OSMANLI DÖNEMİ
Dünyada informal de olsa, ilk eğitim, ailede başlayan meslek /çıraklık eğitimidir. Anne kızını, ev işleri için uygulamalı olarak eğitirken, baba da oğlunu avcılık, sonraları tarım için eğitmektedir. Sonra, insan becerilerinin farklılığından dolayı meslekler ortaya çıkarken uygulamalı meslek eğitimi /çıraklık eğitimi ev dışına, demirci, çömlekçi gibi işyerlerinde çıraklara uygulanmaya başlamıştır.
Devletçiklerin oluşmaya başlaması ile formal olarak askeri eğitim ortaya çıkmıştır. Daha sonra dini eğitim, özellikle Hıristiyanlığın ortaya çıkması ile toplumlarda etkin rol oynamaya başlamıştır. İlkçağlarda, orta çağda din eğitimi, diğer eğitimlerin üstünde olsa da mesleki eğitim ve askeri eğitim de yok olmamıştır.
Anadolu Selçukluları döneminde esnaf-sanatkâr örgütlenmesinin piri olarak bilinen Mahmud Nasreddin (Ahi Evran adıyla anılır) öncelikle çeşitli meslek erbabını örgütlemiş, debbağlıkla başladığı hatta Denizli’da sürgün döneminde bile bahçevanları örgütlediği, 1270’lerde, Moğollar tarafından öldürülünceye (ya da Moğol asıllı Kırşehir valisi Nureddin tarafından idam ettirildiği) kadar otuz iki meslek örgütü kurulmasını sağlamıştır. Ahi Tekkelerine günümüz değerleriyle bakmamak gerekir. O tekkeler, günümüzün meslek örgütleridir. Ahilik uygulaması, mesleki örgütlemeyle de sınırlı kalmamıştır. Ahi örgütü bir eğitim kurumudur; çırağı eğitir, kalfa yapar, kalfayı eğitir, usta yapar. Osmanlı’nın ilk döneminde asker yetiştiren bir kurumdur. Devlet yönetiminde etkindir. Ahiler çalışmasını, yemesini içmesini bildikleri gibi ibadetlerine de zaman ayırmayı bilirler.
Fatih Sultan Mehmed, kuruluşunu yaptığı Sahn-ı Seman medresesi içinde, Saraçhanede bulunan çırakların okuma yazma öğrenmeleri için okul açmış, sabahları iki ders almalarını istemiştir. Ancak bu çaba uzun süreli olmamıştır.
Osmanlının, yükselme döneminden duraklama döneminde geçişiyle, birçok meslek gayrimüslimlerin tekeline geçer. Balyan Ailesi mimarlığı tekeline alır. Osmanlının son iki yüzyılında yapılmış Dolmabahçe gibi birçok saray, cami, Selimiye kışlası Balyan’ların eseridir. Kuyumculuktan manifaturacılığa, demircilikten marangozluğa, günün koşullarına göre geçerli birçok meslek Ermeni azınlığın, Rum azınlığın tekeline geçmiş, Yahudiler ticareti, simsarlığı tekellerine alırken imparatorluğun asli unsuru olan Türk-Müslüman halk köylerde çiftçiliği, kentlerde devlet kapısında çalışmayı yeğlemiştir
“Gayrimüslimler, çocuklarını Avrupa’ya gönderirken, dil öğrenimlerini sağlarken 18. yüzyıla kadar, Osmanlı imparatorluğunda Müslümanların yabancı dil öğrenmeleri ayıplanır hatta suç sayılırdı. Bu sebepledir ki dış ilişkilerde Rum, Ermeni, Yahudi azınlıklardan, tercümanlardan veyahut Hıristiyanlıktan İslamlığa geçmiş (Gerçek Müslüman olup olmadıklarına hep şüpheyle bakılmıştır.) kimselerden yararlanılırdı. Yabancı dilin bir eğitim aracı olarak önemi ilk kez III. Selim zamanında takdir edildi ve Mühendishane-i Berri’ye Fransızca zorunlu ders olarak kondu.[1]
Sultan II. Mahmud’un 1824 yılında yayınladığı bir fermanda, beş-altı yaşına geldiğinde mektep yerine çalışmaya gönderilen çocukların vebali anne ve babalarının üstüne yüklenmiş ve halen okul çağında olup bir işyerinde çırak olarak çalıştırılan çocukların bulundukları yerlerden alınarak mektebe gönderilmelerine hükmedilmiş, uygulamanın, İstanbul’da başlaması arzulanmış, böylelikle bir nevi “zorunlu eğitim”in temelleri atılmıştı. Ancak ferman uygulanamamıştır.
Midhat Paşa ve Islahhaneler olayı[2]
Bizde, Osmanlı Döneminde Mesleki Teknik Eğitimin kurucusu olarak Midhat Paşa bilinir. Midhat Paşa Niş valisi iken 1863 yılında ilk Islahhaneyi açmış, Tuna valisi olduktan sonra 1865 de ikinci Islahhaneyi Rusçuk’ta, daha sonraları Sofya’da açmıştır. Islahhaneler birkaç işlevi yerine getirmek üzere faaliyete geçirilmişlerdi.
- Osmanlı topraklarına yapılan göçlerin mağdur ettiği 5-13 yaşları arasındaki yoksul ve kimsesiz çocukların sokaklardan alınarak, devletin kontrolünde ve sağlıklı bir ortamda büyütülmelerinin sağlanması,
- Sosyal kaygılarla beraber ilerleyen kalkınma çabaları,
- Islahhanede suçlu çocuklar da barındırıldığından, çocukların cezalarını kurumda çekerken bir yandan da meslek sahibi olmalarının sağlanması,
- Islahhaneye, din ayırımı yapılmadan öğrenci kabul edildiği için, Müslüman ve Gayrimüslimlerin bir arada eğitim göreceği karma eğitim uygulamasına geçilmesi gibi çok önemli yenilikleri de gündeme getirmiştir.
İlk kez yurt dışına çıkan padişah olan Sultan Abdülaziz Paris dönüşü sırasında Tuna vilayetine uğramış, Islahhaneleri çok beğenmiş, Rusçuk Islahhanesi öğrencileri ve diğer yoksullar için bağışta bulun-muştur. Padişah İstanbul’a dönünce Anadolu’da büyük il valilerini toplayarak, Midhat Paşa’nın çalışmalarını anlatmış, ıslahhanelerin il merkezlerinde kurulmasını istemiştir. Ancak İstanbul ve Anadolu’da kurulan okullar genel olarak “mektebi sanayi” adıyla faaliyete geçmişlerdir. Başlıcaları İstanbul Sultan Ahmet, İzmir Mithat Paşa, Bursa, Kastamonu, Diyarbakır, Edirne, Konya ve Ankara’dır.
İstanbul’da 1868 yılında açılan Islah-ı Sanayi Mektebi ise “mekâtib-i sanayi” olarak bilinen teknik okullar zincirinin ilk halkasıydı. Bu okulda iş eğitimi daha ön plandaydı ve çocuklara debbağlık, matbaacılık, terzilik ve kunduracılık gibi zanaatlar öğretiliyordu. İlerleyen yıllarda çok sayıda okulun bu örneği takip etmesiyle, günümüzde halen devam etmekte olan meslek okullarının ilk temelleri atılmış oldu.
Midhat Paşanın Tuna vilayetinde faaliyetleri Rus Çarının dikkatini çekmiş, o bölgeyi ele geçirme niyetinde olan Çar, Midhat Paşa’yı engellemek için Padişaha, Midhat Paşanın, bölgede, Mısırda Mehmet Ali Paşa gibi devletleşme niyetinde olduğunu jurnalliyerek, evhamlı Padişahın Midhat Paşa’yı valilikten almasını sağlamış, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşı sonrası o bölgeyi Osmanlıdan koparmıştır.
İlginçtir, Midhat Paşa 1863 de ilk İslahhaneyi Niş’te açmasından yirmi dört yıl önce, İstanbul’un Beylerbeyi’nde, ABD’li misyoner Cyrus Hamlin 1839 yılında Ermeni çocukları ile için okul açmış ve çocuklara “Soba Borusu imalatı”ndan başlayarak saç soba üretimi”ni öğretmiş, “Mayalı Ekmek” imal etmiş ve kayıklarla İstanbul’da çeşitli yerlere satış yapmıştır. Ermeni hatta Rum yetimlerini eğiterek iş sahibi yapan, aynı zamanda kazanç sağlayan Cyrus Hamlin’in çalışmalarına tanık olan ABD’li zengin Christopher R.Robert’in mali desteğiyle 1863’te Robert Kolej’i kurmuş, uzun yıllar, Osmanlı Topraklarında ilk Amerikan Okulu özelliğini taşıyan ve gayrimüslim çocukların eğitimini yapan okulun yöneticiliğini yapmıştır.
Çırakların Eğitiminden Darüşşafaka’ya
Robert Kolej ve Galatasaray Mektebinin gayrimüslim azınlıklara hizmet vermesi, hatta misyonerlik faaliyetlerine merkez oluşturması gibi nedenler Osmanlı aydınlarını rahatsız etmiş olması gerek ki, 1863 yılında Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Yusuf Ziya Paşa, Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Sakızlı Ahmet Esat Paşa ve Ali Naki Efendi gibi Osmanlı aydınları “Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye” (30 Mart 1863) adlı bir örgüt kurarlar. Amaç, kapalı çarşı çıraklarının eğitimini sağlamaktır. Gönüllü olarak görev yapan öğretmenler arasında ünlü vatan şairi Namık Kemal de vardır. Yalnızca Müslüman çocukların kabul edildiği bu ilk “halk mektebi” beklenenin çok üzerinde ilgi görmüş, 1865 yılı sonu itibarıyla mektepte okuyan öğrenci sayısı yeni kaydedilenlerle birlikte 900’e yaklaşmıştı. Üstelik okula kaydolanlar yalnızca esnaf çıraklığı yapan çocuklarla sınırlı değildi. Her kesimden insan, hatta alt kademe memurluk işlerinde çalışıp eğitimi yeterince iyi olmayan kişiler dahi mektebe kaydoluyordu.
Cemiyet-i Tedrisiye sınırlı imkânlarına karşın fedakârca çabalar sonucunda çok verimli sonuçlar doğurdu. Cemiyet’in kurucuları, yapılanlarla yetinmedi. Akıllardaki daha büyük proje, Cemiyet’in 10’uncu yılını tamamladığı sıralarda gerçekliğe dönüşecek ve 1873 yılı, toplum hayatında ve Türk eğitim tarihinde önemli bir yere sahip olan Darüşşafaka’nın doğuşuna tanıklık edecekti.[3]
TÜRKİYE
1. KURUCU GÜCÜN MESLEKİ VE TEKNİK EĞİTİME BAKIŞI NASILDI?
Soruyu yanıtlarken birkaç olaydan bahsedelim. Kurtuluş savaşının son aşaması Afyon’dan başlayacak ve İzmir’de sona erecek Büyük Taarruz’dur. 1922 yılının yaz aylarında hazırlıklar oldukça gizli yapılır. Yunan uçaklarına yakalanmamak için asker nakli bile gece yürüyüşleri ile yapılmaktadır. Mustafa Kemal Ankara’dan İstanbul’a sürekli olarak bilgi akışı olduğunun farkındadır. İngiliz–Yunan casusları her yerde kol gezmektedir. O nedenle, Mustafa Kemal, başkomutanlık emri yayınlayarak ordu çevresinden gayrimüslimlerin uzaklaştırılmasını emreder. Aksi davranışlar, idamla cezalandırılacaktır. Demiryol şübe müdürü Behiç Bey (Erkin) “Ben bu emri uygulayamam!” der. Behiç Bey’in karşı çıkışı Mustafa Kemal’e iletilir. Behiç bey Mustafa Kemal’in okul arkadaşıdır. Sağlık sorunları nedeniyle Balkan savaşı sonrası geri hizmete alınmış bir subaydır ve Çanakkale Savaşından beri ordunun lojistiğini yapmaktadır. Mustafa Kemal, Behiç Bey’in karşı çıkışının bir nedeni olmalı, diye düşünür. Behiç Bey’i çağırır. Emre karşı çıkmasının nedenini sorar.
-Paşam, der Behiç Bey. Benim elimde on tane lokomotif var ve bunlarla asker taşıyacağım, muhimmat taşıyacağım. Lokomotiflerin makinistleri Rum, ateşçileri Rum. Bugüne değin bir tek Türk makinist yetişmemiş, ateşçi yetişmemiş. Türkler demiryollarında sadece amelelik yapmışlar. Şimdi o Rumları uzaklaştırırsam lokomotifler depodan çıkamaz ve siz benden ne asker ne de muhimmat isteyemezsiniz.
Mustafa Kemal acı acı güler “Haklısın Behiç Bey, der. Adam yetiştirmemişiz ki kullanalım. Sen o emri boş ver. Yeter ki lokomotifler çalışsın, hizmet aksamasın!” der
Sakarya savaşında da Yunanlılar Eskişehir civarından çekilirken on kamyonu savaş alanında bırakırlar. Bizim ordunun eline geçer. Kamyonlar aslında büyük bir ihtiyacı karşılayacaktır ama kamyonları kullanacak ne şoför, ne de bakım yapacak usta vardır. Zorunlu olarak kamyonları olduğu yerde tahrip ederler.
Bu ve benzeri örnekler çoktur.
2. TÜRKİYENİN KURULUŞ VE CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİ
Savaş biter bitmez, daha barış gerçekleşmeden17 Şubat 1923’te İzmir’de 1. İktisat Kongresi toplanır. Kongrede başkanlığa Kazım Karabekir getirilir. Mustafa Kemal, kongreyi açış konuşmasında; “Efendiler, Kılıç tutan kol yorulur, fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahip olur.” diye üretime, tarıma dikkati çeker. 4 Mart 1923’e değin, çeşitli meslek gruplarına ayrılarak devam eden kongrede gündeme gelen konulardan biri de “Çırakların eğitimi”dir.[4]
Tüccar Grubunda, her yerde ve bilhassa ticaret mektebi açılamayan mahallerde serbest ve mecburi ÇIRAK MEKTEPLERİ tesisi; Sanayi Grubunda, Sanayi eğitimi ve çırak mekteplerinin açılması, ustalık kurslarının açılması, İhtisas için memleketimiz sanayi mekteplerinden mezun olanların Avrupa’ya gönderilmesi, (Sonraki yıllar Avrupa’ya gönderilen gençler mühendis, teknik eleman, teknik, meslek öğretmen, olarak yurda dönmüş ve çoğunluğu yeni açılan okullarda görevlendirilmiştir.); ayrıca Sanayi Odaları ve esnaf örgütlerinin, Loncaların yeniden canlandırılması karar altına alınmıştır.[5]
Cumhuriyetin Devraldığı Meslek Okulları
Osmanlı Cumhuriyet’e sanatkâr devretmemiştir. O nedenle, cumhuriyeti kuranlar mesleki eğitim olmayışının sıkıntısını çekmiş ve mesleki teknik eğitimi yeniden kurmaya çalışmışlardır.Cumhuriyet hükümetleri, yurt dışına öğrenci göndererek öğretmen mühendis doktor gibi yetiştirir.
Osmanlıdan kalan 9 sanat mektebi perişan durumdadır. Ne doğru dürüst yönetici ne de öğretmen vardır. Eğitim de yoktur. Bakanlıkta kurulan genel müdürlüğün başına, 1927 de, İstanbul’dan Fransada yüksek öğrenimini yapmış, M. Rüştü (Uzel) getirilir. (M. Rüştü UZEL özel bir insan, Rauf İnan’ın deyimiyle “Üstün adam”dır.) Ş. Süreyya Aydemir (Bir dönem M. R. Uzel’in yardımcısı) ve Cevat Dursunoğlu anılarında ilginç şeyler anlatırlar. Sanat mekteplerinde Usta ya da meslek öğretmenleri okuma yazma bilmemekte, bir okul müdürü yüze kadar sayabildiği ile övünmektedir.
Uzel iki yıl sonra, MEB. Esat Sagay’la anlaşamadığından görevinden ayrılır. 1933 yılında Mesleki ve Teknik Öğretim Genel Müdürü olarak yeniden bakanlığa döner. Böylece, 1950 ye değin sürecek, mesleki teknik öğretimde M. Rüştü Uzel Dönemi başlar.
M. Rüştü Uzel, 1926 yılında bakan Mustafa Necati tarafından Türkiye’ye davet edilen Dr. Kühne, daha sonra Belçika Meslek Öğretimi Genel Müdürü Ömer Buyse ve J. Dewey gibi uzmanların mesleki teknik öğretimle ilgili raporlarını inceler, dikkate alır. Sanat okullarının, il yönetimlerinden alınarak merkezi yönetime bağlanmasını ve okulların hem kalite hem de sayısal olarak artırılmasına çaba gösterir. Sanayi Sergileri açar. İlk sergi, Sergi Sarayı olarak yapılan ve daha sonra Opera binası olarak kullanılan binada açılır. Böylelikle okulların “eğitim içinde üretim” yapabilmeleri, öğrencilerin üretimlerinin satılarak gelir sağlanması ve öğretmenlere, öğrencilere yaptığı üretim karşılığında ücret ödenmesi ile ilgili olarak 1938’de 3423 sayılı Döner Sermaye Kanunu çıkarılarak, okullarda üretime yönelik eğitimin yolu yasal olarak açılmıştır.
1930 yılında yürürlüğe giren 1580 sayılı Belediyeler Kanunu ile belediyelere çıraklık okulu açma yetkisi verilmiştir. (Bu dönemde Mesleki Eğitimin yerel yönetimlere bağlı olduğunu göz ardı etmemeliyiz.) 1936 yılında hazırlanan “Mesleki Tedrisatın İnkişaf Planı”nda çırak okulların açılması öngörülmüştür. 1938 yılında çıkarılan “3457 sayılı Sınai Müesseselerde ve Maden Ocaklarında Meslek Kursları Açılmasına Dair Kanun”la yüzden fazla işçi çalıştıran işletmelerde çırak kalfa ve ustaların mesleki bilgilerinin arttırılması amaçlanmıştır.
Cumhuriyet yönetimi, eğitimde çağdaşlaşma amacıyla, dış yardım almaktan çekinmemişti. Mustafa Kemal, eğitim kurumlarının yeni baştan düzenlenmesinde, yabancı uzman çağırtmaktan çekinmedi 1924 yılında, ABD Columbia Üniversitesi Eğitim Profesörü ve tanınmış düşünür John Dewey davet edildi. Bir süre Türkiye’de incelemelerde bulunan Dewey, Pragmatik felsefenin en yetkili sözcülerin-dendi. Dewey sadece kendi düşünce ve projelendirme çalışmalarına ait bir telkinde bulunmadan ayrılmıştır[6]
1925 yılında Alman Ticaret ve Sanayi Danışmanı Dr. Alfred Kühne Türkiye’ye gelmiştir[7]. Kühne İstanbul, Ankara, İzmir, Eskişehir ve Bursa’daki meslek okullarında inceleme yapmıştır. Kühne raporunda Almanya’daki çırak yetiştirme sisteminden bahseder.
1927 yılında, yeni açılacak mesleki ve teknik okulların nasıl çalışması gerektiği, programları ve yönetmelikleri konusunda tavsiyelerde bulunmak üzere Türkiye’ye davet edilen, Mısır kökenli Belçika’da İş Üniversitesini kurmuş ve Mesleki Eğitim Müdürü olan Omer Buyse, kentlerdeki meslek okullarını dolaştıktan sonra bir rapor hazırlamıştır. [8] Buyse’ye göre, Türkiye doğal kaynaklar açısından oldukça zengin bir çeşitliliğe sahiptir. Bu kaynaklar, onları işletecek insanları beklemektedir. Teknik okullarda yetişecek kişiler tarafından bu kaynaklar değerlendirilirse, Türkiye yirmi yıl içinde iç piyasayı doyurduğu gibi, dışarıya ihracata da başlayabilecektir. Buyse’nin önerisi; İş Üniversitesi’nin Ankara’da kurulması sayesinde, Ankara memleketin sanayi ve mali işlerinin, iktisadi gelişmesinin merkezi halini alacaktır… Türkiye’de geleneksel sanatlar şeklinde sürdürülen üretim süreci teknik eğitimin gelişme ile endüstri haline gelecek, Türk gençleri kazanç elde edebilecek, hatta o sanatlarda birer işveren olacaklardır. (Ankara’da Fen Fakültesi ve TYÖO binalarının temelinin “İş Üniversitesi” amacıyla atıldığı söylenmektedir. Sonra değişiklik olmuştur.) Buyse’nin okullarla sanayi arasında ilişki kurulması önerisi onun söylediği tarihten ancak 50-60 yıl sonra gerçekleştirilecektir. (1978 de başlayan okul-sanayi İş birliği, daha sonra yoğunlaştırılmış eğitim ve 3308 sayılı yasa ile İşletmelerde Meslek Eğitimi)
1942 ye değin 79 uzman eğitimle ilgili konularda Türkiye’ye davet edilmiş olup, (1942-1950 arasında savaş dönemi nedeniyle gelen olmamıştır.) 1950’ye değin süren CHP yönetimi döneminde, Türk eğitimi yabancılardan fikir, teknoloji, uzman malzeme ithal etmiştir. Fakat hepsinin bedelini milli kaynaklardan ödemiş, tercihlerini kendisi yapmış, millilik niteliğine gölge düşürmemeye dikkat göstermiştir. Topyekûn bir yabancılaşma programına izin verilmemiştir[9] Bu dönemde Türkiye’ye birçok ülkeden uzman davet edilmiş olup gelen 79 uzmanın 7’si ABD’lidir. 1950 -1960 döneminde davet edilen 44 eğitim uzmanından 41’i Amerikalıdır.[10] Bu dönemde uzman sıfatıyla gelen bazı kişilerin asıl görevlerinin “casusluk” olduğu iddia edilmektedir.[11] Ödemeler ABD yardımlarından yapılmıştır.
Burada, bir ek daha yapmak gerek. 1936 da Eskişehir Mahmudiye Çiftliğinde başlayan “Eğitmen Eğitimleri” ve 1940- 1946 arasında faaliyet gösteren Köy Enstitüleri, Atatürk’ün söylediği, uygulamalı eğitimin bir başka örneğidir. Bu açıdan eğitmenler ve Köy Enstitüleri mesleki eğitim de sayılabilir. Köy Enstitülerinin kurucusu ve yürütücüsü İsmail Hakkı Tonguç, öğretmen okulunu bitirdikten sonra Almanya’da İş Eğitimi konusunda eğitim almış, uygulamalı eğitim konusunda bilgi ve becerilerini Köy Enstitüleri programlarına aktarmış, köy öğretmenlerinin, öğretmenlik formasyonunun yanı sıra Tarım, Demircilik, Duvarcılık, Hayvancılık, Marangozluk, Sağlık vb mesleklerde de yetişmelerini sağlamıştır. J. Dewey 1945’te ABD de bir üniversitede verdiği konferansta, “Benim düşündüğüm eğitim sistemini Türkiye’de, Köy Enstitülerini kurarak uyguladılar,” demiştir.
Cumhuriyet yönetimi, mesleki orta öğretimde ağırlığı sanat okullarına vermiş, Çıraklık Eğitimi, İzmir İktisat Kongresinden başlayarak sürekli gündeme gelse de eğitim yönetiminde yer bulamamıştır. Buna neden olarak çırak istihdamında önemli yeri olan küçük esnafın, KOBİ’lerin olmayışı düşünülmektedir. Devletin 1930’lu yıllarda, sanayiyi geliştirme çabaları içinde Demir Çelik, Makine Kimya, Demiryol sanayi, mensucat sanayi kuruluşları içinde sanat okulları “iş okulları” açılmıştır. Askeri Ağır Bakım Fabrikalarında, Karabük’te, Kırıkkale’de, diğer bazı yerlerde, bugün meslek lisesi adını almış kurumlar, iş okullarıdır. İş okullarında, fabrikaya becerili eleman yetiştirmek amaçlanmıştır. Bu okullar, ilk yıllarda, bağlı bulundukları sanayi kuruluşlarının elemanlarını yetiştirmede başarılı olmuş ama geçen zaman içinde kurumlar, okullardan mezun olanlara iş veremez, hatta okulların yükünü de taşıyamaz duruma gelmiş, okullar Millî Eğitim Bakanlığı’na devredilmiştir.
Meslek okulları 1930’lara değin yerel yönetimlerin, özel idarelerin elindeydi ve yeterli eğitim verilemiyordu. MEB okulları sahiplendikten sonra yenilendiler. Bugün, bu uygulamadan ders çıkaralım; mesleki teknik öğretim pahalı bir eğitimdir ve özel sektörün, sanayi ve ticaret odalarının, esnaf örgütlerinin mesleki teknik liseleri uzun vadede yürütmeleri mümkün değildir.
Çıraklık eğitimi olmasa da kız ve erkek sanat okullarına bağlı köy kursları ile demircilik, marangozluk, duvarcılık, dikiş, nakış benzeri eğitimlerle köylerde meslek öğretimi çalışmaları yapılmış, hatta sanat okullarından daha kısa süreli ve teorik eğitimi daha az Pratik sanat okulları yakın zamanlara değin faaliyetini sürdürmüştür.
Meslek öğretmenlerinin yetiştirilmesi de göz ardı edilmemiş, 1934 yılında Kız Meslek Öğretmen Okulu (KTYÖO), 1937 yılında Erkek Meslek Öğretmen Okulu (ETYÖO) faaliyete geçirilerek, sanat mekteplerinin öğretmenleri yetiştirilmeye başlanılmıştır.
1941 yılında Mesleki ve teknik öğretim genel müdürlüğü yasayla Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı olur. Kurucu müsteşar M. Rüştü Uzel’dir. Uzel, 2. Dünya Savaşı başlarında, sürekli mesleki teknik eğitimle ilgilenen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’den 80 milyonluk ödenek ister. “Türkiye genelinde sanat okullarını açacağım. Binalara, tezgâha, takıma, makineye ihtiyacım var. Bunları da okullarda üreteceğim”, der. İnönü, “Senin istediğin ödeneği ben milli savunmaya bile veremiyorum. Önce ne yapacağını göreyim, ona göre düşünürüz”, diye yanıtlar. M. Rüştü Uzel Ulus’ta Meslek Öğretmen Okulunda teknik öğretmenleri toplar. Konuşurlar. Üç ay içinde gece gündüz çalışılacak, makine, tezgâh, takım üretilecek ve sergileyerek cumhurbaşkanına sunulacaktır. Geceli gündüzlü çalışma sonrası sergi hazırlanır. Cumhurbaşkanına masa matkapları, tornalar, hidrolik testereler, eğitim amaçlı makineler, tezgâhlar gösterilir. İnönü sergiyi gezer, üretimden memnun olur ve 1942 yılında çıkarılan 3403 sayılı yasayla müsteşarlığa, on yıl için seksen milyon liralık ödenek verilmesi kabul edilir. O çabanın ve yerli-okul üretiminin sonucu olarak, İkinci dünya savaşının bitiminde yurt genelinde sanat okulu sayısı üç kat artmış, 89’u bulmuştur. O yıllarda, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde açılan sanat okullarının ilginç öyküleri vardır.
2.Dünya savaşı sonunda, İnönü, M. R. Uzel’e, makineleşme, otomobil ve kamyon gibi araçların artması ile sorun olacak olan oto motor tamir ve bakım işlerini yapabilecek eleman yetiştirilip yetiştirilmediğini sorar ve teknik eleman yetiştirilmesini ister. Meslek Öğretmen Okulunda hemen Motor bölümü açılır.
M. R. Uzel, Yapı Usta Okulunda Kimya öğretmenine (Saim Alkan) DDT imalatı görevini verir. İTÜ’den bir profesörün katkısıyla DDT üretilir ve yaygın olan sıtmanın önlenmesinde etkin olur, ayrıca yapı usta okulundan Kimya Sanat Okulu doğar.
M. R. Uzel teorisyen değildir, yazılı eser bırakmamıştır. Mesai kavramı yoktur. Günde 24 saat çalışmıştır. Gerçekçidir ve çözüm üreten ender bir üstün adamdır. Gittiği meslek okullarında, demirci ocağının başında demir de döver, torna tezgahında çelik te işler. 1949 yılında Erzurum sanat okulunu ziyaret eder. Okulu gezer. Derslere girer. Fizik ve Kimya derslerini beğenmez. Okul müdürüne, yarın sabahleyin tüm öğretmenleri laboratuarda toplayın, deyip gider. Ertesi sabah dokuzda gelir, akşam dört buçuğa değin laboratuarda tüm öğretmenlere müfredatta bulunan fizik kimya deneylerini yaparak anlatır, öğretir. İşte M. Rüştü Uzel budur.
1950 yılında Türkiye’de yapılan seçimler sonrası yönetim değişir ve Demokrat Parti iktidara gelir. Başbakan olan Adnan Menderes’in ilk uygulamalarından biri M. Rüştü Uzel’i görevden almaktır ama eğitim bürokrasisinden gelen, Menderes hükümetinin ilk Milli Eğitim Bakanı Avni Başman direnir. M. Rüştü Uzel’i görevden almaz. Başbakanın sürekli ısrarına karşın bakanlıktan istifa eder. Yerine genç bir mühendis olan Tevfik İleri gelir ve Rüştü hocayı görevinden alır. Müsteşarlık, genel müdürlük düzeyine düşürülür. Fakat işlerin sağlıklı yürümediği anlaşılır. 1958 de yine müsteşarlık kurulur.
Bu arada, “Bir teknik öğretmenin anılarından[12]
27 Mayıs devriminin lideri merhum Cumhurbaşkanı Orgeneral Cemal Gürsel mesleki ve teknik öğreti-min, yurt menfaatleri yönünden büyük değerini takdir ederek, bu teşkilatın ayrı bir bakanlık haline getirilmesinde gerekli direktif ve temennilerde bulunmuştur.
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel 7 Mayıs 1965 tarihinde başbakanlığa gönderdiğiyazıyla “fen ve tekno-loji alanında özlenen seviye ulaşabilmesini sağlamak amacıyla mesleki ve teknik öğretimin ayrı bir bakanlık halinde teşkilatlandırılmasını” ister. Suat Ürgüplü başkanlığındaKoalisyon hükümetinin Başbakan yardımcısı (AP Genel Başkanı) Süleyman Demirel de 17 Mayıs 1965 tarihinde MEB na yazdığı yazıyla “Bu konuda gerekli çalışmaların yapılarak sonucunun bildirilmesini rica ederim.”der. Millî Eğitim Bakanı AP’li, Cihat Bilgehan”dır.
Millî Eğitim Bakanlığı bu direktif ve emre uyarak gerekli çalışmaları yapmış ve 1 Haziran 1965 tarih ve 14973 sayılı yazı ile olumlu kararını bildirmiştir.
1965 seçimlerinin galibi AP’dir. S. Demirel başbakan, Orhan Dengiz Millî Eğitim Bakanı olur. Dün, dündür, bugün bugün, konu unutulur, gider.
Mesleki ve Teknik Öğretim Müsteşarlığı, kişisel çıkar nedeniyle 1980 başında (12 Eylül öncesi) fiilen ortadan kaldırılmıştı. Bir müsteşar, yapılan tüm uyarılara karşın, siyasi nedenlerle iki müsteşarlığı kendi uhdesine toplamıştı. 12 Eylül yönetimi, bakanlık örgütlenmesinde “Mademki bu iş bir kişiyle yönetiliyor, ikincisine gerek yok” diye mesleki teknik öğretim müsteşarlığını kaldırdı.
Yine Çıraklık Eğitimi
1957 yılında toplanan VI. Milli Eğitim Şûrası’nda çırak okulların açılmasının gerekli olduğu bir kere da-ha vurgulanmıştır.
VII. Milli Eğitim Şurasında (1962) bakanlıklar arası bir komisyon tarafından hazırlanmış olan “Çırak Kalfa ve Ustalar Hakkında Kanun Taslağı”nın kabulü ve uygulamaya konulmasının gerekli olduğu belirtilmiştir.
1963 yılı İcra Planında Çıraklık Kanununun çıkarılması amaçlanmış, 1972 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen 1591 sayılı Çıraklık Kanunu, Cumhurbaşkanı tarafından meclise geri gönderilmiştir, veto edilmiştir.
TBMM’den çıkıp yasalaşan ilk Çıraklık Kanunu 2089 sayılı kanun oldu. MEB içinde, Halk Eğitim Genel Müdürlüğünün görev ve sorumlulukları genişletilerek, Mesleki ve Teknik Öğretim Müşteşarlığına bağlı Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü adı altında yenilendi. (Çıraklık Eğitimi yaygın eğitimin içinde yer aldı ve bana göre ilk yanlış ta burada yapıldı. )
1978 yılında, Çıraklık Eğitimi, Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğünden ayrılıp bağımsız genel müdürlük; (Çıraklık Genel Müdürlüğü) oldu. Bağımsız Çırak Okulları açılmaya başlandı.
Prof. Dr. Cavit Sıdal, ilk çıraklık eğitim genel müdürü olarak, Şûra’da konuşmasında bir gerçeği çok net olarak açıklar:
“Çıraklık eğitimi bir yaygın eğitim değildir. Çıraklık eğitimi bir örgün eğitimdir, kendine özgü bir örgün eğitimdir. Şartlarına bakalım, belli bir yaş gurubundaki insana hitap eder, eğitim bir silsile takip eder, giriş şartları vardır, belli dersleri almak gerekir, onda başarılı olan ikinci guruba, başarılı olan üçüncü guruba gider ve her başarı için de mutlaka kuralına uygun sınav yapılır. Aşamaları vardır, çıraklık aşamasını tamamlayan ancak kalfalık aşamasına girebilir, kalfalık aşamasını tamamlayan usta sıfatını kazanabilir, 1978 de Çıraklık Eğitimi Genel Müdürlüğü bu düşünceler nedeniyle kurulmuştur. 1983 yılında Yaygın Eğitim Genel Müdürlüğü ile birleştirilinceye kadar da ayrı kalmıştır.[13]”
Prof. Dr. Cavit Sıdal’ın gerçeği açıklayan görüşüne katılmamak mümkün değildir. Ne çare ki bakanlık bürokrasisi ve sürekli değişen siyasi erk zaman içinde hep tersini yaptı, çıraklık eğitimini yaygın eğitim olarak görmek/ göstermek belki de işlerine geldi. Belki de çıraklık eğitiminin bilincinde değillerdi. O zamanki adları ile endüstri meslek liseleri çıraklık eğitimine uzak dururken, Çıraklık Okulları açılmaya başlanır. Okul yönetim ve eğitim kadroları oluşturulur. Bizde, nedense, bakanlık, öğretmenlerini, her işi yapabilen maymuncuk olarak görmektedir. Öğretmenlerin çıraklık eğitimine ne denli yatkın oldukları, işyerleri ile diyalogları, öğretmenlerin neyi nasıl öğretecekleri düşünülmeden hareket edilir.
1986 yılına değin Türkiye genelinde on bağımsız Çıraklık Okulu açılmış oldu. Tüm çabalara karşın 2089 sayılı yasa başarılı olamadı. Nedeni ise, taraflardan biri olan devlet adına eğitim bakanlığı çaba sarf ederken, diğer taraflar; esnaf, sanatkârlar ve çırakların velileri, çıraklar eğitim konusunu ciddiye almıyorlar, aslında bilmiyorlardı. Egemen görüşe göre çırak demek, okumayı bırakmış, okulu terk etmiş ya da okula gitme olanağı olmayan, ailevi nedenlerle çalışmak zorunda olan çocuk hatta genç demekti.
30.6.1986 tarihinde yürürlüğe giren 3308 sayılı Çıraklık ve Meslek Eğitimi Kanunu ile çıraklık ve meslek eğitiminin günün şartlarına göre bir sistem bütünlüğü içinde düzenlenmesi amaçlanmıştı.[14] Kanunun hazırlık çalışmalarına Esnaf ve Sanatkarların tepe örgüt temsilcileri de katılmıştı. MEB ile küçük ve orta boy esnaf (KOBİ) temsilcileri ile çalışmalarda karşılıklı pazarlıklar olmuştu. Ancak büyük sanayi kuruluşları işin içinde miydi? Çalışmalarda katılmış olsalar da temsilcileri, kendi örgütünü yeterince bilgilendirmediği sonraki uygulamalarda ortaya çıktı. Kanun çıktıktan sonra, kısa süre içinde yeni çıraklık okulları açılmaya başlandı ve çıraklık okulu sayısı, hiçbir araştırmaya, etüt çalışmasına gerek duyulmaksızın yüze yaklaştı. Çırak sayısında bir anda artış oldu ama sayısal artış başarıyı getirmedi. Bunun belirgin nedenleri var;
1.Esnaf, küçük sanatkâr çırağını, eğitim alması için değil, sigortalı olacağı için okula gönderiyordu.
2. Okul yönetimleri ve öğretim kadrosu, çıraklık eğitimi için eğitilmemişlerdi. Hazır değillerdi.
3. Ders yılı içinde, sınav, not verme olmadığından, dersler öğretmenler tarafından da öğrenciler tarafından da önemsenmiyor, ciddiye alınmıyordu.
4. Bakanlık bürokrasisi, çıraklık eğitiminin öneminden çok, niteliğinden çok, sayısal/ nicelik artırma peşindeydi. Bu iş giderek öyle sulandırıldı ki Çıraklık Okulları çırak kaydetmek, yüksek sayılara ulaşmak dışında eğitimi, öğretimi önemsemez oldular.
Çıraklık okuluna kaydolan çıraklar, kaydoldukları günden başlayarak tüm eğitim süresi boyunca sosyal güvenlik kapsamına alınıyor ve sigorta primleri devlet bütçesinden okul yönetimi kanalıyla ödeniyordu. Bu olay çıraklar, aileleri için güvence olduğu gibi çırak çalıştıran işyerleri için de güvenceydi. Devlet, kayda aldığı çırağı öğrenci olarak değerlendiriyor, öğrencilerin yararlandığı her türlü haktan yararlandırıyor, ayrıca çırağın sosyal güvenliğini sağlayarak pozitif ayrımcılık yapıyordu. İşyerleri için de sosyal güvenliğin devlet tarafından ödenmesi, çırakları çalıştırma kolaylığı sağlıyordu. Okul yönetimleri, bakanlık bürokrasisine şirin görünmek ve okula bütçeden daha fazla kaynak aktarmak için öğrenci sayısını şişirirken, bakanlık yönetimi de daha fazla okul açma derdindeydi. Fazla okul, siyasi erke şirin görünmenin kolay yoluydu. Bu iş öyle bir duruma geldi ki ilçelerde, sanayinin bulunup bulunmadığına ve ilçe nüfusuna bakılmaksızın okullar açıldı. Oysa meslek liselerinde bir iki çıraklık sınıfı açılarak sorun çözülebilirdi.
Neden böyle olmadı?
Bakanlık, il ve ilçe yönetimleri için sorun, okul sayısını artırma, çırak sayısını artırma idi. Bu aşamada, çırakların yetişmesi konusunda hassasiyet göstermesi gereken esnaf sanatkâr örgütleri, meslek odaları da yeterli denetimi sağlayamadılar. Denetim, denince, MEB’in de Çıraklık Eğitimini yeterince denetlediği de söylenemez. Denetimsiz bir eğitim de başarı getirmedi. 3308 sayılı yasa, il bazında yürürlüğe girip, meslekler kapsama alınmaya başladıktan sonra, çıraklık yaşı geçmiş çalışanlar için sınavlı –sınavsız belge alma hakkı verildi. Ancak, belge verme işi, nerdeyse alışkanlık haline geldi.
Öte yandan, çıraklık eğitimi, çırak veren yoksul ve eğitimsiz ailelere anlatılamadı. Çırağın, gelecekte usta ve işveren olarak sağlayacağı kazanç anlatılamadı. Onlarca ulusal televizyon, yüzlerce radyo kanalında program, spotlar, hatta diziler yapılamadı. Bugün çok iyi olanakları olan işve-renlerin çıraklıktan yetiştikleri konusunda çıraklar ve veliler bilgilendirilmedi. Oysa olması gerekirdi.
Aileler günlük çıkarları, uzun erimli çıkarlara, eğitime tercih ettiler. Seyyar satıcılık meslek öğrenmeye tercih edildi ve çıraklık bitirildi.
Bugün, yeni bir anlayışla; Çıraklık Eğitimi, çok daha ciddi ve etkin bir şekilde ele alınması gerekir. Çıraklığın, mesleki eğitimin temelini oluşturduğu kabul edilmelidir. Çırak okullarında teorik mesleki bilgilerin yanında Türk Milli Eğitim Temel Kanununun genel amaçları, ders programları içinde verilmeli ve geleceğin küçük esnafının özellikle bilinçli yurttaş olarak yetişmesi sağlanmalıdır. Yurtseverlik budur.
Çıraklık eğitimi mesleki dal eğitimidir ve günün koşullarına göre yapılmaktadır. Çalışılan meslek dalında teknolojik gelişmeler zorunlu olarak işyerlerini etkilemekte, her yeni makine ve tezgâhın teknolojisi de okul eğitimini etkilemektedir. Ancak, işyerine giren yeni teknolojinin okul ders programına aktarılması konusunda sorumluluk öğretmene yüklenmektedir. Öğretmen, edindiği bilgi ile yetinmemeli, işyerlerinde üretim, onarım, bakım, hizmet işlerini takip ederek kendini yenilemelidir. Meslek öğretmenleri, sürekli araştıran, öğrenen ve öğreten kişi olmalıdır.
Çıraklıkta arz-talep kuralı işletilir, sanayi kesimi çırak yokluğundan şikâyet ederken günü kurtarmayı değil “kendisinden de öte” mesleğinin, sanayinin geleceğini düşünmelidir. Burada, hemen hatırlatmak gerekir ki, bugün artık son yurdumuz olan Anadolu, bin yıl önce Diyar-ı Rum (ya da Rum ili) olarak bilinen bu topraklara yerleşen Türk esnaf ve zanaatkârı, yerleşim yerlerini geliştirip şenlendirerek, üreterek, örgütlenerek, bu topraklarda yaşayan Rum, Yahudi ve Ermeni halka, esnaf ve zanaatkâra üstünlük ve ekonomik güç sağlamışlardır. Osmanlı Devleti’nin, devletleşme dönemi olarak bilinen 1300 -1453 yılları arasında da esnaf örgütleri (Ahi Örgütleri) devletin yönetimine de katılmış, katkı sağlamışlardır. Buradan çıkarılması gereken en önemli ders, “Güçlü Devlet” olmanın güçlü bir sanayi ile, güçlü sanayinin de altyapısı olan güçlü esnaf sanatkâr örgütlenmesi ile olduğu gerçeğidir.
Çırağın mutlaka alt yapısının olması, asgari düzeyde ilkokul mezunu olması istenmektedir. Ancak çırağın, işyerine adım atmadan önce en az bir yıllık “okulda mesleki eğitim-uygulama” ile ilgisi, el becerisi, fiziksel durumu, sağlık durumu saptandıktan sonra çıraklığa, hatta mesleğe yönlendirilmesi gerekir. Çırak adayı, ilkokul sonrası sanat ortaokullarında teorik ve uygulamalı derslerde (atölye- laboratuar) rehber öğretmenler tarafından değerlendirilmelidir.
MESLEKİ VE TEKNİK LİSE EĞİTİMİNDE ARAYIŞLAR
Öğrencilerin Eğitimini Okul Atölye ve Laboratuvarlarından Kurtarma Çabaları
-1979 da Okul Sanayi ortaklaşa eğitimi, Bursa, İstanbul, İzmir, Adana gibi illerde öğrencilerin uygu-lamalı eğitimlerini sanayi kuruluşlarında yapmaları ve yaygınlaştırılması, düşünce güzeldi ama bizim sanayi kuruluşlarımız yeterli değildi. Eğitimi yürütecek kadrolara sahip değillerdi. Ek bir yükün altına girmeleri gerekiyordu. OSANOR denemesi, deyim yerindeyse iyice irdelenmeden ve değerlendirme yapmadan yön değiştirdi. Bir dönem okul, bir dönem işyeri diye YOĞUNLAŞTIRILMIŞ EĞİTİM’e geçildi. Ancak, bakanlıkta siyasi otorite değiştikçe şekillenen uygulamanın ciddi bir değerlendirmesi yapılmadı ve deyim yerindeyse “kar–zarar” bilançosu çıkarılmadı. Uygulama esas alınan “nicel olarak artış” dikkate alınırken nitelik hep göz ardı edildi.
3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim Kanunu Almanya’dan esinlenerek (aslında kopya edilerek) çıkarılmıştı. Meslek liselerinden “İşletmelerde Beceri Eğitimi” için işletmelere giden öğrencilerin de işletmede oldukları süre içinde sigortaları devlet bütçesinden ödeniyor, ayrıca asgari ücretin 1/3 ü denli ücretin (zaman zaman oran değişti) işletmeler tarafından ödenmesi zorunluluğu getirilmişti. 2000 yılında 4702 sayılı yasa ile değişikliğe uğrayan ve adı “Mesleki Eğitim Kanunu” olan yasa halen uygulama ama getirisi nedir? Yeni bürokratlar, okul yöneticileri olayın farkında bile değiller. Yasa, Almanya için başarılı sayılmış, yasa hazırlığında çalışan bürokratlar hep Almanya örneğini vermişti ama Almanya ile Türkiye karşılaştırması yapılmamıştı. Her şeyden önce Almanya sanayisi ile Türkiye sanayisi kıyaslanamazdı. Alman gencinin, öğrencisinin sorumluluğu ile Türk gencinin sorumluluğu, aile bağı karşılaştırılamazdı. Bize sunulan domuz yağlı Alman Pastası midemizi bozdu. Yasayı kotaranlar herhalde Hakkari’yi, Van’ı Kocaeli, Bayburt’u, Gümüşhane’yi Gebze sanıyorlardı. Öğrenciler lise ikide, üçte (ilk zamanlar üç yıllık meslek liselerinde) hiçbir değerlendirme yapılmaksızın işletmelere, esnafın küçük dükkanlarına gönderildiler. Bakanlık bürokratları ve okul yöneticileri, söz konusu yasanın özünde olan, eğitim için uygun ve okul müfredatının %80 e yakınını verecek işyeri seçilmesi konusunu hep göz ardı ettiler. Öğrenciler, gittikleri işyerlerinde, ucuz işçi ya da devlet kuruluşlarında gereksiz yük olarak görüldüler. Özelde öğrenciler meydancı (sanayide kullanılan temizlik benzeri işleri yapanlara verilen addır.), devlet işletmelerinde de işe karışmasın, hele de iş kazası yapar, başa bela olur, diye sağa sola girmesin diye adeta tecrit edildiler. Öğrenciler de üniversite sınavları için dershaneye gitme bahanesi ile işyerlerinden kaytardılar. Göz yumuldu. Öğretmen kontrolleri kâğıt üzerinde kaldı.
3308 sayılı yasa öğrencileri sanayiden, meslekten soğuttu. Meslek liselerinde devletin, genel liselere oranla on kata yakın para harcadığı gençler, eğitimleri ile ilgisiz uzman asker, güvenlik görevlisi, polislik (şimdi artık polislik eğitim fakültesi gibi üniversite mezunlarının hedefi) bekçilik, güvenlik görevlisi, uzman asker gibi benzeri işlere yöneldiler.3308 sayılı yasa, meslek liseleri için Alman Pastasıydı ve domuz yağlı pasta midemize oturdu.
Katsayı Yutturmacası
1997 sonrasında yıllarca “bizler meslek okuluyuz, meslek okullarına ayrıcalık yapılıyor” diye yeri göğü inleten imam hatipler neden şimdi “meslek okulu” olduklarını söylemiyorlar. Dereyi mesleki teknik liselerin sırtında geçenler sağlam yere ayak bastıktan sonra meslek liselerini unuttular. “Katsayı” yanlıştı. Ayrıca, mesleki teknik liseleri mezunlarını imam hatiplerle birlikte katsayı çuvalına atanların askerler değil, bakanlık bürokratları (hatta içimizden yetişenler) olduğu iddia edilmektedir. Bizim bürokratlar, imam hatipleri desteklemek için mesleki teknik liselerini feda etmişlerdir.
Modüler Eğitim
Modüler eğitim, örgün eğitim kurumlarında uygulanamazdı. Bir modülü öğrenen öğrencinin sertifika alarak ikinci modüle geçeceğini, birkaç modülden sonra öğrenci isterse aldığı sertifikalarla iş hayatına atılacağını anlatan bakanlık üst düzey bürokratları, modüler eğitime geçmiş meslek liselerinin genel ortaöğretim kurumları sınıf geçme ve sınav yönetmeliğine tabi olmalarının ne denli saçma olduğunu hiç düşünmediler. Yıllarca, hiç te bilimsel bir seçimle biçimlendirilmemiş modüller ile öğrenciler kobay olarak kullanıldı ve yakın zamanlarda (ki on beş yıl uygulandı) vazgeçildi ama bu saçmalığın hesabı sorulmadı. On beş yıl içinde yetişe (meye)n gençler, farklı alanlarda iş peşinde koşarken, devletin de velinin de onca masrafına yazık oldu. Doğaldır ki bunca kaybın hesabını soran olmaz.
Bugün, artık her mahallede bir üniversite, her kasabada bir fakülte (1990 larda en kolayı, bir lise binasında eğitim fakültesi açmaktı. Şimdi aynı tür binalarda hukuk ve mühendislik fakülteleri, hatta yakınlarda bir sağlık kurumu varsa tıp fakülteleri açılıyor.) açmanın sonucu sokakta, evinde, pazarda işsiz üniversite mezunları ve MEB’in önünde toplanan eğitim fakültesi mezunları görüyoruz. Yarın hukuk fakültesi mezunları Adalet Bakanlığının. Mühendislik mezunları Sanayi, Çevre vb bakanlıkların önünde, kadavraya bile dokunmadan okul bitirmiş doktorlar Sağlık Bakanlığının önünde toplandıklarında polis gücüyle mi önlem alacağız? Bunlar, devleti yönetenlerin kısa vadeli hesaplarının sonucu-dur ve gelecekte bu ülkeye konmuş nükleer bomba olarak karşımıza çıkacaktır. Uluslararası Terör Örgütleri artık dış güçlerin, “efendi devletlerin”, hatta uluslararası kuruluşların taşeronu olarak görev yapmaktadırlar. İslam adına ortaya çıkan Terör Örgütleri İslam ülkelerini kan gölüne çevirmektedirler. Tehlike kapımızda değil, içimizdedir. Bir an önce önlem almak ve gençlerimize iş alanı yaratmak zorundayız. İş insanlarımızın, mesleki örgütlerin bir an önce soruna çözüm aramaları gerekir. “İşyerimizde çalıştıracak çırak bulamıyoruz, işçi bulamıyoruz” , “Suriyeliler olmazsa işyerlerimiz kapanır.” “Afganlılar olmazsa hayvancılık biter” söylemleri kısa vadeli düşüncenin ürünleridir. Sorun hepimizin sorunu olduğuna göre geleceği de düşünmemiz gerekir.
MESLEK OKULLARIMIZIN İŞLEVİ NE OLMALIDIR?
Bir örnekle açalım: Çıraklık okuluna tornacı çırağı devam eder. Frezeci çırağı devam eder. Kalıpçı çırağı. Taşlamacı çırağı devam eder ve okulda, çalıştığı meslek dalında teorik mesleki eğitim alır. Çalıştığı meslek dalında kendini geliştirir. Mezun olduğunda da Tornacı, Frezeci, Kalıpçı, Taşlamacı Kalfası, daha sonra da eğitimini sürdürürse o mesleğin ustası olur. Dal eğitimi almıştır ve dalında kendini yeniler, geliştirir. Mesleki yaşamını çıraklıktan başladığı dalda sürdürür.
Meslek Lisesi Mezunu değişik dallara açılır, mesleki özgürlüğü daha fazladır. Temel bilgilerinden hareketle, yeni teknolojiler geliştirir, yeni iş alanları açar. Teknik bilgisi, çıraktan daha üstündür ve okulda aldığı mesleki temel bilgi ve becerisini değerlendirecek alanlar bulur, kısa süreli işbaşı eğitimi ile üretime katılır. Bu nedenle, Devlet- Sanayici Eğitim Ortaklığı belirli kurallara bağlanmalı, sanayiciler de meslek liselerinde eğitim konusunda söz sahibi olmalarının yasal çerçevesi oluşturulmalıdır.
MESLEK ÖĞRETMENİ YETİŞTİRME SORUNU ve TEKNİK ÖĞRETMEN OKULU
TYÖO açıldığından bu yana iki sorunla başa çıkamamıştır; ilki, okulun bir Kuruluş Kadro Kanununun olmayışıdır. İkincisi ise, mezunlarından sanayide çalışanlarının bir unvana sahip olmayışıdır. Öyle ki, bazı kuruluşlarda, kendi yetiştirdikleri teknikerlerin emrine verilmişlerdir. Gerçekte ise, kamu kuruluşlarında, üst düzey görev alanlar, emrinde mühendisleri çalıştıranlar ama unvanı olmadığı için sorun yaşayanlar olmuştur.
1982 de MEB’den alınan yüksek okullarla YÖK’e devredilip Gazi Üniversitesine bağlanırken, İstanbul’daki okul Marmara Üniversitesinin, Elazığ’da açılan okul Fırat Üniversitesinin birer Teknik Eğitim Fakültesi olurlarken fakülte yönetimleri Teknik Öğretmenlerin elinden alınır, akademik yükselme arzusunda olan ama teknik eğitimden habersiz akademisyenlere devredilir. Buna karşın okulun kadrosunda yer alan teknik öğretmenlerin birlikte hareket edememesi, çekememezlik, siyasi çekişmeler okulların ilgisiz akademisyenler elinde dönüşümüne yol açmıştır. Sonuçta da teknik öğretmenin üstünlüğü olan uygulamalı eğitim giderek ortadan kalkmış, sıradan bir mühendislik okulu olma kaygısı, fakülteye genel lise mezunlarının egemen olmasına, meslek lisesi mezunlarına kapıların kapanmasına yol açmıştır.
Teknik yüksek öğretmen okulunun kuruluşu ve gelişiminin değerlendirilmesi önemlidir. Okul, ilk olarak 1936 tarihli bir Talim ve Terbiye kurulu kararı ile Ulus semtinde bulunan Bölge Sanat Okulu bünyesinde 1937-1938 öğretim yılında Meslek Öğretmen Okulu olarak açılmıştır. Öğrenim süresi üç yıldır. 1947-1948 yılında teknik öğretmen okulu olarak öğrenim süresi dört yıla çıkarılmış, eski mezunlar da fark derslerini vererek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu mezunu olmuşlardır. 1937 -1950 döneminde okulun kurucu, koruyucu gücü M. Rüştü Uzel’di. (M. Rüştü Uzel’in arkasında Hasan Ali Yücel gibi bir bakan ve daha da ötesinde, M. Rüştü Uzel’le mesai arkadaşı gibi çalışan, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü vardı.) Okulun kuruluşunda, Avrupa’da eğitim görmüş öğretmen ve mühendisler, hatta teknik elemanlar görev almıştı. Ayrıca yabancı ustalar, teknik elemanlar getirilmişti. Okul, 1950 eylülünde, Uzel’in bakanlıktan uzaklaştırılması sonrası eski gücünü kaybetti.
Okula egemen olan güç, özel sektörde hatta devlet kuruluşlarında çok rağbet gören mezunları eğitim kurumlarında tutmak için başka yollar denedi. En kolayı eğitimin kalitesini düşürmekti. İki şeyi yaptılar; ilki 1955 yılına değin, mezuniyette “yeterlilik sınavı” vardı. Mezunlar Teknik Resim, Mekanik gibi mesleki teorik derslerden ya da atölye uygulamasından seçtiği bir dersten ayrıca sınava girer, bir çeşit “uzmanlık” belgesine sahip olurdu. Bu uygulamayı, günümüzün Yüksek Lisans Eğitimi olarak görmek mümkündü ama kaldırıldı.
Teknik Yüksek Öğretmen Okulları, tüm sorunlarına ve çoğunluğu çağdaş eğitime sıcak bakmayan, bilgi ve becerisini güncellemeyen öğretim elemanlarına karşın, mesleki teknik ortaöğretime öğretmenler yetiştirmede başarılıydı. Doğaldır ki, okulun kadrolarında, programlarında, uygulamalarında sorunlar aşılsa, özellikle endüstride görev alacak mezunlarına unvan verilmiş olsa çok daha başarılı olabilirlerdi. Ayrıca 1970 li yılların ortalarından başlayan siyasi kadrolaşmalarla “liyakat” yerini “itaat”a bırakmamış olsa mezunların başarıları tartışılmaz olurdu. Üstünlükleri vardı hem teoride hem de uygulamada, sanayide aranan elemanlar oluyorlardı. Tümüyle siyasileşmiş kadrolar, kendilerine itaat edecek insan yetiştirmeyi yeğliyorlardı. Ankara’daki tarihi okulun 1970’lerden bu yana “bir siyasi görüşün kalesi” olduğunu yadsımak mümkün mü?
1980 sonrası YÖK, bu memleketin geleceğine ihanet etti; ilk ve orta öğretimde öğretmen ihtiyacı var, diye illerden öte ilçelerde bile buldukları her binaya Eğitim Fakültesi açtılar. Aynı uygulama Teknik Öğretmen yetiştiren üç fakülte (Teknik Eğitim Fakültesi) yetersiz kalıyor diye, meslek lisesi bile açılamayacak yerlerde yirmi civarında fakülte açtılar. Bugün yüzbinlerce gencin en verimli çağlarında sokağa salınmasına neden oldular. Bir milli eğitim bakanı da çıkıp, hangi verilere dayanarak bu okulları açtınız, demiyor. Demesi de yetmez, o kararları alanlardan hesap sorulması gerekir, doğal olarak. Gelelim sonuca; TEF’lerin mezunları iş bulamıyor, diye, okulların atölye ve laboratuarlarını hurdaya devredip, ülkede, işsizlik ordusunda ön sırada yer alan mühendislere “herhalde nazire olsun diye” TEF’leri teknoloji fakültesi yapıp mühendis yetiştirmeye soyundular. Gözden kaçan bir şey daha oldu; TYÖO’larda, meslek lisesinden mezun öğrenciler kendi mesleklerinde sınavla alırken, TEF’lerde sınavlarda uygulamayı kaldırıp genel lise mezunlarına kapılarını açtılar. Yetmedi, mesleğinde yüksek okula giriş yerine puana göre meslek seçimini getirdiler. Şimdi ise, Teknoloji fakültelerinde mesleki teknik liseleri kontenjan ayrılmıyor. Fiilen meslek lisesi mezunlarının önü kapanmış durumda. Onlar da gidip astsubaylık okusunlar, genel bilgi öğretmeni (eğitim fakültelerine girme şansını elde ederlerse) olsunlar. Paralı asker (Uzmanlarda çoğunluk meslek lisesi mezunlarında) İlginçtir, meslek lisesi mezunları paralı asker olmaya can atarken sanayi sitelerinde İmam Hatip mezunları çıraklık yapıyor.
Bugün, mesleki teknik liselerine, çıraklık okullarına öğretmen yetiştiren bir kurum yoktur ve bir süre sonra emekli olacak teknik öğretmenlerin yerine yenileri nasıl bulunacak, yanıtı yoktur ve ne yazık ki önlem alacak makam da yoktur. Eğitim Tarihini okuyorum, araştırıyorum ama dünyanın hiçbir ülkesinde böyle saçmalığa rastlamadım. Bazı ülkelerde Eğitim Üniversiteleri var, bizde de olmalı. Aslında, yıllar önce, YÖK üniversiteleri çoğaltırken Gazi Eğitim Enstitüsü merkezli Gazi Üniversitesini Gazi Eğitim Üniversitesi yapabilirdi. Çevresinde Teknik Yüksek Öğretmen Okulları vardı. Eğitim fakülteleri vardı. Bir bölümü G.Ü. sine bağlandılar. Hatta Ankara dışında eğitim fakülteleri de eğitim üniversitesine bağlanabilirdi. Sonra Türkiye genelinde bir eğitim üniversitesi de yetmeyebilir, fazla sulandırmamak koşuluyla birkaç eğitim üniversitesi daha açılabilirdi. Eğitim üniversitelerinin fakültelerinin laboratuar sorunu da olmaz, liseler vb okullarda uygulama yapma olanağı sağlanırdı. Tüm bunların aksamaması için de eğitim üniversiteleri ile MEB arasında iş birliği yapılır, yürütme kurulları oluşturulur, arz-talep kuralı dikkate alınır, MEB’in istek ve ihtiyaçları doğrultusunda fakülteler öğrenci alır, yetiştirir, mezun ederdi. Bugüne değin olmadı ama bundan sonra olması gerek. Birkaç üniversitemiz eğitim üniversitesine dönüştürülebilir, dönüştürülmelidir. Doğal olarak bu üniversiteler içinde dil ve edebiyat, fen, matematik, yabancı dil, teknik eğitim, mesleki eğitim, ticaret, turizm, sağlık ve tarım eğitimi vb. fakülteler açılmalıdır. Burada, yine coğrafi özellikler dikkate alınarak, örneğin Antalya civarında açılacak fakültelerde Turizme, sağlığa vb. öncelik verilirken doğuda hayvancılık, güneyde tarım fakülteleri yer alabilir.
Meslek öğretmenleri Teknik Eğitim Fakültelerinde yetişmiş ve yüksek lisansını seçeceği okul/dal üzerinde yapmış olanlardan seçilmelidir. Mesleki yüksek okullara gidecek gençlerin, mesleki orta öğrenimini bitirdikten sonra üniversite öncesi iki yıl sanayide çalışmış olmaları tercih nedeni olmalıdır. Üniversiteye gitmek isteyenlerin mesleki alt yapısı sağlam olursa ister öğretmen ister mühendis olsun, iş yaşamında başarılı olurlar.
-Genel Bilgi Öğretmenleri; TDE, Matematik, Fen gruplarında olan üniversite mezunu öğretmenler de yüksek lisansını meslek okulları üzerinde yaptıktan sonra bu okullara öğretmen alınmalıdır. Bugün, TDE dersinde kompozisyon vb çalışmalar yapılmakta ama bir öğretmen de öğrenciye, atölyede, laboratuvarda ne yaptığını, hatta işini, tezgâhını, atölye düzenini, temizliğini anlat, dememektedir. Oysa TDE öğretmeni meslek okulunu, atölye ve laboratuarlarını tanısa, öğrencinin okulda, işyerinde, hatta okulu bitirdikten sonra yapabileceklerini, muhataplarıyla (okulda atölye öğretmeni, işyerinde işveren, usta, kalfa, çırak ve müşteri) ilişkileri üzerinde çalışma yapsa, kompozisyon yazdırsa hem öğrencinin ilgisi artar hem de daha yararlı ve eğitimin amacına uygun olur. Aynı sorun matematik öğretmenleri için, fizik kimya öğretmenleri için, yabancı dil öğretmenleri için de geçerlidir. Matematikte teorik problemler yerine, atölyede malzeme hesabı, maliyet hesabı gündeme alınmalıdır. Fizikte kuvvetle, elektrikle, dayanımla atölyede iş, üretilen mal ve tezgâh arasında bağlantı kurulmalıdır. (Örneğin, atölyede yapılan bir okul sırasının, sandalyenin, masanın yük/dayanım hesabı mekanik dersinin konusu olmalıdır. Elektrikte, günlük yaşamla, okulla, hatta evle bağlantı kurulmalıdır. Diğer meslekler için de çok önemli bağlantılar kurulabilir. Motorlarda yağlamanın, soğutma suyunun sürtünme, aşınma sorunları kimyada, fizikte işlenmelidir.)
Meslek okullarında yabancı dil mesleki olmalıdır. Bunların gerçekleşmesi için de genel kültür öğretmenlerinin meslek okullarında dersi angarya olarak görmemeleri, hatta küçümseyenlerin de kapı dışı edilmesi gerekir. Çok duyduğumuz bir sözdür; meslek okullarında Türk Dili ve Edebiyatı dersine ne gerek var? Bunu söyleyen kişi, belki eğitim fakültesi mezunudur ama öğretmen olamamıştır. Öğretmenler kurullarında anlatmışımdır, genel lise hatta yüksek okul mezunu bir kişi devlet dairesinde, işinin özelliğine göre muhatap olduğu kişilerle kısa birkaç tümceyle işini anlatabilir ama işyerinde çalışan, ya da kendi işini kurmuş meslek okulu mezunu bir kişi, önce işyerinde çalışma arkadaşları ile, amirleri ile, sonra da müşterileri ile diyalog kurarken sade, anlaşılır bir dil kullanması, hele de müşterisine, yapacağı işi, siparişi inandırıcı bir şekilde anlatabilmesi gerekir. Bir motor tamircisi, müşteri karşısında kekelemeye başlar, söylediklerini toparlayamazsa müşteriye güven vermez, müşteri kaybeder. Peki, doğru konuşmayı, doğru anlatımı nerde öğrenecektir? Elbette ki öncelikle TDE dersinde ve diğer derslerde sözlü uygulamalarla. O nedenle diyebilirim ki meslek okullarında dil ve okuma alışkanlığı çok önemli ve gereklidir.
ABD’li dünyaca ünlü iş adamı Carnegie için “Fazla zeki bir adam değildir ama yanında kendinden zeki adamları çalıştırmasını bilir.” Derler. Bakanlık bürokrasisi, okul müdürlerini seçerken, kendilerinden daha zeki insanları seçmek, müdürler de okul içinde zeki insanları bulup müdür yardımcısı, şef seçmeleri gerekir. Ancak, üzülerek söylemek gerekir ki, bizimkiler “Carnegie” örneği yerine Osmanlı’yı örnek alırlar.
Avrupa’nın gerisinde kaldığımızın nedeni eğitimdir. Osmanlı, yükselme döneminde mesleki eğitimi gereksiz görmüş ve usta- çırak ilişkisine bırakmıştır. Genelde ise MEDRESE EĞİTİMİ’ni tercih etmiş ama medreselerde de “Akli Eğitim”in dışlanıp “Nakli Eğitim” le ve Hadis ilmiyle yetinilmesi, yetersiz müderrisler, hatta “müderris çocuklarının beşikten müderris olması”, gibi nedenlerle eğitim kurumları çağdaşlaşma yerine her türlü yeniliğe karşı çıkan, yeniçeri isyanlarını örgütleyen yobazlar/ miskinler ocağı olmuştur. Doğaldır ki aksine hareket edenler, dünyevi bilimlere ilgi duyanlar da olmuş ama susturulmuşlardır. Çağdaşlaşmada, çağdaş eğitimde neden başarılı olamadığımızın, örnekleridir, bunlar ve daha birçoğu.
Eğitimde zihniyet değişikliğine gereksinim vardır
Mustafa Kemal’den ders alınacak bir davranış; Mustafa Kemal bir akşam Çankaya sofrasına, Reşit Galip adlı genç bir doktor milletvekilini de davet eder. Gecenin ilerleyen saatlerinde tartışmalar milli eğitim bakanlığı üzerinde yoğunlaşır. Dr. Reşit Galip milli eğitim bakanını çok ağır şekilde eleştirir. Atatürk dayanamaz. Eğitim bakanı Harbiye’den hocasıdır. Reşit Galip’i uyarır ama R. Galip aynı sertlikle eleştirilerini sürdürür. Atatürk, sonunda Reşit Galip’ten masayı terk etmesini ister ama beklenmedik bir yanıt alır. “Bu masa milletin masasıdır. Ben kalkmıyorum. Rahatsız olduysanız siz kalkın.” Atatürk ilk kez, konuklarından önce masadan kalkar, konukları da masayı terk eder ama Reşit Galip masada sabahın ilk saatlerine kadar oturur. Sonra yaverden yedi buçuk lira borç alır, gider. Atatürk sabah durumu öğrenince kızmak bir yana üzülür. “Keşke daha fazla para verseydiniz! Belli ki yol parası bile yok.” der. Sonra ne olur. Üç ay içinde milli eğitim bakanı istifa etmek zorunda kalır. Mustafa Kemal’in bakan adayı Dr. Reşit Galip’tir ve doktor milli eğitim bakanı olur.
Bugün, eğitimle “İtaat et, Rahat et” felsefesiyle kul-köle yetiştirilmek isteniyor. Zengin, iktidar yanlıları, çocuklarını özel okullara, hatta yabancı ülkelerde üniversitelere gönderirken yoksul halk çocukları İmam Hatip okullarına, hatta son zamanlarda pıtrak gibi ortaya çıkan “medrese” adlı ne idüğü belirsiz merdiven altı kurumlarla “itaat et, rahat et (ama ne zamana değin)” mantığı ile yeni bir nesil yetiştirilmek isteniyor.
Bizim yönetim sistemimiz “İtaat et, rahat et” felsefesine dayanmaktadır. Dünyada teknolojik gelişme, itaat edenlerin değil, itiraz edenlerin, var olanla yetinmeyenlerin sayesinde yürümektedir. Bilim insanları, mucitler, hep olanla yetinmemiş, farklı fikirler ileri sürmüş, çoğu yaşadığı dönemde tepki görmüş, cezalandırılmıştır. Fakat tarih hep o insanları haklı çıkarmıştır. Eğitim, hele de mesleki teknik eğitim, düşünen, düşündüğünü açıklamaktan korkmayan, çekinmeyen, susmayan öğrencilere, öğretmenlere, yöneticilere muhtaçtır. Bugüne değin, öğrenciler susturulmaya, öğretmen ve yöneticiler cezalandırmaya çalışılmış ve egemen güç, düşüncesini zoraki olarak kabul ettirmiş, dolayısıyla suskun bir toplum oluşturulmuştur.
Mesleki teknik öğretim neden başarısız oldu? Neden üretici olması gereken bir eğitim sistemi tüketici oldu. (Olumlu bazı istisnalar da yok değil.)
Aşama aşama bu hale getirildik.
-Okul sanayi iş birliği olumlu gelişme olabilirdi ama yanlış uygulandı. Öğrenciler sanayi kuruluşlarına verilirken eğitim unutuldu. Öğretmenler eğiticilik görevi yerine gözlemci bile olamadılar.
-3308 sayılı Çıraklık ve Mesleki Eğitim yasası, meslek liseleri için olumsuz sonuç verdi. Mesleğin temel bilgi ve becerisini kavramadan işyerlerine gönderilen öğrenciler meslekten koptular.
-1978 – 1990 döneminde sınavla öğrenci alan okullar ilgi merkeziydi. Bu bakımdan öğrenci sayısı ve okul sayısının hiçbir altyapı araştırması yapılmadan, mesleki teknik eğitimin içeriğinden habersiz yerel yöneticilerin ve siyasilerin isteği ile artırılması eğitimin niteliğini düşürdü. Ayrıca, genel liselerde haftalık otuz iki saatlik ders yüküne karşılık meslek liselerinde haftalık elli (bazı bölümlerde elli bir) saat olması öğrencileri isyan ettirecek duruma getirdi. Doğal olarak başarıyı da düşürdü.
-1975’lerden başlayan, meslek lisesi öğrencilerinin üniversite yerine Eğitim Enstitülerine alınması ve sonucunda, birçok meslek lisesi mezununun, aldığı meslek eğitimiyle ilgisiz, sosyal bilimler, fen, matematik gibi alanlarda öğretmen olmaları meslekten soğumaya yol açtı. Aslında, biraz da siyasi nedenlerle açılan eğitim enstitülerinden mezun olan meslek lisesi çıkışlı öğretmenler meslek liselerinde görevlendirilerek yarar sağlanabilirdi ama öyle bir ayırım yapılmadı.
1980 sonra YÖK ve Üniversiteye giriş sınavlarında yaşanan hukuksuzluğa karşı çıkılmadı. Meslek lisesi mezunları, okumadıkları genel lise müfredatından sınavlara alındılar ve hukuksuz uygulama sonrası, teknik okullara / fakültelere giremeyen öğrenciler ilgisiz fakülteleri tercih etmek zorunda kaldılar. Oysa, kendi müfredatlarından ayrı bir sınav ve mesleki teknik eğitim yapan fakültelerde açılacak kontenjanla sorumlu tutulsalardı, mesleki ortaöğretim kurumlarında başarı daha da artardı. Olmadı ve bu hukuksuzluk, eşitsizlik özel dershanelerin ekmeğine yağ sürdü. Öğrenciler, (aslında tüm mesleki ve genel liselerde) son sınıfta öğretim yapılmamasını sağladı. Bu duruma karşı çıkması gereken MEB de son sınıflarda devamsızlığı çeşitli sahtekarlıklarla (sıhhi raporlar, devamsızlığın sayılmaması, yüksek öğretime giriş sınavını kazananlara kolay sınıf geçme, ek sınav, hatta kurul kararıyla mezun olma gibi) destek oldu. Böylece de MEB kendi müfredatını, öğretim programlarını, hatta lise son sınıflarda okutulan Atatürkçülük ve Türk İnkılap Tarihi derslerinin okutulmamasını (belki de bilerek, isteyerek) yok saydı.
Bugün, sanayide en çok kullanılan iş tezgahlarını bile tanımayan mühendisler yetiştirirken, meslek lisesi mezunlarının dört işlem bile yapamadığından şikâyet ediyoruz. Sorumlusu kim? İlkokulda Çarpım Cetveli öğretmeyi “ezberci eğitim” diye gereksiz gören bakanlık ve onun öğretmenleri değil mi?
Mesleki teknik öğretimde her kademede yönetimin çok büyük etkisi vardır. Askeri sisteme benzer. Öğretmen okulda, yönetim anlamında başarı gösterirse, şef, müdür yardımcısı, müdür olabilir. Salt sınav kazanılarak yönetici olunamaz. Atölye laboratuarlarda uygulamayı bilmeyen, döner sermayeden mali işlerden anlamayan müdürler başarılı olamaz ya da birilerinin, bir örgütün kuklası olur. Mesleki teknik eğitimde bakanlık bürokrasisine okullarda yöneticilik yapmış, deneyimli insanlar atanırdı. Okullardan giden sorunlar o bürokratlar tarafından çözülürdü. Hatta, iktidar değişikliğinde, genel müdür düzeyinde değişme olsa da daire başkanları, şube müdürleri değişmez, işler yürürdü. Sonra işin içine siyaset girdi. Bozulmalar oldu.
Uzun yıllar içinde edindiğim deneyimden ve gözlemlerimden çıkardığım sonuç, mesleğinde başarısız öğretmen, deneyimsiz, bilgisiz ve becerisiz yöneticiler, siyasilere sırtlarını dayayıp, sadece okullarda değil ilçe, il ve bakanlık bürokrasisinde çoğaldılar ve onlar çoğaldıkça da eğitimin niteliği dibe vurdu. Bir dönem makam odalarında masalardan, sehpalardan Zaman gazetesi eksik olmazdı. Şimdi Zaman yok ama Malum Sendika ve başka cemaatler var. Devr-i Ak döneminde üst kadrolar giderek “cemaatin”, sendikanın adamları dolduruldu. Tabanla ilişkiler kopma noktasına geldi. Bir bakan, “Ben bir gecede milli eğitimin hafızasını sileceğim,” demişti. Tüm kadroları boşaltıp alışılagelmiş genel müdür yardımcılığı, daire başkanlığı gibi unvanları kaldırarak, yüzlerce bürokratı “maaşlarına zam işlerine son” vermek gibi bir espriyi gerçeğe dönüştürüp kızağa çekti. Atamalarda “liyakat” yerine “sadakat” arandı. Hatta kızağa alınan bürokratlar, aldıkları zam ve mesai problemi olmamasına sevindiler. Milliyetçilikleri sözde kaldı. Eğitimde çöküş kimsenin umurunda olmadı.
İlçe ve ildeki “parti komiserleri” ya da “sendika ağaları” okulları yönettiler ve yönetiyorlar. Bugün “malum sendikanın üyesi olmayan” yönetici yok gibi.
Bugün, çıraklık eğitiminin, hatta mesleki orta öğretimin önünü kesen bir uygulama da Mesleki Yeterlilikler Yasasıdır. Yasaya göre, bir sürü firma, özel dershane, sürücü kursu benzeri, sanayide, inşaatlarda, vb işlerde çalışanlara sınavla Sertifika vermektedir. Sertifika sınavına gireceklerde herhangi bir eğitim belgesi aranmamaktadır. Okuma yazması olmayanla, üniversite mezunu aynı sınava girmekte ve sertifika almaktadır.
Mesleki Yeterlilikle sadece, çalıştığı dalda mesleki bilgi ve beceri zorunludur. Oysa tüm okullarımızın amacı, Milli Eğitim Temel Kanununda belirtildiği gibi, İyi İnsan, İyi Yurttaş ve İyi bir meslek elemanı yetiştirmektir. Okullarda okutulan teorik derslerle, uygulamalarla, sosyal ve sportif etkinliklerle bu amaçlar gerçekleştirilmeye çalışılır. Mesleki Yeterlilik Sertifikası ile belgelendirilen insanlarda İyi İnsan-İyi Yurttaş yetiştirmeyi nasıl sağlayacaksınız. Türk olmanın onurunu, Bayrağa saygıyı, Milli Marşa saygıyı ve geçmişimizle onurlanmayı nasıl sağlayacağız. Bazı bürokratların ve vakıf üniversitelerinin sürekli gündeme getirdiği Dünya Vatandaşı yetiştirmenin nasıl bir tuzak olduğunu nerde ve nasıl anlatacağız? Çocuklarımıza yurt sevgisini öğretemezsek yurdunu korumasını, savunmasını nasıl bekleyebiliriz? Günümüzde güzel örneklerini Suriyeli, Afgan göçmenlerle yaşıyoruz. Silah bırakıp kaçan askerlerini görüyor, duyuyoruz. Okullara bu nedenle gereksinim var. Öğretmenlere bu nedenle gereksinim var.
Son dönemde belki de en doğru uygulama çıraklık (mesleki eğitim merkezlerinin) okullarının Mesleki Teknik Öğretim Genel Müdürlüğüne bağlanmış olmasıdır. Ancak uygulama başarısız oldu. Okulları birleştirmek yerine birbirine karşı “iyiden iyiye rakip hale” getirdiler.
İlginç Bir Çırak Yetiştirme Uygulaması
MEB şimdi ilginç bir çözüm üretmiş gibi görünüyor. Meslek liselerinin içinde, dört yıl, haftada bir gün teorik eğitimle Çırak yetiştirdiğini sanıyor. Meslek liselerinde başarısız olan öğrenciler, aynı okul içinde Çıraklık okuluna aktarıldığında, 9 ve 10.sınıflarda, asgari ücretin 1/3 ü,11 ve 12. sınıflarda ise 2/3 ü denli ücreti İşsizlik fonundan alıyorlar ve bazı işyerleri, çırakların aldıkları üstüne herhangi bir ek yapmadan (deyim yerindeyse bedava) eleman çalıştırıyorlar. Hatta küçük işletmelerde, işletme sahibi ustanın hesabına yatırılan paranın çırağın eline geçmediği söyleniyor. Her ne şekilde olursa olsun, bu uygulama mesleki teknik öğretimin çöküşüne engel olamaz. Hatta tam tersine çıraklığı da tümüyle ortadan kaldırır. Küçük esnafa ve sanayi kuruluşlarına “TUİK İşsizlik Fonu” kullanılarak sağlanan destek çırak yetiştirme değildir. TUİK desteğiyle işyerlerine alınan elemanların birçoğu, TUİK katkısı bitince kapı dışarı edilecektir. Meslek Liselerinde ve Mesleki Eğitim Merkezlerinde başlatılan uygula-ma, meslek lisesi öğrencilerine cazip gelmekte ve lise eğitiminden kopmaktadırlar. Dört yıl sonra bu insanlara hem Ustalık hem de Meslek Lisesi Diploması verilmesi yanlıştır. Okulu bitirir bitirmez USTA olunamaz. Bu duruma esnaf sanatkâr örgütlerin karşı çıkması gerekir. Ancak bilinçli değiller ve kendi mensuplarını düşünmekten yoksunlar. MEB’in de, siyasi baskıyla ve bilgisiz bürokrasisiyle günü kurtarmaktan başka niyeti yok, ama eğitimin de uzun erimli bir eylem olduğunu bilmek istemiyorlar.
NELER YAPILMALIDIR?
- Bizde, Fransızlardan esinlenerek DUAL SİSTEM uygulanmaktadır ama giderek bu sistemden vazgeçilmelidir.
- Tüm ortaöğretimde, hele de bizim okullarımızda TEST denen ve dört harfle başlayıp bitirilen sınav sistemi yasaklanmalıdır. Testle yapılan sınavlar öğretmenleri de öğrencileri de tembelliğe sevk etmektedir. “Klasik Sınav” denen sistemle, öğrenci soruları okumakta, düşünmekte, kendi yazım becerisiyle yanıtlamakta, bu arada dil kurallarına, yazı yazma alışkanlığını sürdürmeye, düşünmeye, yorumlamaya çalışmaktadır. Öyle ki, artık eskilerde kalan “kopya hazırlama” işi bile kitap, defter karıştırmayı, okumayı, yazmayı gerekli kılmaktadır. Son yıllarda, öğretmenlerin dar görüşlülüğü, tembelliğe meyletmeleri, hazır-lanmış bir soru demetini sürekli kullanmaları, geçmişte olduğu gibi (o öğretmenler artık emekli oldular) saatlerce sınav kâğıdı okuma yerine ayaküstü yanıt anahtarı ile notlandırmaları sonucu, her şeyden önce okuma alışkanlığı olmayan, yazmayı unutan, a b c d fısıltısıyla sınav olduğunu inanmış nesiller yetiştiriyor, ondan sonra da o insanlardan “boş kafayla mezun olmuşlar” diye şikayetçi oluyoruz. Oysa “boş beyinler” öğretmeniyle, velisiyle, eğitim yöneticileri ile hepimizin eseridir. Çarpım cetvelini öğrenmeyi ilkokullarda eziyet kabul etme düşüncesi bugünkü “boş beyinlerin” sorumlusudur. Ezberci öğretimden vazgeçtik, diye kendimizi kandırırken bu ülkenin geleceğini karartıyoruz. Otuz –kırk önce, eğitim kalitemiz ABD okullarının çok üstündeydi, hatta “bir bürokratımızın deyimiyle” Almanya bile bizi kıs-kanıyordu ama şimdi! Dört işlemi, telefonu olmayan yapamayan yüksek okul mezunları ile karşı karşıyayız. Gerçeği görelim ve yanlışlardan dönelim.
- Mesleki Teknik Eğitime, ilkokuldan sonra “Sanat Orta Okulları” ile başlanmalıdır. Ortaokullarımız açılmalıdır. Tüm mesleklerde, hatta çağımız insanı, işi, uğraşısı ne olursa olsun, bizim geçmişte “El Tesviyeciliği” olarak adlandırdığımız uygulamalı eğitimi almalıdır.
- En kısa sürede MEB kontrolünde, bir Eğitim Üniversitesi açılmalı ve bu üniversiteye bağlı Politeknik/Teknik Öğretmen (adı ne olursa olsun) mesleki teknik eğitime öğretmen yetiştirecek bir kurum açılmalıdır. Bu kurumun eski TYÖO binalarında olmasının manevi bir değeri olacaktır. Okulda mutlaka İş Atölyeleri ve Laboratuarları bulunmalı, uygulama/atölye-laboratuar eğitim kadrosu meslek liselerinde atölye öğretmenliği yapmış olanlardan, hatta bir süre için yaş sınırı da olmaksızın, gerekirse emeklilerden (ücretli olarak) “okutman” görevlendirilmelidir. Uzun vadede ise bu kurumun öğretim kadrosuna, meslek liselerinde en az üç yıl çalışmış öğretmenlerden sınavla öğretim elemanı alınmalı, akademik çalışmasını yapmalıdır.
- Kurulacak okula, mesleki teknik liselerden teorik ve uygulama sınavlarından geçirilerek öğrenci alınmalı, gerekirse sanayide kendi mesleğinde sosyal güvenceli olarak en az iki yıl çalışmış olanlara ek puan verilerek öncelik tanınmalı, sanayi deneyimi tercih nedeni olmalıdır. (Unutulmamalıdır ki 1980’lere değin, Teknik Yüksek Öğretmen Okullarına iki aşamalı sınavla öğrenci alınırdı. Mühendis Okullarında (Yıldız –Fırat) meslek lisesi mezunlarına kontenjan ayrılır, yine iki aşamalı ve meslek derslerinden, meslek resimden sınavla öğrenci alınırdı.)
- Lisans eğitimini tamamlayanlara, lisansüstü eğitimle (bir ya da iki yıl) sanayide iş mühendisliği ve öğretmenlik unvanı verilmelidir.
- Lisansüstü /yüksek lisans eğitiminde dal eğitimi –yeterlilik eğitimi şeklinde gerçekleştirilmeli, bu arada öğretmen adayları okullarda, sanayide çalışmaya yönelenler sanayi kuruluşlarında çalışırken (bu adaylık dönemi olabilir) yüksek lisansını tamamlamalıdırlar.
- Eğitimini tamamlamış olanlar askerlik görevini okullarda ya da askeri- resmi hatta özel sanayi kuruluşlarında yapmalıdır.
- Meslek Öğretmen atamaları merkezi sistemle yapılmalıdır.
- Çırakların da eğitim alanında, yaş sınırı olmaksızın, önleri açılmalıdır. Çıraklık eğitimini tamamlayıp kalfa olmuş olanlar, hatta ustalık belgesi sahipleri, gece öğretimi gibi hafta sonu eğitimi gibi, iş yaşamlarını aksatmayacak bir eğitimle meslek lisesi mezunu olma hakkı verilmeli ve alanlarında, meslek lisesi mezunları gibi yüksek öğretim yapabilmeli, hatta meslek öğretmeni olarak çıraklık okullarında öğretmen olabilmeleri tercih nedeni olmalıdır.
- İki yıllık (Ön Lisans) Meslek Yüksek Okulları, bulundukları yörenin durumuna göre ve yörenin sanayi üretimi, tarımsal, hayvansal, doğal kaynakları ve geleceği öngörüsü ile gereksin-melerine göre açılmalıdır. Örneğin doğu illerinde hayvan yetiştiriciliği eğitim konusu yapılırken Ege bölgesinde Zeytincilik ve zeytin ürünleri (yağ, sabun vb) eğitim konusu olmalıdır.
- Meslek Lisesi, Çıraklık Okulu mezunları, isterlerse Akademik /Genel Lise fark derslerini verip Genel Lise Diploması alarak Üniversite sınavlarına girebilmeli ve her fakülteye girme şansı (sınavlarda başarılı olmak koşuluyla) elde edebilmelidirler. Üniversite için Olgunluk eğitimi verilebilir.
- Mesleki orta dereceli okullardan, çıraklık okullarından mezun olanların askerlik görevlerini sanayi kuruluşlarında çalışarak yerine getirmeleri uygun olur. Böylece hem gençler sanayi ile kaynaşır, üniversite kapılarını zorlamazlar.
- Meslek okullarında döner sermaye işletmeleri ile ilgili yasa ve yönetmelikler de günün koşullarına göre elden geçirilmeli, okul döner sermaye işletmeleri üretimle ar-ge çalışmalarını birlikte yürütmeli, Ar-ge çalışması öğretmenler için ödül/ terfi- unvan nedeni olmalıdır.
- 3308 sayılı yasa yeniden ele alınmalı ve tarafların katılımıyla değerlendirilip yenilenmesi için TBMM’ye bakanlık /bakanlıklar tarafından sunulmalıdır.
- Mesleki Teknik Eğitim pahalı bir eğitim sistemidir. Şu an, sanayi odalarınca, işletmelerce çeşitli adlarla açılmış Teknik Kolejlerin açılış amacı, sanayide ara eleman olsa da mezunları hep yüksek öğretime gitmektedir. İlk dönemler, öğretim kadrosu da öğrenciler hatta veliler de hep hevesli ve gayretli olur. Bir kurumun olgunlaşması yıllar alır ve birkaç dönem geçer. Giderek sıradanlaşır. Özel sektör, mesleki kuruluşlar bu yükün altından kalkamaz. OSB’lerde Çırak Eğitim Merkezleri ve İşletmeler Üstü Eğitim Merkezleri, Sürekli Eğitim Merkezleri hatta MYO’ları açılmalıdır. Açılmış olanlar desteklenmelidir. Ancak mesleki teknik liselerin yükü ve sorumluluğu MEB ye bırakılmalı, olanaklar ölçüsünde maddi destek sağlanmalı, kaynak aktarılmalı, öğrencilerin öğlen yemeklerine destek olunmalıdır.
- Mesleki Eğitimde Ulusallık ve yenileşme önemle ele alınmalıdır.
19.yy dan bu yana sürüp gelen bir yanlışımız var; Mutlaka bir başka ülkeyi örnek alıyoruz. Bugün, eğitimcilerin de ötesinde, ilgili ilgisiz hemen herkes PİSA değerlendirmelerine bakarak Finlandiya Modelini konuşuyor. Güney Kore modelini konuşuyor. Hatta Japon modelini önerenler var. Biz, Osmanlı döneminde Fransa’yı örnek alarak başladık. Almanya’ya döndük. Cumhuriyetin ikinci döneminde eğitimin Kâbe’si ABD oldu. Halen de bu ülkelere öykünüyoruz. Ancak, dikkate almadığımız İNSAN’ımız. Bizim insanımız, bizim aile yapımız, bizim toplumsal yapımız bu ülkelerin insanına da yapısına da benzemiyor. O nedenle Eğitim Sistemini silbaştan düzenlerken Türk İnsanının Swot Analizi”ni çıkarmamız gerek. Bu olmadığı için, Türkiye’de bugün “İŞE İNSAN – İNSANA İŞ” uyumsuzluğu var. Bu sorunun çözümü eğitim kurumlarında aranmalıdır. Okul, insanı işe hazırlamalıdır. Önemli olan, yasaların yürürlüğe konması, mevzuatın düzenli değildir. Önemli olan uygulamadır. Önemli olan yasaları, mevzuatı uygulayacak olan İNSAN’dır.
Millet İttifakı güzel bir fırsat yakalamıştır. Anayasayı değiştirecektir. Bu arada, muhalefet eğitim programına, Avusturya’da olduğu gibi eğitimle ilgili yasaların 2/3 çoğunlukla değiştirilmesini anayasaya koymayı eklemelidir.
Millet ittifakı en kısa sürede eğitimin içinden gelenlerin oluşturduğu Eğitim Komisyonu oluşturmalıdır. Komisyonda akademisyen, sendikacı ağırlığı yerine eğitimin mutfağından “okullardan” gelecek deneyimli eğitimcilere öncelik tanımalıdır.
Az zamanda çok kazanmak yerine uzun zamanda kazanma bilinci verilmelidir. Gündelik işler, moda işler yerine kalıcı ve geliştirilebilir mesleklere öncelik vermek gerekir.
Bunca sözden sonra İmam Hatip’ e neden değinmediniz, denebilir. Şurası iyi bilinmelidir ki İmam hatip okulları yeni bir yönelmenin mihenk taşı olmuşlardır. Hedefte “El Ezher Eğitim Sistemi” vardır. 957 yılından bu yana Sünni mezhep eğitimi veren El Ezher, dini ağırlıklı ilkokuldan ünversiteye eğitimin her kademesini kapsayan eğitim kurumudur. Ancak 1960 sonrası ABD El Ezher’de mühendislik fakültesi açmıştır. El Ezher rektörü (şeyhi) Mısır’da ayrı bir özelliğe sahiptir. Fetva verir. Bizde de ilk denemelerden biri Ayasofya İmamı idi. Tepkiler üzerine geri çekildi. İmam hatipler orta kısımları ile -ileride olanak bulurlarsa ilkokulları da olabilir- çeşitlendirilmiş (sosyal bilimler, fen bilimleri gibi) imam hatip okulları ve üniversiteleri ile El Ezher’in Türkiye versiyonunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar, eğer olanak bulabilirlerse! Bilinmesinde yarar var.
Umutlu olmak zorundayız ama umutlu olmak, “millet bahçesinde kek yiyip (Merak ediyorum, gerçek- ten kek yeniyor mu? AKM’nin rezil edilmiş millet bahçesinden geçtim ama kek yiyen görmedim!) yan yatarak yuvarlanmak değil. Umutlu olmak, en zor zamanlarda bile Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek alarak çalışmaktan sonra olur.
[1] E. Ziya Karal Büyük Osmanlı Tarihi TTK Yayını cilt 2 syf.181
[2] Osmanlı Modernleşmesi ve Midhat Paşa Bekir Koç T.İş.Kültür yayınları 2021İstanbul
[3] 157 YILLIK BİR EĞİTİM GELENEĞİ Mehmet Altun Darüşşafaka Cemiyeti Yayını Mart2020
[4] İzmir İktisat Kongresi Afet İnan TTK 1989 sy 46
[5] Age sy.50
[6] M.Şükrü Koç Emperyalizm ve Eğitimde Yabancılaşma Güven matbaası Ankara 1970 s.87
[7] Mustafa Sulubulut Eğitim Alanında Türkiye’ye Davet Edilen Yabancı Uzmanlar Yüksek Lisans Tezi Kırşehir 2014
[8] M.Sulubulut age s. 22-26
[9] M.Şükrü Koç age s. 82
[10] M.Sulubulut age s. 4
[11] M.Sulubulut age s. 5
[12] Fevzi Güven “Bir Teknik Öğretmenin Anıları” Kendi Yayını 2015
[13] MEM XIII. Milli Eğitim Şurası Yaygın Eğitim 15-19 Ocak 1990 Ankara sf. 254-255Dr. Cavit Sıdal’ın konuşması
[14] Daha sonra 2001 yılında 4702 sayılı kanunla çıraklık eğitimine yeni düzenlemeler ve yükümlülükler getirilmiş, söz konusu kanunun adı Mesleki Eğitim Kanunu olarak değiştirilmiştir