baş talebi “IMF Defol” idi, hemen her eylemin baş sloganı “Kahrolsun IMF Bağımsız Türkiye” idi.
Sonra da mücadelenin adı kondu. Vatan için mücadeleydi bu. Ve “TEKEL, TÜPRAŞ, Telekom, SEKA, Seydişehir, Erdemir… Vatandır” eylemleri başladı.
Böylece özelleştirmenin ulus devleti dağıtan etkisi kırıldı, milli bilinç yükseldi. İşçi sınıfı, dağıtılmak, bölücülüğe teslim edilmek istenen milleti toparlıyordu.
Cumhuriyet Mitinglerinde 15 milyonun kişinin alanlara çıkmasının ve bu 15 milyonun “Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye” bilincine sıçraması, “IMF” ve “vatandır” eylemleri sayesindedir.

İŞÇİ SINIFINI PARÇALAMA ÇABALARI
2001’de PKK kongresi, Kürt işçileri Türklerden ayrıştırma kararı aldı. ‘Demokratik Emek Konfederasyonu’ adıyla sadece Kürt işçiler için sendika kuracaklardı. İşçi parçalanmadan millet parçalanmıyordu zira.
Hevesleri boşa çıktı, parçalanmadı işçi.
‘Konfederasyon’ niyeti başarılamayınca, Platforma, ‘Demokratik Emek Platformu’na çevirdiler niyeti. Görevi de KCK’ya verdiler.
Kürt işçilerinin örgütlerinden oluşacak bir platform niyeti de fiyasko oldu.
Sonra KESK ve DİSK’i ele geçirmeye kalktılar. KESK’te bazı sendikaların yönetimlerine adamlarını soktular, kimi yanlış kararlar aldırdılar. Sonuç, 500 bin üyeli KESK’ten 350 bin kişi istifa etti.
DİSK’in bölücülükle flört etmeyen sendikaları durumunu koruyabildi. Diğerleri ise eridi, kâğıt üzerindeki sendika düzeyine gerilediler.
Son hamle 6-7 Nisan 2013’de Viranşehir’deki “Tarım İşçileri Kurultayı” idi. Hiç olmazsa Kürt tarım işçilerini ayrıştıracaklardı.
Aradan 9 yıl geçti. Yine boşuna. İşçi sınıfı bölücülüğe prim vermiyor.

BİREYDEN SINIFA DÖNÜŞ
Kuşku yok ki liderler, süreçleri yönlendiren ağırlıklı role sahiptirler. Kilitleri açar, düğümleri keserler.
Toplumsal değişme, gerileme, durulma ya da kırılma, sıçramalar, devrimler, savaşlar, çağların kapanıp açılması, her şey… İlahi zekâ, erişilmez bilgi, dehanın öngörüsü ve tanrısal güçtür hepsinde sebep. Doğal olanın, insan olanın sahip olamayacağı özellikler… Başkasına nasip olamayacak, ancak özel süreçlerin yarattığı insanüstü yetenek. Seçilmiş kişi…
Herkül, Zeus, Bozkurt efsaneleri ve diğerleri. Tepegözler, yedi başlı yılanlar, Zümrüdü Ankalar, cinler, büyücüler… Çanakkale zaferini cinlerle meleklerin çarpışmasına dönüştürmek…
İnsanlığın korkuları, umudu, hayal kırıklıkları ve zayıflıklarıydı. Zayıf insanın güçlü doğayla savaşında, insanın insanla savaşında insanın yarattıklarıydı hepsi. Sığınılacak güç, korku ya da kahreden…
İnsan güçlendikçe, göklere çıkardığı kuvvetler yere inmeye başladı. Bakın bugünün liderlerine; Cromwell, Robespierre, Lenin, Mao, Kastro, Atatürk… Hepsi insan, hepsi insani süreçlere önderlik ettiler.
Liderler göklerden yere indikçe, toplumsal çürümelerin perde arkası da görülür oldu. Dogmatizm parçalanıyor, somutun, maddenin düşüncedeki etkisi artıyordu.
Sanayinin büyüyen, işçi sınıfının birleştiren çarkı, kapalı toplumları buluşturdu. Böylece, sınıfların toplumsal ilerlemedeki rolü de görülüyor oldu. Sınıflar arası ilişkiler, çelişkiler, giderek de bölüşüm ilişkilerindeki çarpıklık fark edilir oldu.
Lider efsanesindeki afsunların, çürümenin görülmesini engellemek amaçlı olduğu anlaşılınca kıyamet başlıyor. Ezilen ve milli bütün sınıf ve tabakalar bir gücün etrafında birleşmektedir çünkü. Sadece sizin değil, her mazlumun gözü açılmaya başlamıştır. İşçi sınıfı sahneye çıkmaktadır zira.
İşçiler, sistemin ele geçirmek için en fazla çaba gösterdiği kesimdir. Hiçbir sınıf ve tabaka, bu denli ağır ve çok merkezli saldırı yaşamıyor. İşyerinde işveren, hükümetlerin özel programları, sistemin bütün çarkları ve kaderciliğin saldırısı… Maksat işçiyi bireyleştirmek, yalnızlaştırmak…
Yalnızlaştırılmış işçi bölgelerinde işçi sınıfına uzak partilerin daha çok oy almalarının sebeplerinden biri budur.
Ama “işçi sınıfını parçaladım, yalnızlaştırdım, esir ettim” sananların hevesi boşuna. İşçi sınıfının diğer sınıflarda fazla bulunmayan özellikleri, harekete geçtiğinde ortaya çıkar. Kendisi birey olmaktan kurtulup sınıfı birleştirmeye koyulan işçi, dahasını, toplumun bütün milli sınıf ve tabakaları da etrafında birleştirir. Ve amacın çok ötesinde sonuçlara yol açar. Yeni toplumsal kapılar açılır.
İşçi sınıfının işçiye uzak partilere meylettiği o bireyler dönemi, böyle zamanlarda arkada kalır. Yükselen irade artık vatan ve sınıf merkezlidir.

BÜYÜK DERSLER
“Kızını sahipsiz bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya” der atalar.
İşçi sınıfı da sahip olduğu büyük potansiyel güç ile, bütün milleti etrafında birleştirebilen, iktidarları devirebilen, sistemleri dönüştürebilen o büyük gücünün düşmanlar da farkında. Hatta eğiri oturup doğru konuşalım ki, işçi sınıfının dostlarından daha fazla farkındalar.
Bu nedenle işçi sınıfının önderliğini ele geçirme, sendikalarını güdüleme, olmazsa işçi sınıfını parçalama, ya da gücünü kendi amaçları için kullanma gayretleri emperyalizmin ve özgürlük ve eşitlik idealine düşman olan kesimlerin vazgeçmedikleri çabadır.
Eğer işçi sınıfının gücünü kontrol edebilirlerse onu nasıl kendi şer amaçları için kullandıklarına dair üç örneği, üç acı deneyi sunmak isterim

ŞİLİ ÖRNEĞİ
Salvador Allende, Şili’nin bağımsızlığına ve emekçilerin iktidarına sevdalı bir halk önderidir. Lise yıllarında bu yola baş koymuştur. İnançlı tavrı, dürüstlüğü ve lider özellikleri ile gençlik yıllarında katıldığı Sosyalist Parti’de Genel Sekreterliğe kadar gelir. O yıl senatör seçilir. 1952, 1958 ve 1964 başkanlık seçimlerine solun ortak Başkan adayı gösterilir. 1966-1969 arası üç yıl Senato başkanlığı yapar, sol cephenin (Halk Birliği) dördüncü kez başkan adayı olur. Eylül 1970 seçiminde Şili’nin ilk devrimci başkanı seçilir. İdealleri için hızlı uygulamalara girişir;
15 yaşından küçüklere ve emziren annelere günlük ücretsiz süt, sayısı artırılan kreşler
Asgari ücrete iki kat zam,
Çok ücret alanlara tavan sınırlaması,
Topraksız köylülere toprak dağıtımı, zenginlerin çiftliklerine el koyma
Bir kısmı yabancı olan 16 özel bankayı kamulaştırma ve millileştirme.
Kömür, çelik ve bakır sanayisini, madenleri kamulaştırma.
Özellikle bakır, Şili’nin en büyük varlığıdır. Ancak %80’i ABD’nin üç tekelinin elinde; Kennecott, Anaconda ve Cerro… Bunlar da millileştirilir.
Bütün bunları yaptığında daha bir yıl olmamıştır.
Başkan olmasını önleyemeyen CIA, özellikle bakır madeni ve şirketlere el konmasından sonra, ABD tekeli ITT’yi de harekete geçirerek Allende’yi devirmeye soyunur. Ekonomik ambargo başlar. Para bulması engellenir. Enflasyon yükseltilir, tüketim mallarında kıtlık başlatılır. Ardından eylemler… CIA’nın, ITT örgütlediği eylemler…
1 Ekim 1972… Ulusal Kamyon Sahipleri Konfederasyonunun 56 bin kamyoncusu greve başlar. Ardından otobüs şoförleri iş bırakır. Başkentte dahi çalışanlar işe gidemez. Çatışmalar başlar, ölenler olur.
CIA’nın ele geçirdiği generaller de seferber eder. Generaller, grevleri, genel grevleri örgütlüyordur artık.
Ve 11 Eylül 1973’de darbe yapılır.
Allende, Castro‘nun hediye ettiği AK-47 marka silahla başkanlık binasında çarpışarak ölür.
CIA, işçi sınıfına, işçi sınıfının iktidarını yıktırmıştır.
Darbenin başındaki General Augusto Pinochet’in ilk işi, millileştirilen bakır madenlerini Amerikan tekellerine geri vermek olur.

POLONYA ÖRNEĞİ
Gorbaçov’un Sovyetler Birliği’ni Batı kapitalizmine açtığı yıllar.
ABD ve AB emperyalistleri vampirler gibi saldırır, Varşova Paktı ülkelerine, Yugoslavya ve Arnavutluk’a.
Darbe, işgal, iç savaşlarla parçalama dönemi başlar.
İlk deney Polonya… CIA önce Vatikan’da, Papalık darbesi yapar. 1978’de göreve başlayan Papa I. Ioannes Paulus’u, göreve geldiğinin 33. gününde öldürülür. 455 yıllık Katolik tarihinde ilk defa İtalyan olmayan biri getirilir yerine.
Polonyalı biri. Karol Jozef Wojtyla olan adını, II. Ioannes Paulus diye değiştirir. Paulus’un ilk işi Polonya’ya gitmektir. Büyük bir miting yapar.
O günlerde Polonya’da da hareketlenme başlamıştır. 1980’de Gdansk’da “Dayanışma” adıyla sendika kurulur. Başına Lech Valesa getirilir. Vatikan ve Polonya’da kiliselerinin açık desteği, CIA’nın planlaması ile eylemler, genel grevler başlar.
Hükümet istekleri kabul eder, Dayanışma örgütü yasal sendika da olur. Dayanışma, 10 milyon üyeli sendika olmuştur. Sonra partiye dönüştürülür bu sendika. Yapılan grevlerle Hükümet devrilir, Valesa Cumhurbaşkanı yapılır.
CIA eski Başkanı Robert Gates, “Komünizme karşı Papa İkinci Jean Paul ile birlikte savaştık” der.
Polonya, NATO’ya alınarak ABD’nin savaş karakolu haline getirilmiş, sosyalizmin nimetleri yıkılmış, eğitimli ve iş tecrübesi yüksek Polonyalıların karın doyurmak için dünyaya dağıldığı ülke haline gelmiştir.
Hitler’in 6 milyon kişiyi öldürdüğü Polonya’da, işçi sınıfının iktidarı işçilere yıktırılmıştır.

ROMANYA ÖRNEĞİ
Nikolay Çavuşesku, 10 çocuklu yoksul bir köylü ailenin çocuğudur. 11 yaşında köyden ayrılır, işçiliğe başlar. Devrimci olur, faşizme karşı mücadelenin önderlerinden olur. 1940’ta tutuklanır, işkence görür, ses telleri tahrip olur, sesi kısık kalır. Romanya devrimine önderlik eder, Romanya’yı özgürleştirir, mutlu insanlar ülkesi yapar.
Romanya Varşova Paktı üyesidir, ama bağımsızlığına gösterdiği özen ile saygın ülkeler katındadır.
İşsizi olmayan, güçlü sendikaları, yaygın kütüphaneleri, ücretsiz eğitimi, sanatta, sporda ve bilimde patlama denecek büyümesi ve suçlusu olmayan ülke olur.
Bugün Romanya’da altyapı ve gelişmişlik namına görebileceğiniz çoğu şey sosyalizmin eseridir.
CIA buraya da el atar. Ele geçirdiği Dış İstihbarat Teşkilatı Başkan Yardımcısı Ion Mihai Pacepa’yı Ağustos 1978’de ABD’ye kaçırır. Darbe hazırlığı başlar.
Çavuşesku niyeti anlar, dış borçlarla esir edilmemek için 13 milyar dolar borcu ödemeyi öne çeker, tasarruf başlatır, borcu sıfırlar. Ancak, tasarruf dönemini fırsat bilen emperyalistlerin ekonomik kuşatması da eklenince, sorunlar başlar. Enflasyon yükselir, yokluklar başlar.
Sonra CIA, 15 Aralık 1989’da kiliseleri de harekete geçirir, olaylar başlar. İlk deneme madenci eylemleridir. Çavuşesku, olayları birinci ağızdan halka anlatmak için, 17 Aralık 1989’da Timişoara’da miting düzenler. Darbeciler bunu fırsat bilir, önce Çavuşesku’yu yuhalatır, sonra katliam yaparlar. Bizim 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı gibi bir tertiptir bu. Plan hazırlıklıdır, daha olay olmadan, yani 16 Aralık’ta, Batı basını “katliam yapılıyor” diye haber yapar.
Ardından darbe gelir.
25 Aralık 1989 günü, yüzleri kapalı adamların yargıladığı 55 dakikalık duruşma ile Çavuşeskulara ölüm kararı verilir. Hemen o gün duvara dizilir, alelacele kurşuna dizilirler.
CIA iktidarı tamamen ele geçirmek için madenci eylemlerini sürdürür. 1991’de yeniden ayaklanır madenci, başkente yürür. Başbakan Vasile, %35’lik zam verir, ama CIA’nın istediği zam değildir. İktidar düşer.
2004’te NATO’ya alırlar Romanya’yı. O saygın, işsizi olmayan, mutlu ve gururlu ülke, işsizden geçilmeyen, dünyaya dağılan mühendis ve doktor fahişesi olan, daha 2010’a varmadan 90 milyar dolar borcu olan ülke haline getirilir.
Çavuşeskuların ölüsünden bile korkarlar. Mezarları belli değildir.
Son derece sade yaşayan Çavuşeskular hakkında, dünyanın en alçakça uydurmaları hala devam etmektedir. Romanya parlamento binasının Çavuşesku’nun sarayı olduğu yayılmakta, Çavuşesku’nun eşinin binlerce çift ayakkabısı olduğu gibi çirkinlikler hala yayılmaktadır.

İŞÇİYİ TANIMAK, ANLAMAK VE İLGİLENMEK
İşçi sınıfının toplumun yüzde yetmişinden fazlası olduğu ülkede gelecek artık işçilerin elindedir.
Öte yandan ekonomik kriz derinleşiyor.
Cumhuriyet tarihinin en derin krizi.
Devletçiliğin tasfiye edilmesinin ve kamu varlıklarının satılmasının, planlı, halkçı ekonominin terk edilmesinin faturası olarak çıkan kriz.
Emperyalist dünyanın krizi ile aynı döneme geldiği için daha da derinleşen ve yayılan kriz.
Bütün bunların kaçınılmaz olarak yaratacağı halk hareketi.
Ve merkezinde olası bir güçlü işçi hareketi…
Öte yandan kurt dumanlı havayı sever misali tetikte bekleyen düşmanlar.
Ve işçi sınıfının böylesine muazzam gücü ve olanaklarının bilincine varılması halinde toplumun görünür gelecekteki aydınlık dünyası…

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir