100. YIL SOHBETLERİ- Prof. Dr. Bilsay KURUÇ İle Cumhuriyet’in Devlet-Toplum Diyalektiği: Dünü Bugünü Yarını

Cumhuriyet’in 100. Yılında 100. Yıl Sohbetleri I / Prof. Dr. Bilsay KURUÇ

Bilim ve Sosyalizm Dergisi olarak, ocak sayımızdan itibaren “Cumhuriyet’in 100. Yılında 100. Yıl Sohbetleri”ne başlıyoruz. Bu kapsamda Genel Yayın Yönetmenimiz Kaan EROĞUZ’un değerli hocamız, iktisatçı Prof. Dr. Bilsay KURUÇ ile yaptıkları görüşmeyi okuyucularımızın ilgisine sunuyoruz.

                                                                                                                      Bilim ve Sosyalizm 

Somut Durumun Somut Tahlili

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: Cumhuriyet’in 100. yılına, 2023 yılına girmiş bulunuyoruz. Bu yıla pek de aydınlık, Cumhuriyet’in 100. yılına yakışır bir iklimde giremedik ne yazık ki. 20 yıldır Türkiye’yi yöneten siyasal İslamcı iktidarın her geçen gün artan gerici dayatmaları, Cumhuriyet’e yönelik karşı devrimci saldırılar, dışa bağımlı ekonomik büyümenin neticesinde ülke ekonomisini Cumhuriyet’in en ağır ekonomik krizlerinden birinin içine girmesi ve halkın artan yoksulluğu… Tüm bunları ve bizi 2023’te nelerin beklediğini konuşacağız ancak bundan önce 1923’ü ve 1923’ün bu topraklarda yeşerttiği birikimi ortaya koyalım istiyorum. 1923’te ne oldu? 100. yılına giren Cumhuriyet’imizin geride bıraktığı tarihselliği nasıl yorumlayabiliriz?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: 1923’ü birçok yönüyle konuşmak mümkün ama her şeyden önce 1923, tarihimizdeki ilk büyük devrimdir. Bunun özelliğini 100. yılda düşünmek lazım. Büyük Usta’nın dediği gibi somut durumun somut analizini yapmak gerekiyor. Somut durumun somut analizi, eğer olgu ve olaylara zamanın akışı içinde bakabilirsek yapabileceğimiz bir şey. Eğer zamanın akışını dikkate almazsak, somut durumun somut analizi çok yüzeysel bir fotoğraftan ibaret kalır. Dolayısıyla zaman akarak ne getirdi? Zaman neyi tasvir etti? Neyi biriktirdi? ona bakarak 1923’ü anlayabiliriz. Çünkü o takdirde tarihin itici güçleri ortaya çıkabilir. Esas mesele burada. Bu dikkate alınmadığı takdirde oportünizme kayma tehlikesi vardır. Yani “Mevcut durumu idare edelim.” ve “Bu durumu dondurmaya çalışalım.” bakışı hâkim olabilir. Cumhuriyet, mevcut durumu idare edelim, mevcut durumu donduralım demedi. Tasarlanmış bir şekilde Mustafa Kemal’in zamanın akışı içinde “Ne, neyi tetikleyerek yapıyı değiştirebilir?” bakışıyla bir devrime götürüldü. Demek ki Mustafa Kemal, yöntem olarak mevcut durumu daima değişen zaman içinde nasıl analiz edebiliriz diye baktı. O bakımdan da devrimci bir anlayışla baktı. Bakış devrimciydi. O bakışın içerisine, değişen durumu nasıl anlayabiliriz, daha ileri nasıl gidebiliriz, gerekirse nelerden taviz verebiliriz bakışı da dahildir. Onun için ödünler de söz konusu olabilir ama amaç daima ileri gitmektir. Bu bakımdan Cumhuriyet bir devrimdir.

Mustafa Kemal, İstanbul Boğazı’nda düşman kuvvetlerinin savaş gemilerini görüp “Geldikleri gibi giderler!” dediği anda mücadeleye başlıyor. Ve düşman kuvvetleri de geldikleri gibi gidiyor. Düşman kuvvetlerinin geldikleri gibi gitmesiyle fiili olarak sona ermiş Osmanlı saltanatının geldiği gibi gitmesi özdeşleşecektir. İkisi beraber gidecekler. Mustafa Kemal öyle görüyor meseleyi. Bu nedenle Samsun’a geçiyor. Mustafa Kemal sadece emperyalizmin kuvvetlerine karşı değil, içeride de Osmanlı’nın Sevr’e uygun olarak kalmasına karşı bir iç savaş veriyor. 1923, emperyalizmin bu iç ve dış düşmanlarına karşı verilen savaşın 1922’de başarıya ulaşmasıyla kazanılmıştır. Mustafa Kemal, İzmir’e girdiğinde “İşin askeri kısmı bitmiştir artık siyasi savaş başlıyor.” demiştir. Bunu dediği anda saltanatı kaldırması gerekiyordu. Bunu tamamlayan ikinci adım da daha sonra halifeliğin kaldırılması oldu. Saltanatı kaldırdıktan sonra yeni devleti ve yeni toplumu kurmak için yine emperyalizmle karşı karşıya geldi, masaya oturdu; Lozan’da. 8 ay sürdü o görüşmeler. Bu, emperyalizmle son ve en büyük meydan muharebesiydi. Çünkü burada doğrudan doğruya emperyalist kuvvet İngiltere ile çarpışıldı. Burada devrimin sürdürülmesi ve bağımsızlık için belirli tavizler de verildi. Ancak yine de bu tavizler, Lenin’in Brest-Litovsk Anlaşması’nda verdiği tavizlerle kıyaslandığında çok küçük kalmaktadır. Dolayısıyla 9 Eylül 1922 tarihi ile Cumhuriyet devriminin gerçekleştiği 29 Ekim 1923 tarihleri arasındaki yaklaşık bir yıl, özel bir Mustafa Kemal yılıdır. Adını böyle koymak lazım. Ancak emperyalizmin Türkiye üzerindeki emelleri elbette 1923 ile bitmedi. Emperyalizm vazgeçmiyor, Lozan’da vazgeçmedi, Cumhuriyet’ten sonra da vazgeçmedi, 100 yıl sonra da vazgeçmediğini bugün de kanıtlıyor.

Devrimin Süreklilik Taşıma Zorunluluğu Var

Zamanın akışı içerisinde emperyalizm yeni senaryolarla ve yeni senaryoların yeni aktörleriyle karşımıza çıkar. Dolayısıyla karşımızda zaman zaman sönmüş gibi görünen fakat altındaki kor devamlı olarak ısıtılan bir emperyalizm sorunu vardır. 100. yılda bunu anlamak gerekiyor. Devrimin süreklilik taşıma zorunluluğu var. Çünkü dünyadaki kapitalist gelişme 19. yüzyılın ikinci yarısında bir emperyalizm mertebesine çıkmıştır, günümüzde o mertebeden inmemiş daha da o mertebenin üzerine çıkmış durumdadır. 150 yıldır dünyadaki kapitalist-emperyalist gelişme bize bunu gösteriyor. Kapitalizm geçen tarihsel süreçte kendisini güçlendirmiştir ama yine büyük ustalardan birinin dediği gibi kapitalizmin dünya üzerinde zayıf halkaları bulunmaktadır. İşte Osmanlı Devleti, çöküş sürecinde tarihteki zayıf halkalardan biriydi ve ondan sonraki yüzyıl boyunca da zayıf halkalar zayıf olmaya devam etti. Çünkü karşımızda sabit bir fotoğraf yok. Sermaye birikim süreci çeşitlenerek, farklı damarlara yönelerek gelişmeye devam ettiği sürece zayıf halkalar yaratmaya da devam etti. Çünkü bünyesinde kriz taşıyor. Kendi içerisinde taşıdığı gibi bu krizleri ihraç da ediyor. Zayıf halkalara ihraç ediyor, ondan dolayı zayıf halkalar hep var. Bugünkü Türkiye gibi. Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda 1923’ü daha iyi anlarız.

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: O zaman tam buradan yani Türkiye’nin “zayıf halka” haline geldiği karşı devrim sürecinden devam edelim hocam. Türkiye’de karşı devrimi tarihsel olarak ne zaman başlatabiliriz? Karşı devrimin dayandığı sınıfsal kompozisyon nasıl açıklanabilir?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Cumhuriyet bir devrim olarak ortaya çıktığında karnında bir diyalektik taşıyordu. Bir hareket yani. Bu hareket olmadan Cumhuriyet kendi kendini var edemezdi. Bu hareket, toplumla devlet arasında sürekli bir diyalektik, sürekli bir ilişki ve dinamizm zorunluluğu gerektiriyordu. Eğer toplum-devlet diyalektiği kesilirse ki bunun toplum tarafından gelmesi, toplum tarafından canlandırılması gerekir. Yani toplum bacağını esir alırsak bu diyalektik kesilmiş olunur. İşte karşı devrimin ana stratejisi bu. Toplum bacağını esir almak. Toplum bacağını esir aldığımız zaman Cumhuriyet’in devrimci kökünü kurutmuş olursunuz. Onun için bu diyalektiği sürdürmek önemlidir. Bunu iki temel noktada gözlemliyorum. Sembolik olarak ilk defa 1923’ün şubat ayında toplanan İzmir İktisat Kongresi, toplum-devlet diyalektiğini oluşturmaya yönelik önemli bir hamleydi. Bu anlamıyla aslında İzmir İktisat Kongresi, milli kurtuluş mücadelesi boyunca devam eden kongrelerin sonuncusuydu. Bu kongre toplumun nasıl örgütlenebileceğini ortaya koyan bir kongreydi. Toplumun örgütlenme potansiyelini ortaya koymaya yönelik bir ilk deneme hamlesiydi. Ancak bana göre devlet-toplum diyalektiğini oluşturmaya dönük ilk esas girişim, 1940’ta başlayan Köy Enstitüleri girişimiydi. 1942 Teşkilatlanma Yasası ve 1945’te Bizans’tan gelen toprak mülkiyetini değiştirme hamlesiydi. Dolayısıyla köyü yönetmeyi öngören Köy Enstitüsü adımıyla bağımsız çiftçi yaratmak için Bizans’tan gelen toprak mülkiyetini değiştirmeyi amaçlayan, çiftçiyi topraklandırma ve bağımsız çiftçi ocakları kurma yasası bir kıskacın iki bacağıydı. Bu proje, İsmet Paşa tarafından ustaca kurgulanmıştı. Burada mesele sadece öğretmen yetiştirmek meselesi değildi. Köyü yönetme, köye girme girişimiydi. Bu bakımdan İsmet Paşa’nın 1942 yılında Köy Enstitüleri Müdürü Tonguç’a ve Tarım Bakanı Hatipoğlu’na söyledikleri önemlidir. İsmet Paşa, Tonguç’a “Neden 20 enstitüden ibaret, 60’a çıkarmamız lazım.” diyor. Hatipoğlu’na da “200 bin topraklı çiftçi” hedefinden bahsediyor. Şimdi bunlar, İsmet Paşa’nın aklındaki kurguyu gösteriyor. İsmet Paşa bunun için en doğru zamanı seçmeye çalışıyor. Tabi burada da bir paradoks var çünkü o yıllarda dünyada İkinci Dünya Savaşı yaşanıyor. İsmet Paşa eğer Türkiye’yi savaştan uzak tutma başarısını gösterebilirse aynı anda o tarihe kadar toprak sahiplerinin direnciyle gerçekleşememiş olan toprak, köy ve tarım meselesini halledebileceğini düşünüyor. Bu bir savaş kurgusu. Burada bir savaş var. Toprak mülkiyeti savaşı. Aynı zamanda burada yine bir devlet-toplum diyalektiğini kurma arayışı var. Bu arayış gerçekleşemedi, çünkü emperyalizm bunu gördü ve kesti. Kesince ne oldu? Bir köylüler ülkesinde, köylülerin bilinçlenmesinin ve devletle bağ kurabilmesinin önü kesilmiş oldu. Bu bağın kesilmesini sınıfsal olarak vesayetin ilk kez ortaya çıkışında görüyoruz. Çünkü vesayet önledi bu bağın oluşmasını. Toprak sahipleri, Tüccar, Mareşal Fevzi Çakmak yönetimindeki ordunun üst kademesi ve o dönemde CHP’nin ağırlıklı kadroları. Bu sınıfsal kompozisyon devlet-toplum diyalektiğinin kurulmasını önledi. Bu önlenince biz Demokrat Parti ile birlikte şekilden ibaret bir demokrasi yılları (!) yaşamaya başladık. Burada tarihin akışı içinde toplumun gerçek taleplerini ve çıkarlarını bastırmış oldular. Devlet-toplum diyalektiğini yeniden oluşturmaya yönelik bir diğer girişim 1961 Anayasası oldu. 1961 Anayasası bu diyalektiği yarattı.  Ondan dolayı bugünün karşı devrimci siyasi topluluğu 1961 Anayasası’nı her fırsatta kötülüyor. 1961 Anayasası topluma adeta ilk defa “Bak işçi sınıfı sahneye çıktı, yeni bir dille konuşuyor, bu dili öğenin!” dedi. Toplum bu dili hızla öğrenmeye başladı. Topluma bu dili öğrenebileceği asli hakları 1961 Anayasası ile sunuldu. Bu devlet-toplum diyalektiğinin kurulmasını sağladı. Bu tabi yine emperyalizm için tehlikeliydi ve yaşanan çatışmalar ve gerçekleşen darbelerle bu yükseliş tekrar önlendi. Bu dönemde haklarını öğrenen işçi sınıfıyla Cumhuriyetçi aydınlar birbirini tanımaya ve anlamaya başladı. Bu tarihimizde toplumun ilerici güçlerinin ittifakının oluşmasını sağladı. Aydınlar işçi sınıfını, işçi sınıfı ise Cumhuriyet’i anlamaya başladı. Bunu devlet-toplum diyalektiği yarattı. Bu diyalektik 12 Eylül askeri darbesiyle siyasal olarak, 24 Ocak Kararları’yla da ekonomik olarak kesildi. Bu dönemde Türkiye’de sermaye çevreleri bu bağın kopmasına büyük hizmetler de bulundu ve karşı devrim safların da yer aldığını sonraki organik gelişim sürecinde de kanıtlayacak icraatlar da bulundu. 12 Eylül sonrası alınan ilk kararların çalışma haklarını yok etmek, işçi sınıfını baskılamak, üniversitelerin özerkliğini kaldırmak ve gençliğin toplumsal eylemliliğini yok etmek üzerine kurulu olması bu bakımdan şaşırtıcı değildi. Somut durumun somut analizi bize bunu söylüyor.

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: Türkiye’de başlayan karşı devrim sürecini günümüze getirirsek, AKP’nin 20 yıllık iktidarı bu sürece hangi açılardan nasıl katkılar sundu? Bugün karşı devrim süreci hangi aşamadadır?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Türkiye’nin sermaye sınıfı kendi siyasal partisini kuracak olgunluğa erişmemişti. Yani İngiliz kapitalizminin belirli bir olgunluğa erişmesi sonucu ortaya çıkmış olan bir İngiliz Muhafazakâr Partisi yoktu. Almanların Hristiyan Demokrat Partisi’ne de bu gözle bakabiliriz. Türkiye sermaye sınıfı AKP iktidarına kadar böyle bir partiden yoksundu. Birikim için siyasetin ne kadar gerekli olduğunu öğrenmemişti, hazır istiyordu, gelişmemişti. Gelişmemişliğinin arayışı içinde kendisine dışarıdan denizaşırı kuvvetler tarafından AKP sunuldu. Böylelikle AKP, Türkiye’de kapitalizmin partisi oldu ve doğal olarak kapitalizmin ve dünya sermayesinin istekleriyle git gide özdeşleşen Türkiye sermayesinin taleplerine cevap verdi. 20 yıllık AKP hükümetinin performansı budur; Türkiye sermayesinin özlemlerini karşılamak. Bu durum, dünya kapitalizminin yeni dünya düzeni senaryosuyla da uyumluluk gösterir. Nedir o yeni dünya düzeni? Borçlanmadır, “dolarlaşmadır.” AKP’nin bu ekonomik tercihleri Türkiye’deki yeni siyaseti beslemiştir. Yani sermaye sınıfının aradığı partiyi donatmıştır. Bu donanımda finans sermayesi önemli bir rol oynamıştır. Çünkü finans sermayesi, doların Türkiye’ye sokulmasını sağlamıştır. Borçlanma ekonomisinin oluşmasında ABD’nin özel konumu merkezi önem taşımaktadır. “Wall Street, Amerikan Hazinesi ve Amerikan Merkez Bankası (FED) üçlüsü” gerek ABD’nin ekonomi politikalarını gerekse de dünya ekonomisini dizayn etmiştir. Türkiye gibi ülkelerde borçlanma ekonomisinin işlemesi, toplumu üretimle değil, spekülatif kaynak sunarak zenginleştiren bir modelin oluşmasını sağlamıştır. Bu modelin sonuçlarını günümüzde daha iyi görüyoruz. Kapitalizmin bağrında bir kriz taşıdığını görüyoruz. İşte 2008 krizinde yaşananlar bunun ispatıdır. 2008 yılında bu sistem çökmüştür. ABD’nin ilk işi bu çöküşe karşı finans sermayesini kurtarmaya çalışmak olmuştur. Bu krizin ve ABD tarafından alınan önlemlerin Türkiye’ye ve diğer zayıf halkalara yansıması çok daha yıkıcı sonuçlar doğurmuştur. Yaşadığımız bu sonuçlardır.

2023, Cumhuriyet Devrimi ile Karşı Devrimin Karşı Karşıya Geldiği Yıldır

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: Tam da bu noktada şunu sormak istiyorum Bilsay hocam; 1923’ün ekonomi politiği neydi? Cumhuriyet’in devletçi-kalkınmacı ekonomi modelini bir iktisatçı olarak nasıl yorumluyorsunuz? Bugüne geldiğimizde Cumhuriyet’in en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyoruz. Bugünkü krizin dinamiklerini nasıl yorumluyorsunuz?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: 1923’ün ekonomi politikası bugünün tam tersidir. 1923’ün politikaları yeni devlet ve yeni toplum kurmanın politikalarıydı. Bu tabii ancak bağımsızlıkla olabilirdi ve öyle oldu. Bir köylüler ülkesinde basit tarım yapan, mülkiyet ilişkileri Bizans’tan kalma, ziraatçısı olmayan, ortakçı ve maraba üzerinden düşük/basit tarım yapan bir ülkeydi Türkiye. Yani 1923’te kentleri besleyecek, artık yaratacak, sanayisini kuracak bir yapı yoktu ortada. Cumhuriyet’in 1920’lerde başlattığı Demiryolları hareketi ve 1930’larda başlattığı sanayi hareketi birleşmiş ve devletçi bir ekonomik sistemin oluşmasını sağlamıştır. Bu sistem 1930’lu yıllarda uygulanan politikalarla somutlaşmıştır ancak 1939 yılında başlayan savaş ile durmak zorunda kalmıştır. Bu zorunlu duraklama, Türkiye sanayisinin oluşmasını ve en önemlisi önceki soruda açıklamaya çalıştığım toprak devrimini gerçekleştirmesini engellemiştir. Türkiye’nin zayıf halka haline gelmesi toprak yapısını değiştirememesinden kaynaklanmıştır. Günümüze yaklaşacak olursak; 1980’den sonra Türkiye’de ortaya çıkan zayıf halka, temel haklardan yoksun bırakılma sonucu ortaya çıkmaktadır. Öyleyse bugünden itibaren Cumhuriyetçi ve toplumcu düşüncenin ve eylemin ilk hedefi, öncelikle temel hak ve özgürlüklerin toplumca özümsenmesini sağlamaktır. Yani onurlu yaşamak, sağlık hakkı, eğitim hakkı, bilim ve aydınlanma hakkı, çalışma hakkı gibi hakların toplumca özümsenmesi gerekmektedir. Bunları özümseyememiş bir toplum için sanayi lükstür. Ondan dolayı toplumun haklarını özümseyebilmiş olması hayatidir. Bunun sağlanmasının önündeki engel nedir? Engel, diyalektiğin kesilmiş olmasıdır. Topluma bütün bu hakları unutturulmuştur. Onun yerine “borçlanma hakkı” verilmiştir. Topluma borçlanarak ipotekli konutlar verilmiştir. Bu toplumun “Mülk sahibi oldum.” yanılsaması yaşamasına ve kapitalist sistemin içerisine girmesine sebep olmuştur. “Balon bir refah oluşmuştur.” Türkiye’de toplum bu sayede ilk defa, daha önce edinemediği mallara ulaşmaya başlamıştır. AKP’nin aldığı yüksek oy oranlarının başlıca dinamiği budur. Eğer toplum haklarını aramak gibi bir yanlışa(!) düşerse finans sermayesi anında “gel borçlarını öde bakalım!” ikazında bulunacaktır. Borçlu insan baş kaldıramaz. Borçlu insan haklarını arayamaz. Bugün toplum, kapitalizmin esiri olmuştur. Toplumla birlikte Türkiye’de resmi/düzen içi siyasal partiler de kapitalizmin esiri olmuştur. 

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: Son olarak, siz de gerek yazılarınızda gerekse de 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu etkinliklerindeki konuşmalarınızda sıklıkla 2023 yılının önemini vurguluyorsunuz. 2023 yılı neden önemli? 2023 yılında ülkemizi neler bekliyor?

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: 2023 her şeyden önce Cumhuriyet’in 100. yılı olduğu için önemlidir. İkinci olarak ise; Cumhuriyet devrimi ile karşı devrimin karşı karşıya geldiği yıl olduğu için önemlidir. Yani karşı devrim Cumhuriyet’i tamamen silmek isteyecektir. Çünkü karşı devrim cephesi günümüzde geniş bir cephe haline gelmiştir. Bugün Türkiye’de siyasi partilerin çoğunluğu karşı devrim cephesindedir. Dolayısıyla karşı devrim cephesi geniş bir cephedir. Ancak sermayeye bağlı olduğu için “kof” bir cephedir. Bunun karşısında Cumhuriyet, insanları bilinçlendirebildiği ölçüde güçlenecektir. Bunu yapabildiği ölçüde geleceğin toplumu ve sosyalizm konuşulabilir.

Bilim ve Sosyalizm Dergisi: Cevaplarınız ve değerli vaktinizi ayırdığınız, düşüncelerinizi bizimle paylaştınız için teşekkür ederiz hocam, sağ olun…

Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Ben teşekkür ederim. 

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir