Toplumsal mücadele tarihinde büyük yenilgi dönemlerinde ya da içinde bulunulan örgütün ciddi hatalar yaptığı, devrimci rotasından saptığı dönemlerde, karamsarlık ve güvensizlik güçlenirken, örgütlü mücadeleden uzak durma yaygın eğilim olarak ortaya çıkar. Yakın tarihimizde 12 Eylül askeri darbesinden sonraki dönemde böyle bir durumu yoğun olarak yaşadık. Amerikancı darbe rejimi, bütün sol örgütler üzerinden meşhur deyimle “silindir gibi geçti”. Var olan Parti ve örgütlerin önemli bir kısmı tamamen dağıldı, varlığını bir şekilde sürdürebilenler ise oldukça daraldı. 1980 öncesinde sol parti ve örgütler içinde küçümsenmeyecek bir birikim örgütlenmişti. Sayı olarak en az yarım milyon kadar olan devrimciler- ki Türkiye’nin nüfusu o dönemde 45 milyon kadardı- bu gericilik döneminde örgütsüz duruma düştüler ve büyük çoğunluk sistem içine savruldu ve bir yerlere tutunarak hayatını idame ettirmek derdine düştü.
Aynı dönemde gericiliğin dünya çapında gerçekleştirdiği saldırının bir sonucu olarak ideolojik olarak da sisteme teslimiyet anlamına gelen “sivil toplumculuk” akımı gelişti. Aydınların önemli bir kısmı bu dönemde “hidayete erdi”. ‘Devrim yapmanın kendisi kötüydü zaten! Devrimlerle tarihin doğal akışına müdahale ediliyordu ve sonuç hep kötü oluyordu’ sivil toplumculara göre. ‘Devrim, kötü olduğuna göre devrimci örgütün de devrimcilik yapmanın da kötü olması kaçınılmazdı!’
Aslında bilindiği gibi bu teorilerin gerçek sahipleri emperyalistlerin bizzat kendileriydi. 1970’lerin sonlarında başlayan Neo-liberal gericilik saldırısının başını çeken ABD emperyalizminin, Samuel Huntington ve Francis Fukuyama gibi teorisyenleri “Medeniyetler Çatışması” ve “Tarihin Sonu” adlarıyla yayınladıkları kitaplarında, insanlığın Fransız Devrimi ile girilen çağda gerçek kimliğinden uzaklaştığını, milli ve sınıfsal devrimlerin insan doğasına aykırı olduğunu ve şimdi bu dönemin sonuna gelmiş olduğumuzu iddia ettiler. Onlara göre ‘Son iki yüzyıl içinde gerçekleşen milli ve sosyalist devrimler; insanoğlunun, doğasının temel özelliği olan kendini bir topluluğa- aşiret, etnik topluluk, mezhep, din veya bölge- ait hissetmesini inkar ediyordu ve insanlık şimdi kimlik aidiyetini her şeyin üzerinde tuttuğu yeni bir çağa giriyordu ve bu da medeniyetler çatışması şeklinde tezahür ediyordu. Dünya, bu kendi özüne dönüş hareketinin lideri olan ABD’nin öncülüğünde insanlığın ulaşabileceği nihai düzenin kurulacağı bir döneme gelmişti ve bundan sonra da tarihin gidilebilecek başka bir durağı yoktu!’
İşte 1980 sonrasında “sivil toplumculuk” adı altında yenilgi koşullarında Türkiye aydınlarını da etkileyen fikirlerin kaynağı bu teorilerdi.
Bu eğilim, maceracı ve halktan kopuk sol örgütlerin büyük yenilgisinin yol açtığı karamsarlık ve güvensizlik ortamında iyice güçlendi. Sonuç, özellikle aydınlar arasında teslimiyetçi eğilimlerin güçlenmesi ve bir yerlerden sistemin içine kapağı atmanın yaygınlaşması oldu.
Benzer bir eğilim, son yıllarda yaşadığımız gelişmeler içinde daha değişik bir şekilde yeniden yaşanıyor. Bundan on yıl önce halk muhalefetinin merkezi haline gelen Devrimci Parti, 2015 sonrasında dünyada, bölgemizde ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin sonrasında meydana gelen büyük alt üst oluş içinde rotasını şaşırınca ve sistemin en gerici partilerinden birine pratikte eklemlenince, önceki yıllarda bünyesinde örgütlediği on binlerce devrimcinin büyük bir hayal kırıklığına uğramasına ve karamsarlığa kapılmasına neden oldu. Elli yılın mücadelesi içinde büyük bir inançla bağlandıkları ve başarısı için ellerinden gelen her türlü fedakârlığı yaptıkları Parti’nin savrulduğu yer, bu devrimcilerin küçümsenmeyecek bir kısmında örgütlenme ve mücadeleye uzak durmak gibi bir sonuca yol açtı.
Nedenleri farklı ama sonuçları aynı olan bir durumla yeniden karşı karşıyayız.
Bütün bunlar devrimci anlayışa, Bilimsel Sosyalist teorinin rehberliğinde iki yüzyıla yakın bir süredir verilen mücadelenin kazanımlarıyla tekrar tekrar kanıtlanmış gerçeklerle çelişmektedir. Geçicidir ve önünde sonunda Devrimci’nin, ülkenin ve halkın ihtiyaçlarının omuzlarına yüklediği tarihi sorumluluğun gereğini yapmak üzere harekete geçmesiyle alt edilecektir ve edilmektedir. Ama şimdi, bu geri çekilme dönemlerinde ortaya çıkan ve devrimci tavır ve sorumlulukla bağdaşmayan kimi eğilimler üzerinde durmak yararlı olacaktır.
1.Örgütlü mücadeleden uzak durmaya başlayan birey, kendisini dünyanın merkezine koyma eğilimine girer. Önceden bir kolektifin içindeyken fikirlerinin bastırıldığını iddia etmeye başlar. Yaşanan yenilgi ve yapılan büyük hataların, hep kendisinin görüşlerinin dikkate alınmaması üzerine yaşanmış olduğunu düşünmeye başlar.
Örgütsüz kişi kaçınılmaz olarak bireycidir. Çünkü örgüte tavır alarak ve yerine bir alternatif koymayarak birey olarak yalnızlaşmıştır. Bu durumda Dünyaya içinde yer aldığı kolektifin penceresinden değil de kendine ait özel pencereden bakan kişi, kendisini her şeyin üstüne veya merkezine koyma eğilimindedir doğal olarak. Bu yaklaşım, rekabeti ve kârı, yani bireysel çıkarı her şeyin temeli olarak alan serbest piyasacı kapitalizmin ideolojisidir.
Bireycilik aynı zamanda insanın kendine de yabancılaşmasıdır. İnsan toplumsal bir varlıktır. Ancak bir topluluk içinde ve daha da önemlisi kaderini o topluluğun genel çıkarlarıyla birleştirdiği zaman kendisi olur. Çünkü milyonlarca yıldan bu yana kendisini var eden temel özellik budur. Son beş-altı bin yılın sınıflı toplum döneminde ortaya çıkan ve kapitalist sistemle birlikte doruğa çıkan bireyci eğilim ise insanı insan yapan temel özelliklerin reddedilmesidir. “İnsanı insanın kurdu yapan” bu eğilim, insan doğasına aykırı olduğu için de en başta o eğilimin içine giren insana zarar verir, kendine yabancılaştırır. Bu durumdaki kişi, gerçekte, içten içe aklını ve varlığını kemiren “kendisinin kurdu” olmuştur.
Aslında bireyin bu durumda içinde bulunduğu duruma ilişkin bilinci, sadece büyük bir yanılsamadan ibarettir. Kendisini dünyanın merkezine koyduğunu zanneden kişi, gerçekte o “serbest rekabet” dünyasının gerçek efendilerinin, güç sahiplerinin oyuncağı olmuştur.
2. Örgütlü Devrimci, bütün söylediklerinde ve yaptıklarında bir eksiklik olduğu, her zaman bütün söylediklerinin ve yaptıklarının daha iyisinin yapılabileceği, söylenebileceği ve yazılabileceği bilinciyle hareket eder. Onun için söylediklerinin ve yaptıklarının en başta arkadaşları olmak üzere herkes tarafından eleştirilmesini ister.
Örgütlü Devrimci Yunus gibi düşünür: “Her işim yanlış benim!” sözünde dile getirilen gerçek; en doğru, en mükemmel görünen görüşte, tespitte, tahlilde, politikada ve eylemde bile bir eksikliğin mutlaka bulunduğudur. Zamanla, mücadele içinde daha doğrusu söylenecek, yazılacak ve yapılacaktır. Ama o zaman bile yeni yanlışlıkların, yeni eksikliklerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Mükemmel doğruya hiçbir zaman ulaşılamayacaktır ama mücadele içinde mükemmele, her geçen gün biraz daha yaklaşılacaktır.
Newton’un söylediği gibi “eğer diğerlerinden ötesini görebildiysem, bu devlerin omuzları üzerinden bakabildiğim içindir.” Büyük bilim adamı, kendisinin büyük buluşlarının; kendisinden önce bu konularda çalışma yapan diğer bilim adamlarının sayesinde mümkün olduğunu söylemektedir.
İşte bu perspektifle hareket eden Devrimci alçak gönüllü olur, en yakın arkadaşları başta olmak üzere herkesten öğrenme perspektifi ile hareket eder.
Örgütsüz kişi, özellikle yıllarca örgütlü mücadele içinde bulunduktan sonra örgütsüzlüğü seçen kişi ise sözünün üstüne söz istemez. O, en doğruyu zaten bulmuştur ve bundan daha ötesi de yoktur.
3. Örgütlü mücadele içindeki devrimci, arkadaşlarına karşı özenlidir. Bilir ki mücadele başarı, ancak çok sayıda devrimcinin bir araya gelmesi ile, yani örgütlü güç ile başarılır. Çünkü toplumsal mücadelede başarı kuvvet ile elde edilir. Kişi ne kadar yetkin olursa olsun yalnız başına yaptıklarının bir sınırı vardır. Onun için verilen mücadeleye insan kazanmak önemlidir. Bireyciliği, hayata bakışının merkezine koyan kişi açısından ise insan kazanmanın bir önemi yoktur. Çünkü o, en doğruyu zaten bilmekte ve yapmaktadır. En doğruyu o bildiği için, başkalarının onun yanına gelmeleri de nasıl olsa gerçekleşecektir.
Ama bu da hayatın gerçeklerine uymaz. Böyle davranan bireyin yalnızlık denizinde boğulması kaçınılmazdır.
Ağızdan çıkan her söz, yapılan her eylem insan kaybetmeye değil, insan kazanmaya hizmet etmelidir. Geçmiş yüzyılın Devrim mücadeleleri içinde formüle edilen meşhur ilkeyi hatırlamanın zamanıdır. ‘Güç toplamaya hizmet eden söz ve eylem doğrudur; tersine topladığımız güçleri dağıtan söz ve eylem ise yanlıştır.’ Örgütlü devrimci bu gerçekten hareket eder.
Örgütsüz aydının böyle bir derdinin olamayacağı açıktır.
4. Örgütsüz kişi gelişmelere baktığı zaman hep olumsuzlukları görme eğilimindedir ve bu doğaldır. Çünkü yalnız başınadır ve sistemin önüne çıkardığı zorluklarla baş etmesi mümkün değildir. Onun için, içinde bulunduğu çaresizliği açıklayacak olumsuzlukları görmek için adeta çırpınır. Neden bir şey yapamadığının cevabını, en başta kendi bilinci ve vicdanında yaşadığı hesaplaşmada açıklamak için, var olan olumsuzlukları ve engelleri herkesten daha fazla görür ve hatta abartır. Hatta normal olarak hata olarak tanımlanamayacak ufak tefek yanlışlıkları büyütür, pireyi deve yapar.
“Koşullar tahmin edemeyeceğiniz kadar olumsuzdur, hiç kimseden hayır yoktur, insanlar çıkarcı, hilekâr ve güvenilmezdir. Herkes kendi derdine düşmüştür. Geçmişte yapmaya çalıştığımız her şeyin sonu hüsran oldu. Boşu boşuna yıllarımızı verdik. Bundan sonra da yeni bir mücadeleye atılsak sonuç gene aynı olacaktır, Vb. vb.”
Örgütsüz kişinin, kendisini mahkûm ettiği yalnızlık denizinde aklına gelenler bunlardır.
Örgütlü devrimci ise birinci olarak, bir kişinin yalnız başına sahip olabileceği olanaklardan çok daha fazlasına örgütü sayesinde sahip olduğu için zorlukların üstesinden gelebilme şansına sahiptir ve bundan dolayı iyimserdir. İkinci olarak örgütlü devrimci, kendine güvenin ve iyimser bakışın, yeni devrimcileri mücadeleye katabildiği ölçüde güçleneceğini bildiği için de her olaya, her gelişmeye iyi tarafından bakma, iyi olanı görme, öne çıkarma ve diğer insanların da olumlu-iyi yanlarını görme eğilimindedir.
Örgütlü devrimci hata ve eksikliklere, daha iyisini ve daha doğrusunu yapmak perspektifi ile bakar. Bunun mümkün olduğunu bilir. Çünkü, o hata ve eksikliklerin olduğu durumlarda bile gerçeğin sadece bunlardan ibaret olmadığını, hatta esas olanın daha güzel bir geleceği yaratacak kazanımlar olduğunu bilir.
Örgütlü devrimci, mücadele içinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan hata ve eksiklikleri geri durmanın gerekçesi yapmaz. Tam tersine daha fazla çalışarak, gayret göstererek kapatmaya çalışır.
5. Örgütsüz birey, kendisini küçük dünyasına hapsettiği için genellikle hemen yanı başında olan ve nesnel olarak kendisiyle aynı durumdaki insanlarla didişmeye başlar. “Hasım”ları kendisi gibi olanlardır. Çünkü gücü ancak onlarla “mücadeleye” yetmektedir. Küçük çiftçinin tarla komşusu ile kavga etmesi, küçük esnafın yanı başında aynı işi yapan diğer esnafı rakibi olarak görmesi, işyerinde aynı durumda olduğu mesai arkadaşının omuzuna basarak yükselme peşinde olan kişi vb. bunların hepsi sınıf bilincinden yoksun, küçük burjuvazinin dar bakış açısının sonucudur.
Örgütsüz birey ya da örgütsüz kalmış olan bir zamanların devrimcisi de sonuç olarak kendisini bu duruma düşürür.
6. Örgütlü olmak Partili olmak demektir. Parti’nin yerine başka herhangi bir örgütlenme – demokratik kitle örgütü, meslek örgütleri, sendikalar ve şimdi sosyal medya olanağından da yararlanarak gerçekleştirilen çok çeşitli platformlar vb.- ikame edilemez. Bazı devrimciler tarafından bu tür örgütlenmelerin içinde olmanın ve bunun Partili mücadelenin önüne bir konulması gibi bazı durumlarla da karşılaşabiliyoruz. Gerçekte bu da bir tuzaktır.
Söylediklerimiz söz konusu örgütlenmelerin önemli olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine Partili mücadelenin başarısı, Parti üyelerinin bu tür örgütlenmeler içinde yer aldıkları ve buralarda etkili oldukları oranda artar. Burada önemli olan birinci sıraya neyin konulacağıdır. Partili olmak, Parti disiplini içinde hareket etmek her şeyin başıdır.
7. Sistem, Partisinden kopmuş örgütsüz aydına çeşitli olanaklar sunar. Gazetelerde “muteber” köşesi olabilir, televizyonlara çıkabilir, ortada dolaştığı için her taraftan gösterilen “yakınlığın” ve hatta kimi “övgülerin” de muhatabıdır. Çünkü sistemin en istemediği durum, aydının, devrimci bir örgüt saflarında mücadele etmesidir. Bundan dolayı örgütlü mücadelenin kenarında duranı pışpışlamayı ihmal etmez.
Bu durumdaki aydın, kendisine olmadık meziyetler, değerler vehmeder ve bu şekilde çok daha “etkili” olduğunu savunur. Gerçekte ise sistem, onun öyle bir zanna kapılması için çalışmıştır.
Öte yandan örgütlü mücadele içinde olmak; sistem tarafından sunulan bütün bu olanakların yok olması, tam tersine içinde yer alınan örgüt önemli bir toplumsal güç haline gelmediği müddetçe, her tarafta akla gelebilecek her türlü zorlukla, engelle karşılaşmak anlamına gelir.
Bir tarafta engeller ve zorluklar, özveri gerektiren bir hayat; öte yanda sunulan olanaklarla sistem içinde risksiz bir hayat! Örgütsüz aydının önündeki seçenekler bunlardır. Kısacası devrimci olmak ya da sistemin bir parçası olmak…
8. Örgütsüz kişiye neden örgütsüz olduğunu sorarsanız alacağınız cevap, kendisinin de örgütlü olmak gerektiğini bildiğini ve bunu savunduğunu ama ne yazık ki içinde yer almaya layık bir örgüt bulunmadığı için kendisi örgütsüz olduğudur. Böyle bir örgüt çıktığı an o da hiç tereddüt etmeyecek ve örgütsüz durumuna son vererek saflardaki yerini alacaktır!
Örgütsüz kişinin hayalini kurduğu o “mükemmel” örgüt hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Mücadele eden, hata ve eksikliklerle her zaman malul olacaktır. Zamanla hata ve eksikliklerini görecek ve giderecek ama bu sefer de yeni hata ve eksiklikler ortaya çıkacaktır. Ve hayat bu şekilde devam edecektir. Devrimci, ancak bir örgüt içinde yer aldığı zaman var olan hata ve eksiklikleri giderilmesinde verdiği mücadele ile olumlu bir rol oynayabilir. Dışardan bu hata ve eksiklikleri sürekli olarak sayıp dökmekten başka bir iş yapmayan kişi ise söz konusu eksiklikleri gidermeye katkıda bulunmak bir yana, tam tersine mücadelenin dışında olduğu için nesnel olarak o hataların varlığını sürdürmesine ve büyümesine katkıda bulunmuş olur.
9. Niçin örgütlü olmak gerekiyor? Daha doğrusu ele aldığımız konu açısından sorarsak; niçin Partili olmak gerekir? Herkesin bildiği bir temel gerçeği burada bir kez daha hatırlatarak yazımızı bitirelim. Gerçek hayatta bu gibi durumlarla sık sık karşılaşabiliyoruz. Şimdi de hayatın ve mücadelenin bu temel gerçeğini, kendimize tekrarlamamız gerekiyor. Düşman örgütlüdür. En başta baş düşmanımız olan emperyalizm, dünyanın en büyük örgütlü gücüdür. Kumanda ettiği devasa mali gücü, dünyanın dört bir yanını ahtapot gibi sarmış istihbarat örgütü, en son teknoloji ürünü silahlarla donatılmış büyük bir savaş makinası ve elindeki bütün olanakları seferber ederek dünyanın bütün ülkelerinde kendisine bağladığı ajan şebekelerinden oluşan bir örgüt vardır karşı tarafta. Devrimimizin baş düşmanı emperyalizmin bu örgütlü gücüne ek olarak, ülkemizde çıkarlarını emperyalizmle iş birliği yapmakta gören Orta çağ güçleri ile işbirlikçi ve asalak burjuvazinin sistemin efendileri olarak sahip oldukları örgütlü gücü de hesaba katmak gerekiyor.
Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye’de yaşamak; ancak karşımızda bulunan bu büyük kuvveti alt edecek gücü bir araya getirmemiz durumunda mümkün olabilir. Elbette haklı olmak, halkın ezici çoğunluğunun çıkarlarını savunuyor olmak bu mücadelede dayandığımız ve düşmanımızla mücadelede en büyük güç kaynağımızdır. Ama haklı olmak ve milletin çıkarlarını savunuyor olmak yalnız başına çok fazla bir şey ifade etmez.
Bundan dolayıdır ki büyük ustalar bundan 170 küsur yıl önce “kime sosyalist denir” sorusuna, “Sosyalist bir Partiye üye olan kişiye Sosyalist denir” cevabını vermişlerdir. Yani Bilimsel Sosyalist literatürü yalayıp yutmuş olmak, herhangi bir kitle örgütünde ya da meslek örgütünde çalışıyor olmak, ya da bir zamanlar sosyalist bir siyasi yapılanma içinde yıllarını geçirmiş olmak vb. vb. “sosyalist” olmak için yetmiyor.
Bugün, “Sosyalist” adını hak edebilmek için; Sosyalist bir Partinin üyesi olarak örgütlü mücadele içinde olmak gerekiyor.