LATİN AMERİKA’DA BİR SOL DALGA VAR MI?

On yıl kadar önce Arjantin ve Brezilya’nın resesyona girmesi, Venezuela’nın petrol gelirlerini hızla yitirmesi ile beraber Latin Amerika’da solun bir daha dönmemek üzere iktidara veda ettiği söyleniyordu.

Gerçekten de durum çok kötüydü. Ekonomik krizin etkisi ve sisteme egemen sağın yargı ve değişik toplumsal kesimleri harekete geçirmesiyle buradaki sol yönetimler için idam sehpaları kurulmuştu. Brezilya’da İşçi Partili devlet başkanı Dilma Rousseff’i hakkında hiçbir suçlama olmaksızın parlamenter darbeyle indirdiler. Arjantin’de Cristina Kirchner yönetimi, sadece uluslararası finans merkezlerinin temerrüt dayatmasıyla karşı karşıya kalmadı aynı zamanda İran’la yeniden diplomatik ilişkileri başlattığı için olağanüstü bir saldırıya uğradı.

90’lı yıllarda gerçekleşen ve İran’la ilişkilendirilen iki terör saldırısını araştıran özel yetkili savcı bu anlaşma sebebiyle doğrudan devlet başkanını hedef aldı. Savcı yetkisi olmadığı halde devlet başkanı hakkında “vatana ihanet”ten bir fezleke hazırladığının haftası evinde intihar etti. Bu olay Cristina Kirchner’e yönelik uluslararası karalama kampanyasının doruk noktası oldu.

2015’te artık Brezilya’da Dilma ve Arjantin’de Cristina iktidarda değildi. Cristina hakkında davalar açılmıştı. Bu süreçte Cristina’nın 400’e yakın bürokratı hapsedildi. Tutuklananlar arasında devlet başkan yardımcısı Amado Boudou da vardı. Brezilya İşçi Partisi’nin efsanevi lideri Lula da Silva, 80 metre karelik bir kooperatif evini rüşvet olarak aldığı suçlamasıyla hapse atıldı. 580 gün tutuklu kaldı ve siyasi yasaklı olduğu için seçimlere katılamadı. Bu koşullarda Bolsonaro devlet başkanı seçildi.

Venezuela’da Chavez’in ölümüyle her şey daha zor hale geldi. Maduro döneminde ambargo sebebiyle Venezuela 1 varil bile petrol satamadı. Enflasyon yüzde binlerle ölçülmeye başlandı. Trump bir tivitle Venezuela’ya Juan Guaido’yu başkan atadı. Ülkede çeteleşme ve şiddet olağanüstü boyutlara ulaştı. Açlık baş gösterdi. 6 milyona yakın Venezuelalı ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

Bu süreçte Venezuela’daki kriz, ittifakları olan Nikaragua ve Küba’ya yansıdı. Bu iki ülkede muhalefet güçlendi. Bunların etkisi henüz geçmeden solun en güçlü olduğu Bolivya’da kriz ve grevler devlet başkanı Morales’in ülkeyi terk etmesine yol açtı. Fiili olarak partisi MAS (Sosyalizme Doğru Hareket) iktidardan düşürüldü. Yapılan seçimlerde Uruguay’da Mujica’nın “Frente Amplio”su kaybetti ve neoliberal sağcı Luis Lacalle Pou devlet başkanı seçildi.

Latin Amerika’da 2000’leri ilk on yılında iktidara gelen sol dalga genel olarak “popülist” olarak sınıflandırılıyordu. Bunda en önemli faktör bu sol hareketleri iktidara taşıyan karizmatik liderlerdi. Bir yandan sosyal yardımlarla yoksul kesimlerde rahatlama sağlarken diğer yandan da sosyal hareket üzerinde bir hegemonya kurmuşlardı. Bir anlamda korporativist özellikler gösteren bir hareketti bu. Fakat kapsayıcıydı. Herhangi bir toplumsal kesimi dışlamıyordu. Aynı zamanda alabildiğince açık ve demokratik toplumu geliştiren politikaları hayata geçiriyordu. Bu iktidarların kolaylıkla politikalarını hayata geçirmelerini sağlayan ise emtia fiyatlarının dünya pazarında yüksek olmasıydı. Geleneksel olarak hammadde ihracına dayalı bir ekonomiye sahip Latin Amerika ülkelerinde en azından 2009 krizine kadar para bolluğu vardı.

Bu noktada kıtada egemen sol yönetimlere yönelik en önemli eleştiri, sömürgecilik döneminden kalan birikim modelini değiştirmemiş olmalarıdır. İstisnasız tümü tarım, maden ya da petrol-gaz ihracatını temel alan bir ekonomik model izlediler. Bu model devlet gelirlerini artırmakla beraber kaynakları elinde tutan oligarşik sektörleri de güçlendirdi. Özellikle maden ve enerji kaynakları sürekli ve büyük yatırımlar gerektirdiğinden ülkeleri daha fazla borca sürükledi. Bu yüzden emtia fiyatları düştüğünde hızla derin bir krize sürüklendiler.

İşte bu koşullarda solun silineceği düşünülüyordu. Bu beklentiyi boşa çıkaran ilk gelişme Meksika’da Andres Manuel Lopez Obrador’un büyük bir halk desteğiyle Devlet Başkanı seçilmesi oldu. Manuel Lopez 2006’da kazandığı seçimin hile ve Bush yönetiminin desteğiyle elinden alınmasından bu yana kararlı adımlarla iktidara yürüdü. Meksika’da bir sol liderin başkan seçilmesi ABD’nin istediği son şeydi. Arjantin’de Cristina, Devlet Başkanı yardımcısı formülüyle yeniden yönetime geldi. Bolivya darbesine karşı Arjantin ve Meksika yönetimleri aktif bir politik cephe oluşturdu. Darbeden 1 yıl sonra Bolivya’da MAS daha yüksek bir oy desteğiyle iktidara geldi. Şili’de yeni sol dalga Gabriel Boric’i Devlet Başkanlığına taşıdı. Peru’da bir öğretmen sendikası lideri başkan seçildi. Honduras’ta 2009’da darbe ile indirilmiş Manuel Zelaya’nın eşi Xiomara Castro başkanlık seçimlerini büyük farkla kazandı. Son olarak da Kolombiya tarihinde ilk kez bir sol aday, Gustavo Petro devlet başkanı seçildi.

Daha geçtiğimiz gün Brezilya’da Lula seçimlerin ilk turunu %48 oyla önde bitirdi. Lula rakibi Bolsonaro’ya 6 milyon oy fark attı. Her ne kadar Brezilya’da kongre, eyalet ve devlet seçimlerinde sağın ezici bir üstünlüğü ortaya çıktıysa da 30 Ekim’de ikinci turu gerçekleşecek seçimlerde Lula’nın devlet başkanı seçilmesi halinde bu durum dengelenebilir.

Şimdi yeniden bölgede bir sol dalganın oluştuğu söyleniyor. Bu ne kadar gerçekçi? Eğer doğruysa hangi nedenlere ve ittifaklara dayanıyor?

21. yy’ın ilk çeyreğinde ortaya çıkan Latin Amerika’daki sol yönetimleri kabaca üç başlığa ayırıyoruz: İlki Comandante Chavez’in başını çektiği “21.yy Sosyalizmi”ekseni ya da Bolivarcı İttifak (ALBA) ülkeleri Venezuela, Bolivya, Ekvador, Küba, Nikaragua. İkincisi Arjantin ve Uruguay’daki “Nacional y popular” (ulusal ve halkçı) yönetimler. Üçüncüsü, Brezilya’da İşçi Partisi’nin sosyal devletçi ve neoliberal ekonomiye dayanan iktidarı. Bunlara daha liberal ve zayıf sol yönetimler El Salvador’da FSLN, Paraguay’da Fernando Lugo ve Honduras’ta Manuel Zelaya eklenebilir.

Her ne kadar Latin Amerika solu diye bir genelleme yapsak da her ülke, kendine özgü koşullarda ve iç gelişim süreçleri sonunda bu hareketleri iktidara taşıdı. Birinin ötekine model olduğu bile söylenemez. Hatta Küba Devrimi bile kıtada benzersizdir. Gerilla cephelerinin zaferiyle gerçekleşen Nikaragua bile Küba’daki ne sosyal yapıya ne de rejime benzer.

Fakat söz konusu hareketlerin hepsi bir tür Latin Amerika enternasyonalizmi ya da milliyetçiliğine sahip olduğundan kolaylıkla ittifak kurabiliyor. Bu da onların aynıymış gibi görünmesine yol açıyor. Bu iktidarları genel bir “popülizm” çatısı altında toplamak ise mümkün değildir. Öncelikle bunlar 90’ların neoliberal politikalarına karşı yükselen halk hareketi tarafından iktidara taşındılar. Reformcu ve yer yer devrimci politikaları uyguladılar. Lider kültüne değil temelde halk hareketine dayandılar. Tabana yayılan demokrasiyi, siyasal hakları geliştirdiler.  Çalışanların haklarını güvence altına aldılar. Kadın hakları ve sosyal hayata katılımları eşitlemeyi hedefleyen politikalar geliştirdiler. Eğitime, sağlığa, emekliliğe yatırım yaptılar. Dış politikalarını egemen devlet düzeyine yükselttiler. Devletin piyasayı denetleyen ve düzenleyen rolünü güçlendirdiler…

Kuşkusuz halk desteğini elde ederken popülist yöntemler kullandılar. Ancak bu Avrupa merkezci bir yaklaşımla değil geçen yüzyılın ortasında öncülük eden Arjantinli Juan Domingo Peron ya da Brezilyalı Getulio Vargas’ın Latin Amerikacı politikalardı.

Kıtadaki sol iktidarları ideolojik yönelimleri ya da radikallikleri değil de iktidarı formüle ediş biçimleri tanımlıyor. Örneğin Venezuela’da Chávez daha önce bu ülkede görülmemiş ölçüde kitlelerin siyasete katılımını temel alan tabana yayılmış bir demokrasinin öncülüğünü yaptı. Fakat petrolün kontrolünü ele geçirme mücadelesi ülke içindeki çatışmayı derinleştirdi. Buna paralel olarak ABD’nin müdahale ve baskısı artınca Bolivarcı rejimin demokratik karakteri zayıfladı. Chávez’in ölümü de iç ve dış ittifakları etkiledi. Ekonomik ve kurumsal kriz neredeyse bir kaosa dönüştü. Bu şartlarda Bolivarcı yönetim kaçınılmaz biçimde otoriterleşti. 1979’da Sandinist Devrimin liderliğini yapan Daniel Ortega 2006’da Nikaragua’da demokratik bir hareketin lideri olarak yeniden iktidara gelmişti. Venezuela’ya paralel ekonomik kriz derinleşince Nikaragua’da da iç çatışma patlak verdi. Bu krize Ortega eşiyle beraber bir iktidar tekeli yaratarak cevap verdi.  

Her ne kadar iktidar yapıları benzemese de Küba ile beraber bu iki ülke “otoriter sol” olarak sınıflandırılabilir.

Şili’de Boric, bunlarla arasına bir insan hakları ve demokratik kurumsallık çizgisi çizdi. Ve iktidar yapısını kurumsal demokrasiyi koruyarak, istikrardan yana orta ve üst sınıfın rızasını alarak, anayasal reformlarla ilerleme üzerine inşa etti.

Kolombiya’da Gustavo Petro’nun yönetim anlayışı da –özellikle insan, kadın, yerli hakları üçlemesini öne çıkardığı için- Boric’e benziyor. (Fakat Kolombiya koşulları daha çok Meksika’ya yakın olduğundan Şili’deki uzlaşma ve kurumsallık uzun vadede sürdürülebilir görünmüyor)

Bence Boric-Petro çizgisini “hegemonik olmayan sol” olarak sınıflandırmak uygun. Zira bu iktidarlar güçlerini siyasi hegemonya üzerine değil geniş sınıfsal kesimleri ikna etme üzerine kurmuş durumdalar.

Baştaki soruya geri dönersek: Latin Amerika’da bir sol dalgadan söz edilebilir mi? Aslında Latin Amerika’da dalgalar halinde gelen bir şey yok. 1999’dan bu yana iktidara gelen sol hareketler incelendiğinde her birinin yarım asrı aşan sendikal, sosyal, politik ya da askeri mücadelenin bir devamı olduğu görülür. Hareket nereden gelişme imkânı bulursa o yönde devam eder. Ona uygun yeni liderlikler yaratır. Burada Latin Amerika’nın özgünlüğü sürekliliğinde ve bir liderlik ortaya çıktığında hızla onun arkasında toparlanabilme yeteneğinde yatar.

Brezilya’da Lula’nın liderliği bu hikâyenin en somut örneğidir. 1970’lerin askeri rejime karşı mücadele eden işçi lideri, 1980’lerin yüzbinleri yürüten sendika liderliğinden İşçi Partisi fenomenini yaratan bu yetenekli siyasetçi, bugün 10 yıl önceden farklı bir profil sunabiliyor. Gerçek şu ki bugün Brezilya’yı Bolsonaro faşizminden kurtarabilecek tek kişi Lula. Solun Brezilya’nın hiçbir yerinde iktidar iddiası kalmadı. Ama Lula tek başına sol adına bu iddiayı sürdürüyor. Dolayısıyla artık onun ne kadar sosyalist ya da devrimci olduğu tartışması bir anlam taşımıyor.

Arjantin’de önümüzdeki sene yapılacak seçimlerde ise durum farklı. Cristina Kirchner’in yardımcısı, Alberto Fernandez’in Devlet Başkanı olduğu mevcut iktidar deneyimi her açıdan başarısız oldu. Borç krizinin altından kalkılamıyor ve enflasyon düşmüyor. Cristina’ya suikast girişimi ve hakkında açılan yeni dava da siyasi krizin derinleşeceğini gösteriyor.

Bu şartlarda solun güçlü bir başkan adayı ufukta görünmüyor. Ancak Brezilya’nın tam tersine, Arjantin’de yerel sol örgütlenmeler halen gücünü koruyor. Her şeye karşın federal mecliste ve eyaletlerde sol, yarıya yakın sandalyeyi elinde tutacaktır. Ayrıca Arjantin’deki sol hareketler sokağa hâkim. Herhangi bir sağ yönetime karşı büyük halk muhalefetini örgütlemek için pusuda bekliyorlar.

Şili’de anayasa referandumu halktan geçer oy alamadı. Fakat bu durumun Boric yönetimiyle pek ilgisi yok. Zira anayasal süreç hiçbir partinin denetiminde gelişmedi. Bağımsızların çoğunlukta olduğu bir kurucu meclis yaptı anayasayı. Doğrusu Şili ayaklanması anayasayı yapacak sorumlu ve nitelikli bir meclis kurma becerisi gösteremedi. Şimdi Şili’de süreç yeniden ve daha fazla örgütlü solun etkisinde ilerleyecek. Bunun anlamı kısa vadede Boric yönetiminin önünü açacak bir anayasanın gerçekleşmeyeceği. Reformların yükü hükümetin sırtında olacak. Bu da bana, daha çok Michelle Bachelet dönemini anımsattı. Bachelet de daha ileri dönemde daha büyük reformlara kapı aralayacak küçük siyasi hamlelerle ilerliyordu.

Brezilya’da Lula’nın kazanması önemli ama Bolsonaro cephesi kongre ve diğer meclislerde çok güçlü olduğundan Lula’yı koltuğundan indirmeyi deneyecektir. Lula’yı, başkan olması halinde büyük bir iktidar mücadelesi bekliyor.

Önümüzdeki dönemde kritik iki ülkenin, Meksika ve Kolombiya olduğunu düşünüyorum. Manuel Lopez ve Gustavo Petro’nun siyasi hamleleri başarısız olursa daha derin bir çatışma dönemine girebilir iki ülke de. Kolombiya ve Meksika’da şiddetin ve siyasi krizin derinleşmesi çatışmayı tüm kıtaya yayabilir.

Mevcut sol yönetimler politikalarını sistemi dengelemekle sınırlarlarsa ekonomik krizden cesaret alan sağın fırtınasına dayanamayıp çökebilirler. Çünkü sosyo-ekonomik dengelerin bu kadar bozuk olduğu bir dönemde artık denge kurmak olası görünmüyor.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir