Sosyalist Cumhuriyet Partisi Neden Var?

ANADOLU SU DEĞİRMENLERİNDEN KARMAŞIK MÜLKİYET İLİŞKİLERİNE… SOSYALİZM-KEMALİZM…

Değirmenciliğin emek dışında bir girdi maliyeti olmadığını vurgulamak için, Bayburt ve Erzurum’da denir bu söz: “Su vurir (vuruyor), daş dönir (taş dönüyor).”

Bu kötü bir şey değildir aslında, değirmenci suya bedel ödemez, öğüttüğü unlardan hak alır, o hak, emeğinin hakkıdır. Bayburt’un bazı köylerinde eskiden değirmenciler, yoksulun öğütülmüş unundan hak da almazlardı, Orhan Hakalmaz adlı halk müziği sanatçısının soyadı da buradan gelir.

Bu Anadolu gerçeği çerçevesinde, Karl Marx’ın “Yel değirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise sınai kapitalizm toplumunu” savı doğrulanmamaktadır. Anadolu değirmenciliği feodal bir toplumu değil, bir hak toplumunu verir bize.   

Toparlar ve genelleştirsek, deriz ki: Keşke tüm alanlarda su vursa taş dönse, üretim olsa… Ve üretimin maliyeti gerçek ve ucuz olsa. Ama suya kimse konmasa, su kamunun olsa… Kamunun izniyle yarara sunulsa…

“Bugünün ekonomik ilişkileri sizin oraların değirmenlerindeki ölçüde yalın değildir, karmaşıktır. Böyle hak toplumu diyerek bir yere varamazsın!” uyarısı, yerinde bir uyarıdır, biz de zaten bu yazımızda bu karmaşık ilişkileri irdeleyeceğiz, konumuz bağlamında. 

Ama önce Ceyhun Atuf Kansu’yu da bu ilişkiler, sosyalizm ve Kemalizm çerçevesinde bir dinlememiz gerekli.

Neden? Çünkü o 1919 doğumlu. Çocukluk ve gençlik yıllarında Cumhuriyet’le birlikte büyümüş. Ailesi Cumhuriyet’i ve devrimleri gönülden desteklemiş. Atatürklü ve İnönü’nün tek parti yıllarını ve İkinci Dünya Savaşı yıllarını yaşamış, biliyor. Ardından gelen Demokrat Partiyi de. Ve o yılların düşünce akımlarını, tartışmalarını… Ve Türk Devrimine sımsıkı sarılıp, kendini solda konumlandırmış bir aydın o. O’nun sosyalizme değgin dedikleri çok önemli. Okuyalım bu “önemli”leri:

Türk devrimi benimsenmeden, Türk devriminin yapı taşları korunmadan, batı devriminin tarihsel uzantısı olan sosyalizmin, kendi toprağımızdaki yerli köklerine kavuşamayacağına inandım. Hele, Anadolu halk tarihinin özündeki ‘toplumsal öğreti’yi Türk devriminin köktenci çizgisine bağlamadan ‘kitap sosyalizmi’nin halkın dışında kalacağını, kendi yaşantımla, kendi deneyimlerimle öğrendim. Bir kural doğuyor belki bu deneyimlerden: Gerçekleşmiş bir devrim kendi yapısını kurmadan, yeni bir devrimin temelini atamayız; her yeni aşama toplumun, halkın yaşantısına, toprağına derinden işlemesine, yerleşmesine bağlıdır. Cumhuriyet devrimi ya da Atatürk’ün devrimi yadsındı mı, her yeni ikinci deney, kendi köprü ayaklarını yıkmış olur.

Halk yönetiminin getirdiği düşünsel özgürlük günlerinde yaşadığım en güzel deney budur ve bir eşitlik düzeninin kapısını açmak için kullanılabilecek sol anahtarını ben, Türk devriminin hakça özünde buldum.

Kimse, insanlık tarihinde ve batının endüstrileşme süresinde sosyalizm akımının varlığı ve hele insan katlarının dengeye yönelik özgürlük hak savaşındaki yerini yadsıyamaz. Ve gene kimse, halk yönetimi isterken, çağdaşlaşma diye bir süreci öne sürerken ve hele özgürlüğü savunurken sosyalizmin kuram ve uygulamalarını bir yana atamaz.

Burada benim bir diyeceğim de şudur: Gene hiç kimse, kendi ulusal halk tarihini ve yaşanmış ulusal devrimi çiğneyip hiçe sayarak, zorbalıkla ve halkın üstünde, halkın dışında sosyalizm kuramaz.

Bir başka şeyi daha söylemek istiyorum: Sosyalizm ne bir büyü ne bir öç almadır. Küçük kentsoylu için bir duyarlık sığınağı, yoksulluk ve ezinç çekmişler için de bir duvar tüfeği değildir. Sosyalizm, insancı bir bilinç ve halkçı bir uygulamadır ve ille karşıt uygulamayı da halk oyuna açık tutan bir ‘demokratik’ seçenektir. Duyarlık ve tüfek uygulayamaz onu, halkın seçimi ve isteği uygular ve ulusal tarihin gerçeğini, insanın kişisel özgürlüğünü koruyarak.”[1]

Evet yukarıya aldığım bu görüş ve düşünceler çerçevesinde bugünlere gelelim ve bugünün sosyalist partilerine bir göz atalım, bakalım neler demekte, hangi çözümleri önermekteler:   

Yeni TİP’den başlayalım, en uçta onlar duruyor:

“Sosyalizmin ön koşulu, siyasal iktidarın, işçi sınıfı tarafından, partisi öncülüğünde ve farklı halk kesimlerinin katılımıyla gerçekleştirilen bir devrimle ele geçirilmesidir. Bu siyasal devrimi, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmesini ve üretim ilişkilerinden başlayarak tüm toplumsal ilişkilerin değiştirilmesini sağlayacak olan toplumsal devrim süreci izleyecektir. Sosyalizm, kapitalist toplum ile sınıfsız toplum arasındaki, siyasal devrimle başlayıp toplumsal devrim süreciyle devam eden geçiş ve mücadele evresidir. Kapitalist devlet mekanizmasını parçalayarak ve ücretli emek sömürüsünü sürdürmek isteyen karşı-devrimci güçleri bastırarak sosyalist demokrasiyi kuracak olan işçi sınıfının bu evredeki temel görevi, kendi ülkesinde sosyalizmin kuruluşunu ilerletmek ve sınıfların tümüyle ortadan kaldırılmasını sağlayacak olan dünya devrimi için mücadele etmektir.

(…) ‘Herkese emeğine göre’ ilkesi geçerli olur ve bedelsiz olarak tüm yurttaşlara sunulan ürün ve hizmetlerin kapsamı olanaklar ölçüsünde genişletilir. Bu amaçlara ulaşılabilmesi için, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilir, tüm toplumsal kaynaklar tüm yurttaşların katılımına dayanan merkezi planlama yoluyla kullanılır. Sosyalist toplumda merkezi planlama, kullanım değerlerinin üretimini temel alır ve insanın doğanın bir parçası olduğu bilinciyle insan sağlığını, çevreyi ve doğayı koruyacak gerekli önlemlerin alınmasını kapsar.”[2]

Ne diyor: “Üretim araçlarının özel mülkiyetine son vereceğiz.”[3]

Peki kimin olacak o zaman emek-sermaye-girişim-toprak’tan oluşan üretim araçları? Kamunun ya da daha açık deyimle ve tarihsel birikimiyle devletin.

Tüm üretim araçlarının özel mülkiyetine son vermek doğru mu acaba? 

Bu bağlamda Oscar Wilde’ın, Metin Çulhaoğlu’nun ve Zekeriya Sertel’in yazdıklarını okuyalım:

Oscar Wilde, “Sosyalizm ve İnsan Ruhu” adlı yapıtında “doğru” diyor, kesin çözümünün özel mülkiyeti ortadan kaldırmak olduğunu belirtiyor. Çünkü özel mülkiyet “var olma”yı değil, “sahip olmayı” önceliyor. Özel mülkiyet kalkınca, şunlar yaşanacak Wilde’a göre: “Pis kokulu küçük odalarda yaşayan ve kokuşmuş paçavralar giyen kimse olmayacaktır, olanaksızlığın ortasında ve tiksindirici bir çevrede büyümek zorunda kalmış, açlıktan bir deri kemik çocuklar görülmeyecektir. Toplumun güvenliği, şimdiki gibi, havanın durumuna bağlı olmayacaktır. Dondurucu soğuklar bastırdığında yüzbinlerce kişi işsiz kalmayacak, sokaklarda sefil bir halde dolaşmayacak ya da çevreden sadaka dilenmeyecek veya bir lokma ekmek ve gece başını sokabileceği pis bir yer bulabilmek için kapı kapı gezmek zorunda kalmayacaktır. Toplumun her üyesi genel refah ve mutluluğu paylaşacak ve soğuklar bastırdığında bile bunun kimseye zararı dokunmayacaktır.

Diğer yandan sosyalizm, sırf insanı bireyselliğe yönlendireceği için bile değerli olacaktır.

Sosyalizm, komünizm ya da adına ne denirse densin, bu sistem, özel mülkiyeti kamu mülkiyetine dönüştürerek[4] ve rekabet yerine iş birliğini getirerek toplumu tamamen sağlıklı bir oluşuma, olması gereken asıl durumuna döndürecek ve toplumun her üyesinin maddi refaha kavuşmasını sağlayacaktır.”[5]

Gelgelelim Wilde’ın bir konuda yaptığı uyarı var: Sosyalizm “Otoriter” olmamalı: “Sosyalizm otoriter olursa, günümüzde siyasi güce sahip iktidarlar gibi, ekonomik güçle donanmış iktidarlar bulunursa, kısacası Endüstriyel Tiranlıklar ortaya çıkarsa, bu durumda insanın son durumu, ilkinden daha kötü olacaktır. Otoriter sosyalizmin işe yaramayacağı açıktır. Var olan sistemde birçok kişi biraz özgürlük, biraz ifade özgürlüğü ve bira mutlulukla yaşamını sürdürebilirken, bir endüstriyel kışla ya da ekonomik tiranlık sisteminde kimse bu özgürlüklere sahip olamayacaktır.”

Metin Çulhaoğlu ise otoriterliği, eşdeyişle hak ve özgürlüklerde sosyalizm lehine ayarlamaları gerekli görüyor: “Sosyalizm, kapitalizmin bir temel özgürlüğünü ve bir temel hakkını ortadan kaldırarak işe başlar. Yani sosyalizm, insanın emek gücünü herhangi bir yasal yaptırım olmadan bir meta olarak satma ‘özgürlüğünü’ ortadan kaldırır. İkincisi, özel kişilerin özel mülkiyet yoluyla servet biriktirip bu servetle başkalarını çalıştırma ‘hakkını’ da ortadan kaldırır. Hani diyalektik dediğimiz, kimilerine çok esrarengiz gelen o kelime var ya; en basit örneklerinden biri buradadır: Çok daha fazla insanın hak ve özgürlüğünün gerçekleşebilmesi için, sınırlı sayıda insanın belirli hak ve özgürlüklerinin inkâr edilmesi gerekir.”[6]

Oscar Wilde bu yapıtını 1891 yılında yazmış ve “otoriterleşme” konusunda uyarmış sosyalistleri. Ama sosyalizm bunu hiç duymamış, Çulhaoğlu’nun dedikleri yapılmış, yani hak ve özgürlükler sosyalizm uğruna hep kısıtlanmış.

Sonunda kaybeden sosyalizm olmuş.

Mülkiyet ilişkileri konusuna dönelim yeniden: Sosyalist fetvacı Prof. Dr. Kurthan Fişek, “100 Soruda Sosyalist Devlet” adlı kitabında bakınız neler diyor: “Sosyalist üretim ilişkileri, burjuvazinin egemen olduğu bir toplumda, kapitalist üretim ilişkileri ile yan yana yürüyemez.”

Başka iddialar da olmuştu: SSCB deneyinin hayranı olan ABD’li sosyalist yazar Leo Huberman, “Sosyalizm, kapitalizmin yırtıklarının yamanarak düzeltilmesi değildir”[7] diyordu. Elbette yırtık düzeltme değildir sosyalizm, ama şablon ve dogma da değildir. Ve sosyalizmin de yırtıkları olmuştur. Örnek verelim: Zekeriya Sertel, her şeyi devletin yaptığı bir ekonomik düzenin aksayan yanlarını SSCB’ye gidip, kalıp, gözlemlemişti. Şunları anlatır Sertel: “SSCB’de esnaf yoktur, cam kırılırsa camcıya gidip yeni bir cam taktıramazsınız. Camcı yoktur, marangoz yoktur ve çilingir yoktur. Bu eksiği her mahallede bir ev idaresi kurmakla kapatmaya çalışmışlar. Bu ev idaresi mahallenin bütün ihtiyaçları ile uğraşır. Şikâyetler oraya yapılır. İdare, elindeki ustaları gönderir. 

Evinizde boru patlar, etrafı su basar. Ev idaresine başvurursunuz:

-Bugün ustalarımız meşgul, yarın sabah göndeririz, derler. 

Ertesi sabah beklersiniz gelen giden olmaz. Tekrar telefon edersiniz:

-Evi su bastı, adamlar gelmedi.

-Kusura bakmayın… Falan yerde başladıkları işi bitirememişler. Oraya gittiler, yarın gelirler.”  

İşte biz bu gerçek ve ayıp olan aksamalar nedeniyle “Atatürk Ekonomisi ve Beş Destan Adam” ve “Atatürk Ekonomi ve Milliyetçilik” adlı kitaplarımızda Karma Ekonomi’yi savunduk, sonra da “Rafine Sosyalizm” adlı kitabı yazdık.

Devlet ya da kamu, ekonomide hep olmalı ama hep o olmamalı, özel girişim de bulunmalı, özel girişimin gücünden ve atılganlığından da yararlanılmalı.

TKP’nin faturasız ve piyasasız düzeni

Ve bir de “faturasız ve piyasasız düzen” iddiaları… “TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Tele 1 Televizyonunda katıldığı bir programda, Türkiye ve dünyadaki ekonomik çıkmazların çözümünü ‘Faturasız ve piyasasız’ bir düzen ve yaşama bağladı. Öteki sosyalist katılımcılar da buna itiraz etmediler.

‘Faturasız’ ne demek ne kastediliyor, önce onu irdeleyelim. Yani demek istiyor ki Sayın Okuyan; elektrik, su, doğalgaz gibi temel gereksinmeler parasız olacak, eve fatura gelmeyecek.

İlk bakışta güzel, çekici bir öneri… Ancak o hizmetlerin bir bedeli var, o bedeli nereden ve nasıl karşılayacaksınız? 

Kemal Okuyan şunu diyebilir tam burada ‘E canım biz geldiğimizde zaten tüm gelirleri devlet toplayıp tüm emek haklarını da devlet takdir edeceğine göre, o dediğiniz hiç sorun olmaz…’

Olur. Başlangıçta olmasa da bir yerden sonra çökertir sizi, SSCB’de olduğu gibi. Ya da bugünün bakkal dükkânlarının bile devletin olduğu tek kişiye tapınılarak[8] yönetilen Türkmenistan’da olduğu gibi. Türkmenler, SSCB’den ayrılıp bağımsız oldukları 1991 yılından birkaç yıl öncesine dek faturasız düzen uyguladılar; elektrik, su, doğalgaz hepsi parasız yani faturasızdı. Ama sonra bu uygulamadan vazgeçmek zorunda kaldılar.

Gelelim piyasasız düzen savunusuna Sayın Okuyan’ın. 1920 yılında, liberalizmin yılmaz savunucularından Avusturyalı iktisatçı Ludwig von Mises sosyalizmin teknik ve iktisadi olarak uygulanamaz olduğunu öne sürdü. Piyasasız düzen olamazdı, merkezi planlama ise kesinlikle başarısız olurdu. “Farklı ürünleri ortak birim cinsinden, yani fiyatlarıyla ifade etmeden planlama yapmak Mises’e göre olanaksızdır. Tükettiği ürünlerin sınırlı çeşitliliğini gözeterek belki bir hane halkı için bunun mümkün olduğu kabul eder Mises, ancak bir ekonomide eş zamanlı olarak üretilen milyonlarca mal hakkında bilgiyi elde edip, ortak bir birim kullanmadan hesaplama yapabilecek olan bir insan aklı yoktur.

Kitabını 1920 yılında yazdığını düşünürsek Mises’e kısmen hak verebiliriz. Gerçekten de sayısı milyonları bulan ürünlerin meydana getirdiği denklem sistemlerini elle çözmek hemen hemen imkânsız gibidir. Yine de plan hedefleri bir kez belirlendikten sonra yapılacak hesaplamaları kolaylaştıracak önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Tam da bu ve benzeri sorulara (beş yıllık kalkınma planları bağlamında) çözüm arayan Sovyet matematikçi Leonid Kantorovich, geliştirdiği doğrusal programlama (linear programming) yönteminin ilkelerini 1939 yılında sunmuştur. Plan hedefleri tespit edildikten sonra mevcut bilgisayar teknolojisiyle kaynakların hangi iş kolunda, ne miktarda ve nasıl kullanılabileceğini belirlemek oldukça kolaylaşmıştır.”[9]

Sovyetler Birliği’nde kitlelerin tüketim ihtiyaçlarını, dolayısıyla ihtiyaç malları üretimi ve ürünlerin fiyatlarını Gosplan adı verilen devlet kuruluşu belirledi ve bu uygulama büyük ölçüde yürüyor göründü. Ne var ki bu “yürüme” tartışılmadı, eleştirilmedi, sorgulanmadı. 

Ve bir zaman geldi ki, bu uygulamanın sorunsuz yürümediği, proletarya diktatörlüğü zoruyla yürütüldüğü görüldü. Çünkü, Sovyet Ekonomisi dışa kapalıydı, dünyanın kullandığı dağıtım ve pazarlama tekniklerini bilmiyordu, sanayisi teknolojik atılım amaçları taşımıyordu, uluslararası piyasalarda diğer ülke malları ile rekabet edemiyordu, kendi kendine yetiyordu o kadar. Kendini ısıtan sobaya benziyordu, sıcağını dışarıya yansıtamıyordu, yansıtma gereği duymuyordu.

Şu denilebilir tam burada: “E canım SSCB halkını aç ve çıplak bırakmamıştı, herkesin aşı ve işi vardı, dışarının da canı cehenneme…”

Keşke öyle olsaydı… Öyle olmuyor ama… Kapitalizmle amansız bir rekabet ve savaş içindesiniz. Onu ekonomik olarak yenmeli, kendi savınızı kabul ettirmelisiniz. 

Yenemediniz, kabul ettiremediniz. 

Yani haklı olduğun alanda bile yenildin, rakibinin gücünü ve savaşım yöntemlerini yeterince öğrenemediğin için.  

Bazı yazarlar Gosplan ve Cybersyn[10] Planlama Sistemleri’nin bugün daha rahatlıkla uygulanabileceğini öne sürüyorlar. Bugünün bilgisayarları eskiden bir saate yapılabilen işlemleri 1 saniyede yapabiliyor. Dahası, robotlar kullanılıyor üretimde, yapay zekâ tartışılıyor ve internet denilen harika buluş, artık üretim, dağıtım ve pazarlamada da kullanılabiliyor.

Bu bağlamda Alp Altınörs’ün yazdıklarından alıntılar yapmak daha yararlı ve güncel ayrıntılar verecektir bize:

“Marx’ın ünlü deyişinde olduğu gibi ‘Toplumsal ilişkiler üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdır. Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar, kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştirmek için de bütün toplumsal ilişkileri değiştirirler. Eldeğirmeni size feodal beyli toplumu verir; buharlı değirmen ise sınai kapitalistli toplumu… Ve robotlu sanayinin, internetin, yapay zekânın olduğu bir toplum aynı ölçüde kapitalizmle bağdaşmaz ve yeni bir üretim biçimine, sosyalizme geçiş için toplumu ileriye doğru zorlar. 

Bu durum, kapitalistlerin, insanlığın önüne bolluk toplumu imkânını çıkaran robot teknolojisini üretime uygulama konusundaki ilgisizliğini de açıklar. Kapitalist sanayi üretimi, mümkün olan en geri tekniğin, ne ucuz, en örgütsüz işgücünün olduğu ülkelere kaydırmaya devam etmektedir. Yaşamın birçok alanında kullanıma giren robotların üretimde kullanımı olağandışı biçimde sınırlıdır. Robotlu üretime geçiş anlamına gelen ‘4.Sanayi Devrimi’ üzerine çokça kitap yazılmakta, konferanslar düzenlenmekte, ama pratikte Çinli köle emeğiyle üretim yapılmaya devam edilmektedir. Hatta sermaye yatırımları ücretlerin nispeten yükseldiği Doğu Çin’den, Bangladeş, Orta ve Batı Çin gibi daha ucuzu işgücü alanlarına kaydırılmaktadır. Zira robotların üretime uygulanması, sermayeye dayalı üretimin altını oymaktadır. Bu durum, kapitalizmin kendiliğinden yıkılmasına götürmeyecektir kuşkusuz, ama onu derin bir çürüme eğilimine sokmakta, yol açtığı krizler ve sosyal çalkantılarla, toplumsal devrimi davet etmektedir. Yanlış anlaşılmasın; kapitalist toplumda belli bir düzeyde de olsa robotlu üretime geçilemez, sanayi 4.0 hiç uygulamaz demiyoruz. Özellikle Büyük Durgunluk yıllarının ardından, mali sermaye ülkelerinin (başta ABD) robotlu üretime geçerek üretken tözü yeniden ellerine alam ihtimalini hiç de yadsımıyoruz. Ne var ki bu onlara artı değer üretme gücü sağlamayacaktır. 

Kapitalizm altında robot tekniğinin üretime uygulanması, o işletmedeki ya da üretim dalındaki kârlılığı sıfıra yakınlaştırır. Üretken sermayenin bizzat kendisinden gelen kârın sınırlanması, finansallaşma yoluyla dengelenir. Mali araçlarla, hem o ulusun bütün ezilen sınıflarının faiz sömürüsüne tabi tutulması, hem de daha geri ekonomilerin ürettiği artı değere mali sermaye tarafından el konulmasıyla, robotlu üretimden artı değer gelmemesi telafi edilmiş olur. Keza o ülkede hâlâ var olan kapitalistleşmemiş alanlar (yerlilerin yaşadığı ormanlar vd.) talana açılır, kayagazı çıkarımı gibi yöntemlerle doğanın kapitalist sömürüsü boyutlandırılır. İşçi sınıfının aldığı ücretlerden, temel yaşam giderleri çıktıktan sonra kalan ufak birikim fonları, bankalara borçlanma yoluyla ek bir faiz sömürüsüne maruz bırakılır. Esnaf ve çiftçi gelirleri de bankalar tarafından mali araçlarla sömürülür. 

(…) Robotlu üretim artı değer vermez. Dolayısıyla robot, değişim değerine, emtia üretimine ve emtia piyasasına dayanan kapitalist üretime uymaz, onunla şiddetli bir çatışma haline düşerken ‘kullanım değeri’ üretimi, toplumsal ihtiyaçların karşılanması için elverişlidir.”[11]

Burada biraz ara verelim Alp Altınörs’ün yazdıklarına ve soralım: Robot teknolojisi ile kapitalizm çelişkisini ortaya koyuyorsunuz, biraz da abartarak, ama sosyalizmle olan çelişkisine değinmiyorsunuz. Robotlu üretim artı değer vermiyor, diyorsunuz, güzel. Ama robotlu üretim, işçi sınıfını da üretimden silip atmaz mı? Bu açığı nasıl dengeleyeceksiniz, dengelenebilir mi?

“Robotlu üretimle kopmaz bir bağ içinde doğan internet, insan toplumunun piyasa dolayımından geçmeden, birbiriyle dolaysızca bağ kurabilmesini sağlayan bir diğer devrimci teknolojidir.

Yapay zekâ, bilgisayarların üretime uygulanmasıyla, makineler arası internet bağlarının kurulması, planlı bir ekonomiyi hiç olmadığı kadar mümkün kılmaktadır. 1930’larda SSCB’de ekonomik planlama telgrafla yapılıyordu. Bugün sadece insan ihtiyaçlarını gerçek zamanlı olarak saptamak değil, bizzat her yurttaşın planlama sürecine katılması da internet teknolojisiyle olanaklı hale gelmiştir.”[12]

Gelmiştir de sonuçta dağıtım ve pazarlama işini insan yapacaktır, insanın olduğu her yerde de bir yönetim sorunu olmaktadır ve bu bağlamda sosyalist geçmişin sicili hiç de iyi değildir. Niye böyle diyorum, anlatayım: Üretimde, özellikle de ağır sanayi işletmeciliği ve teknolojilerinde sosyalist sistemler ya da kamu işletmeciliği başarılı oldu. Savunma sanayi, uzay teknolojisi, petrokimya, demir-çelik, makine… Bunlarda özellikle Sovyetler Birliği oldukça ileri işlere imza atmıştı. Tarımda da kamu işletmeciliği ucuz ve kaliteli ürünleri tüketiciye sunabiliyordu.

Fakat her şeyi üretmek ve her şeyi kamu eliyle dağıtmak inadı ve tutumu yüzünden Sovyetler Birliği’nde dağıtım kanallarında aksaklıklar, tıkanıklıklar oluyordu ve bundan dolayı da kuyruklardan geçilmiyordu.

Sovyet Azerbaycan’ında ben dağıtım ve pazarlamadaki eksikliği yerinde görmüş, gözlemlemiştim. Dünyanın en büyük petrokimya tesislerinin olduğu ülkede “naylon poşet” yoktu, gülüyorlardı Yazarlar Birliği’ndeki arkadaşlar “Uzay kapsülü isteyin verelim, o dediğinizden bizde olmaz. Bizde naylon poşet ve naylon kadın çorabı olmaz” diyerek… Peki poşet olmayınca, ne ile ambalaj yapıyorlardı? Büyük mağazalardan bir şey aldığınızda çimento torbalarına benzer kâğıtlara sarıyorlar, kırnap iple bağlayıp elinize tutuşturuyorlardı. Naylon kadın çorapları ise el altından fahiş fiyatlara alıcı buluyordu.

Alp Altınörs gibi bazı yazarlar, tüketim mallarının bedava dağıtıldığı bir düzenin de peşindeler. Bu külliyen boş bir hayaldir, olacak iş değildir. Hele hele Marx’ın “Emek Bonosu”nu “Emek Sertifikası” dediği araçları, paranın yerine kullanıma sokmaya kalkışmak tam bir maceracılıktır. Bu bonoyu alacak yurttaş ve o bonoya yüklenmiş bulunan emek hakkı karşılığında ihtiyaçlarını görecekmiş. E peki paradan farkı ne imiş, bu bono ya da sertifika para gibi elden ele dolaşmıyormuş, devredilemiyormuş. 

Emin misiniz? Hiç denediniz mi? Bunlar birer fantezi olmaktan öteye giden şeyler değildir. Kaldı ki, bunu akılcı biçimde bugün Ankara ve İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlıkları uyguluyor. Bir kartla hem yoksul ihtiyacını görüyor hem de mahalle bakkalları süpermarketlere ezdirilmiyor. Ama bu kart muhtaç ya da dar gelirli olanlara verilen bir sosyal yardım niteliğinde.

Ve Çin tipi sosyalizm, ÇKP patron yetiştiriyor…

“Zhanlin’den gördüğümüz Çin tipi patronun öteki kentlerde de çok sayıda olduğunu öğrendik. Çin’in en büyük şehri Şanghay’ın bir özelliği de ÇKP’nin kurulduğu yer olması. 1921’de kurulan ÇKP’nin Şanghay’da ilk kongresinin yapıldığı Vangzi Caddesi 106’daki bu yer şimdi müze. ÇKP’nin kuruluşu ve Çin’in geçirdiği evreler yıl yıl anlatılıyor. 

En büyük fotoğraf 1 Ekim 1949’da Çin iç savaşını kazanıp Çin Halk Cumhuriyeti’ni kuran Mao Zedung’un. Onu 1978’de bugünkü Çin’e gelişin reformlarını yapan Deng Siaoping izliyor. 

Burada bize rehberlik edenler de ÇKP’deki değişimi şöyle özetlediler:

Parti binalarımızda eğitim de veriyoruz. Okul gibi. Patron yetiştiren bölümlerimiz de var. Burada dünyadaki piyasa ekonomisini anlatıp, ardından sosyalist piyasa ekonomisini öğretiyoruz.’

Rehberimiz Wu, bunun sosyalizmle çelişen bir yanı olmadığını şöyle izah etti: ‘Hepimizin refaha kavuşması için bir kısmımızın daha zengin olması gerekiyor.’

Mao’nun şu sözü burada anlatılan değişime uyuyordu: ‘Kedinin rengi önemli değildir. Asıl olan fareyi tutmasıdır.’

Çin milyarder sayısında ilk kez ABD’yi geçti:

Forbes her yıl ‘küresel dolar milyarderleri’ listesi açıklıyor. Bu listede birinci sırada hep ABD olurdu. 2019 yılında ilk kez Çin ABD’yi geçti. 2020 yılı başında yapılan açıklamaya göre, Çin son 12 ayda 182 yeni dolar milyarderi yetiştirdi. ABD ise 59. Böylece Çin’in toplam milyarder sayısı 799 oldu. ABD 629’da kaldı. Dünyadaki toplam dolar milyarderi sayısı 2 bin 816. Yarısı Çin ve ABD’nin. Son 5 yıldır da dünyada en çok dolar milyarderinin yaşadığı şehir Pekin.

Çin’in bu deneyimi yaygın olarak bilinen sosyalizmle ne kadar örtüşüyor? Çinliler bunun yanıtını da şöyle veriyor: ‘Çin tipi sosyalizm.’”[13]

“Çin’e özgü sosyalizm pratiği” diyor Mehmet Ali Güller de… Bu savı ciddiye almak gerekir mi? ABD ciddiye alıyorsa, çok düşünmek gerek: 

“ABD için baş tehdit: ÇKP

Bu başarının temel nedeni, ÇKP’nin liderliğinde Çin’e özgü sosyalizm pratiğidir. 

Kimi solcuların dudak büktüğü, hatta kapitalist bulduğu Çin’i en iyi anlayan ABD’dir; düşmanının seni nasıl gördüğü çok daha öğreticidir zaten. 

Geçen yıl ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, ÇKP’yi ‘baş tehdit’ ilan etmişti. Yani emperyalist ABD, Çin’den öte ÇKP’yi hedef görüyor. Bundan daha öğretici bir saptama olamaz.

Yine anımsayın, Biden yönetiminin işbaşı yapması sırasında Atlantik Konseyi’nin yayımladığı 85 sayfalık ‘Daha uzun telgraf’ raporunda şu dört saptama yer alıyordu: 

1- Xi Jinping, Çin’i Marksizm-Leninizm’e döndürdü. 

2- ÇKP, Xi Jinping önderliğinde ‘piyasa reformlarını’ durdurdu. 

3- Özel sektör ÇKP kontrolü altında.[14]

4- Çin, artık statüko gücü değil, revizyonist güçtür (düzen değiştirici anlamında).

Bir diğer saptama da şuydu: ‘ÇKP, SSCB’de neyin yanlış gittiği üzerine çok iyi çalıştı ve önemli dersler çıkardı.’”[15]

Çin’de Mao sonrasında gerçekten neler olduğunu da kısaca görelim:

“Mao’nun 1976’da ölümünden sonra Deng Şiaoping’in başlattığı reformlarla ülke ekonomisi yeniden şekillenmeye başladı. Köylülere kendi tarlalarını ekme hakkı tanınması, yaşam standartlarının yükselmesine ve gıda sıkıntısının azalmasına yol açtı.

1979’da ABD ile Çin arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasıyla ülke yabancı yatırımlara açıldı. Ucuz işgücü ve düşük kira maliyetinin sağladığı avantajlar nedeniyle yatırımcılar Çin’e para akıtmaya başladı.

Standard Chartered Bank’ın baş ekonomisti David Mann, ‘1970’lerin sonlarından itibaren tarihteki en büyük ekonomik mucizeye tanık olduk’ diyerek anlatıyor bu dönemi.

1990’lardan itibaren Çin daha hızlı büyümeye başladı. Ülkenin 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılması Çin ekonomisine yeni bir ivme kazandırdı. Diğer ülkelerle ticaretin önündeki engellerin kaldırılması ve gümrük tarifelerinin indirilmesi ile Çin malları her yerde belirmeye başladı.

Mann, bu durumu ‘Çin dünyanın atölyesi haline geldi’ diye ifade ediyor.”[16]

Biraz daha ayrıntıya inelim bu bağlamda:

“Yeni çağda Çin karakterinde bir sosyalizm doktrini, 14 temel prensipten oluşuyor:

-Parti liderliğinin ülkedeki tüm işleyişte söz sahibi olması

-İnsan odaklı bir yaklaşıma odaklanma

-Kapsamlı reformlara devam edilmesi

-Gelişim için yeni bir vizyon belirlenmesi

-Halkın yönetime katıldığından emin olunması

-İktidarın her biriminin kanun çerçevesinde çalıştığından emin olunması

-Temel sosyalist değerlerin korunması

-Yaşam standartlarının yükseltilmesi ve garanti altına alınması

-Doğa ve insan arasındaki uyumun sağlama alınması

-Ulusal güvenlik için bütünsel bir yaklaşıma geçilmesi

-Silahlı kuvvetlerde Parti liderliğinin mutlak yönetiminin korunması

-‘Tek Devlet İki Sistem’ prensibinin korunması ve ulusal birliğin yayılması

-İnsanoğlu için ortak bir gelecek fikrinin hâkim olduğu bir toplum inşası

-Parti ekseninde titiz ve tam bir iktidar faaliyeti yürütmek

Yeni plana göre, Komünist Parti, 2020 ile 2035 yılları arasında sosyalist modernizasyonun ilk aşamasını hayata geçirecek, sonrasındaki 15 yıllık dönemde ise gelişmiş, güçlü, demokratik, ileri kültür seviyesine ulaşmış, uyumlu ve güzel kelimelerinde tanımlanan ‘büyük modern sosyalist bir ülke’ haline getirilecek.”[17]

Çin’de olup bitenler, yenilikler bunlar… Bunları rafine bir sosyalizm olarak kabul edenler elbette olacaktır. Etmeyenler de… Etmeyenlere Mao’nun “Devlet Kapitalizmi” yaklaşımını ve uygulamasını anımsatırız. Neydi o? “Devlet ve özel sermaye tarafından ortaklaşa işletilen işletmeler, devlet kapitalizmi niteliği taşıyan işletmelerdir. Gerekli ve uygulanabilir olduğu zamanlarda, özel sermaye, devlet işletmeleri için hammadde işleme, devletle ya da devletten işletme ruhsatı alarak devlet işletmelerini çalıştırma ve milli kaynakları kullanma ve bunun gibi yollarla ortak işletmeler çalıştırma…”[18] Mao Zedung “Kapitalizmin sosyalizme dönüşmesi, devlet kapitalizmi yoluyla gerçekleştirilecektir”[19] diyordu ve bunu uyguluyordu.  

Eveet demek neymiş? Sosyalizm konusunda doğru tek değilmiş!

Ama tek diyenler var hâlâ bu ülkede, sözgelimi EMEP’liler. Bakınız neler diyorlar parti programlarında:

-Arnavutluk dışındaki sosyalist ülkelerde, deforme edilmiş sosyalist biçimler altında kapitalizm yeniden inşa edilirken, devrimci işçi hareketi yenilgi ve gerileme sürecine girdi. ’80’lerin sonuyla ’90’ların başlarında SSCB ve başında olduğu blok dağıldı. Sosyalizm ve deforme olmuş biçimlerinin son kalıntıları da tasfiye edilerek tipik kapitalist biçimlere geçilirken Arnavutluk’ta da sosyalizm yıkıldı. 1950’li yılların ikinci yarısında alınan yenilginin tahrip edici sonuçlarının tüm yalınlığıyla ortaya çıkacağı bir süreç başladı. Emperyalizm ve gericilik dünya ölçeğinde tarihin en etkili anti-komünist kampanyasını başlatma ve yürütme olanağı buldu. İşçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci hareketi her bakımdan en geri düzeye çekildi.”

Arnavutluk dışında tüm ülkelerdeki sosyalizmler “deforme” imiş. E pes yani. Biz Enver Hoca’nın mücadelesini biliriz ve takdir ederiz. Rafine Sosyalizm adlı kitabımızda bunu yazmışızdır da:

“Enver Hoca’nın sosyalizm anlayışı ve uygulamaları elbette eleştirilebilir. Ancak şu iki gerçek asla tartışılamaz: Hem Faşist ve hem Nazileri, dışarıdan bir yardım almadan yenip ülkesinin bağımsızlığını sağlaması ve bu bağımsızlığı hem kapitalist hem de sosyalist bloka karşı korumuş olması. Bu öyle bir koruma ki, Sovyet Kızılordu birliklerinin 1968 yılında Çekoslovakya’ya girmesi üzerine Enver Hoca, Varşova Paktı’ndan çekildiğini açıklamış, Sovyetler Birliği’nin bu tutumunu sert bir dille kınamış ve ağır suçlamalarda bulunmuştur.”

Enver Hoca’nın “Bozulmamış bir doğa ve doğası bozulmamış bir halk bıraktığını” da yazmışız. Ama dünyaya kapalı, baskıcı bir yönetim ve ekonomi oluşturmuştur Enver Hoca. Dünyaya kapanmanın faturası tüm sosyalist ülkelere olduğu gibi oraya da ağır olmuştur. Bir tek Çin Halk Cumhuriyeti bu gerçeği önceden fark etmiş ve dünyayla rekabet edecek politikaları yürürlüğe sokmuştur. Bir örnek verelim onlara:

Anhui Deneyi: Anhui Xiaogang köyündeki 18 köylü, daha önce kolektifleştirilmiş toprağı komünist parti yetkililerine haber vermeden kendi aralarında dağıtan bir sözleşme imzaladılar. Olay Deng  Xiaoping’e bildirildiğinde Deng, ‘Tartışma yok, deneye devam’ diyerek uygulamaya yeşil ışık yaktı. Sonuçta ortak toprağı değil, kendi topraklarını ekip biçen köylüler büyük bir başarıya imza attılar. Hasattan elde edilen gelir, bir yıl içinde 22 yuan’dan 400 yuana çıktı.”[20]

Bu tür uygulamalara revizyonizm demenin insanlığa da sosyalizme de hiçbir yararı yoktur.         

MİLLİYETÇİLİK VE SOSYALİZM

Sosyalist Cumhuriyet Partisi’nin diğer sosyalist partilerden ayıran en önemli özeliklerden biri de milliyetçilik ve millet konusuna bakışıdır.

Bu bakışın bizde olduğu gibi Batı düşüncesi ve yazınında da karşılığı vardır. Onlara bir göz atalım şimdi de:

“Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı seni milliyetçilikten uzaklaştırır, enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür.” Jean Jaues/Fransız Sosyalist

“Sosyalist edebiyatta milliyet esası hakkında birbirinden farklı iki akım vardır: Biri milliyeti yalnızca iktisadi şartların ve kapitalizmin doğal bir sonucu olarak algılayan, milletleri de kapitalizm gibi yıkılışa mahkûm sayan akım, öteki ise, milletlerin varlığının bir tarihsel gerçeklik olduğunu kabul eden ve varlıkları doğal olan bu olguları hesaba katmanın kaçınılmaz olduğunu ileri süren akımdır. 

Birinci akımın temsilcileri, başta Marks ve Engels olmak üzere komünistlerdir. Marks ve Engels’e göre kapitalist rejim yok edildikten sonra, proletarya hâkimiyeti devrinde milletler yok olacaktır. Komünist toplumlar sınıfsız olacakları gibi, aynı zamanda milliyetsiz birer toplum da olacaklardır.

Aşırı komünistlere göre proleterin (işçinin) vatanı yoktur (‘İşçilerin vatanı yoktur. Zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil. Proletarya, önce siyasal iktidarı ele geçirmek, kendini ulusal sınıf düzeyine getirmek, kendini ulus yapmak durumunda olduğu için, kendisi de ulusaldır hâlâ, ama asla burjuva anlamda değil.’)[21] Bu iddia bazen sahicileşiyor. İktisadi sorunların oldukça ileri bir şekil alması yüzünden, işçinin milliyet fikrine yabancılaştığını her gün görüyoruz. Milletin tarihi hazinesi var diyorlar. Fakat sosyalist mantık ‘Bana ne?’ diyor ‘Millet, kapitalizmin gayri meşru çocuğudur. Bu hazine ve çıkarlar, eğer varsa, burjuvalar içindir’ [22] Sadri Maksudi Arsal böyle anlıyor sosyalist yaklaşımı. Mehmet İzzet’e göre ise, Marks ve Engels, milliyet meselesi ile yeterince ilgilenmemişlerdir. “Marks ve Engels’in hayatı göz önüne getirilirse, bunun böyle olmasının zorunlu olduğu anlaşılır. Her ikisi de Almanya’daki ihtilali izleyen günlerde Fransa ve İngiltere’ye iltica ettiler. Nasıl İngiltere on sekizinci yüzyılda siyasi sığınmacılara sığınak idiyse, Fransa’da izleyen yüzyılda bu rolü oynamıştır. 

Marks komünist manifestoda ‘Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz’ diyor, onun nazarında önemli olan şey milletlerin değil, milletler arasında bir sınıfın, bir işçi sınıfının birleşmesidir. Millet ile devleti bir saydığından, Marks milli meseleyi yalnız siyasi bir mesele olarak kabul ediyor. Engels de aynı düşüncededir. Devlet ölüyor, bundan dolayı millet de ortadan kalkacaktır

Bu kozmopolitizme karşın Marks ve Engels’in Almanca yazılarının Alman milli zevkine (Marks’ta görülen İngiliz etkisine rağmen) uygun olduğunu uzmanları söylüyor. Yine Engels, siyasi yazılarında Almanların milli birliğini savunmuştur. Ancak Marks’ın millet dediği vakit anladığı özellikle ırktır.”[23]

Sosyalistler arasında ikinci akımı temsil edenler özellikle Avusturya’nın sosyalist düşünürleridir. Bunların en ünlüsü Otto Bauer’dir. Bu düşünürün “Milliyet meselesi ve sosyal demokrasi” adlı eseri, zamanında dünya sosyalistleri arasında büyük beğeni ve ün kazanmıştır. Bu eserdeki esas fikirler şöyle özetlenebilir:

“Milliyet duygusu büyük bir gerçekliktir, sosyalist toplumlarda bile milliyet duygusunun yok olması ihtimali yoktur. Bir milletten diğer millete geçen herhangi bir fikir, kurum ya da ilke bunları alan milletin milli duygularına, milli görüşlerine ve milli özelliklerine uydurulmaksızın kabul edilemez. Milli kültürler arasında genel esaslar bakımından birbirine yakınlaşma milliyetin, milli özelliklerin yok olmasını ifade etmez. Bugünkü devir milletlerin medeniyet ve kültür alanında en çok birbirlerinden yararlandıkları devir olduğu halde, milletlerin diğer milletlerden farklı birer varlık olduklarına ilişkin bilinçleri ve milli duyguları hiçbir zaman bugünkü kadar güçlü, belirgin ve yoğun olmamıştır.”

Fransa’nın Birinci Dünya Harbinden önceki ünlü sosyalist düşünürü Jaures de milletleri tanımak gerektiğine inanıyordu. Jaures’in 1905’te Stutgart’ta toplanan bir sosyalist kongresinde söylediği aşağıdaki sözleri çok anlamlıdır:

“Milletler, insanlık dehası ve gelişmesinin birer hazinesidirler, manevi değerleri içeren birer vazodurlar. Bu kültür vazolarını kırmak proletaryaya yakışmayan bir hareket olur.”[24]

Peki Sosyalist Cumhuriyet Partisi Programı neler diyor bu bağlamda, onlara da bakmamız gerek:

“2. Amaç: İnsanlığın Büyük Uyum Dünyası

Sosyalist Cumhuriyet Partisi’nin amacı, işçi sınıfı önderliğinde bütün milli sınıfların iktidarını gerçekleştirerek Kemalist Devrimi tamamlamak ve Cumhuriyet Devrimimizin “Cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve devrimcilik” ilkelerini tam olarak hayata geçirmek ve Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişiyle “arasız devrimlerle” insanlığın sınıfsız, sömürüsüz büyük uyum dünyasını gerçekleştirmektir.”

Bu paragrafta hangi gerçeklere vurgu yapılıyor, yaklaşım nedir, onları da irdeleyelim:

Bütün sınıfların milli iktidarı gerçekleştirilecek ama bu gerçekleştirme işçi sınıfının önderliğinde olacak. Başka? Kemalist Devrim de bunu amaçlıyordu zaten, Atatürk’ün ölümünden sonra bundan sapıldı. SCP “Bunları Atatürk’ün arasız devrim dediği devrimlerle biz tamamlayacağız diyor. Peki bütün bunlar salt Türkiye bağlamında mı ele alınmakta? Hayır insanlık ölçeğinde bakılıyor konuya “Sınıfsız, sömürüsüz, büyük uyum dünyası” hedefleniyor.

İşte bütün bunlar SCP farkıdır. Bu bakış ve yaklaşımı hiçbir sosyalist partide bulamazsınız. SCP bu yönüyle gerçekten de bu ülkenin gerçeklerinin partisidir. SCP, şabloncu, kalıp yargıcı, öykünmeci bir geleneğin devamı değildir.

SCP Programından bu dediklerimizle örtüşen bir başka maddeyi de sunalım bilginize: 

“3. Eylem Kılavuzu: Bilimsel Sosyalizm

Sosyalist Cumhuriyet Partisi’nin mücadelesine, insanlığın toplumsal eylem ve düşünce mirasından beslenen Bilimsel Sosyalist teori yol gösterir. Hareket noktamız Türkiye’nin gerçekleridir.

Sosyalist Cumhuriyet Partisi, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başarılan Türk Devrimi’nin eşsiz mirasına özel önem verir. Milletimizin emperyalizme karşı büyük mücadelesi, Cumhuriyet Devrimimiz ve işçi sınıfımızın yüzyılı aşan mücadele birikimi, en büyük esin kaynağımızdır.

Parti, iki yüzyılı aşkın bir zamandır yaşanan demokratik devrimler ile dünyanın dört bir yanında Bilimsel Sosyalist teorinin yol göstericiliğinde verilen mücadelelerin tecrübelerinden beslenir, çıkarılan dersleri özümler ve bütün bu teorik birikimi Türkiye’nin gerçeklerine uygular.”

Bu maddede sözü edilen tecrübelerden beslenerek çıkarılan dersleri özümlemenin en çarpıcı örneği, bugün bile akılcı ve gerekli özel girişimi “revizyonizm” olarak niteleyen sosyalist parti ve düşüncelere karşın, SCP’nin “faturasız ve piyasasız düzen” gibi katı ve uygulanabilirliği olmayan tasarımları reddedip[25] çağın gereğine uygun çözüm önermesidir. Okuyalım:

“58. Özel Mülkiyet ve Esnafın Korunması:

Yurttaşların emekleriyle elde ettikleri veya yasal yoldan kazandıkları gelir, birikim, ev dükkân, atölye ve diğer geçim araçları üzerindeki özel mülkiyetleri güvence altındadır.

Küçük ve orta ölçekli üretim alanı ve hizmetlerdeki özel mülkiyet ve girişim, milli ekonominin bütünleyicisidir; planlamanın ve yasaların yönlendirmesiyle kamu yararıyla uyum halinde ekonomik faaliyette bulunur; toplumun üretim ve hizmet kapasitesinin en geniş ölçüde değerlendirilmesine ve halkın refahına hizmet eder.

Esnaf, zanaatkâr ve atölye sahipleri adım adım kooperatiflerde birleşmeye özendirilir.”

SCP’nin diğer sosyalist partilerden önemli bir farkı da enternasyonalizm anlayışı ve devrim-ihraç ve ithalini programında açıkça ve mertçe reddetmesidir:

“35. Enternasyonalizm:

Sosyalist Cumhuriyet Partisi, üyelerini ve bütün milleti yurtseverlik ruhu ve aynı zamanda Dünyalı bilinciyle eğitir.

Parti, dünya halklarının ve gelişmekte olan milletlerin emperyalizme, sömürgeciliğe, ırkçılığa, hegemonyacılığa ve her türden gericiliğe karşı mücadelelerini ve bütün ülkelerin işçilerinin dünya kapitalist sistemine karşı sosyalizm uğruna mücadelelerini destekler.

Sosyalist Cumhuriyet Partisi, Sosyalizm adına müdahale, işgal, yayılma ve dünya hakimiyeti için rekabet eylemlerine karşı kesin tavır alır. Devrim ihraç ve ithal edilemez. Demokratik halk iktidarı, farklı sistemlere sahip ülkelerle bağımsızlığa, egemenliğe ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, saldırmazlık, içişlerine karışmama, eşitlik, karşılıklı yarar ve barış içinde bir arada yaşama ilkelerine dayanan ilişkiler geliştirir.” 

Kıbrıs Türklüğü ve Kıbrıs Sorunu:

SCP ile birçok Sosyalist Parti, Kıbrıs Türklüğü ve Kıbrıs sorununa bakış ve çözüm konusunda da farklı düşünce ve yaklaşımlar içindedirler.

Bu farklılığa örnek olarak EMEP programının ilgili bölümlerini verelim:

Kıbrıs’ın ‘arka bahçe’ olmaktan çıkarılması. Başta Türk Ordusu olmak üzere tüm yabancı üs ve askeri birliklerin Kıbrıs’tan çekilmesi. Kıbrıs’ın kaderinin her iki milliyetten Kıbrıs halkına bağlı olduğu ilan edilerek, tanınması.”

Sanki ENOSİS yok, sanki Yunanlılar Megalo İdea’ya tövbe ettiler. Sanki Ada’da Agratur İngiliz Üssü yok. Sanki İsrail’in bu stratejik ülkede gözü yok. Sanki ABD Emperyalizmi bu ada ve Rumlarla hiç ilgili değil. Sen bunları koy bir yana, dünya gerçekleriyle, akılla zerre kadar ilgisi bulunmayan saçma sapan sözleri çözüm diye programına yaz. Niye? Sosyalist ezberin böyle diyor, vazgeçemezsin ondan.

SCP, Kıbrıs’ın stratejik önemini bilmektedir. Ada Türklüğünün dert ve sıkıntılarını, özlemlerini de. Kıbrıs için en doğru, en yararlı çözümler üstüne düşünülür, uzun vadeli olarak bu çözüm için çalışılır. Halkın Kurtuluş Partisi (HKP) gibi 1950’li yıllara dönüp “Ya taksim ya ölüm” denmez. İşte HKP Programından Kıbrıs:

“Partimiz, Türkiye’nin ve Kıbrıs halkının çıkarına olan tek çözümün TAKSİM olduğunu görmekte, bunu savunmaktadır. Halk İktidarını kurunca da bunu gerçekleştirecektir.”

Bu arada Kıbrıs Bir SCP’li olarak benim gözümde nedir onu da yazmıştım, buraya da alayım:

“Uzak Asya’dan dörtnala gelen o kısrağın tayıdır Kıbrıs

Akdeniz’de var olduğumuzun onayıdır

Türklük penceresinin vitrayıdır.

Savaş ve diplomasi sanatının kurmayıdır

Bunalımların vay’ı

                       çığlıkların fay’ı

                               yok oluşun kıl payıdır.

Uzatmalı çözüm adayıdır 

“Çözümsüzlük çözüm değildir” ufuksuzluğu ve ruhsuzluğunun en kolayıdır.

Aslında bir cumhuriyet ve demokrasi olayıdır.

Yarım yüz yıllık belleğimin ulusal uzayıdır.

Ve sözün kısacası Anamur ötesinde gönlümün han sarayıdır Kıbrıs.”  

KURTULUŞ SAVAŞI VE TÜRK DEVRİMİNE BAKIŞTA FARKLILIK

Aşağıdaki satırlar EMEP programından:

“a. Emperyalizmin Türkiye’yi sömürgeleştirme girişimlerinin cılız bir anti-emperyalist devrim olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla püskürtüldüğü, 1908 Devrimiyle Osmanlı otokrasisiyle iktidarı paylaşan ve bu savaşa önderlik eden burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle ittifak halinde devlet iktidarını ele geçirerek egemen sınıf olarak örgütlendiği;

b. Üstten reformlar ve devlet kapitalizmi uygulamalarıyla egemenliğini güçlendiren burjuvazinin üst kesimlerinin emperyalizmle iş birliğini geliştirerek tekelleştiği ve emperyalizmin içteki temel toplumsal dayanağı haline gelerek bağımlılık ilişkilerinin güçlendiği…”

“Cılız bir antiemperyalist devrim”miş Ulusal Kurtuluş Savaşı. Burjuvazi ile ve büyük toprak sahipleriyle ittifak edilerek bu savaş kazanılmış ve egemen sınıf olarak örgütlenilmiş.

Yanıt verelim azıcık, sonra ayrıntılara geçeriz.

Anadolu’da Batılı anlamda bir burjuvazi de yoktu derebeylik de. Toprak ağalığı evet vardı, bir de küçük çiftçiler. Böyle bir yapı bulmuştu Kurtuluş Savaşının önderleri önlerinde, onlarla işbirliği yaparak o mücadeleyi kazandılar. Aklın yolu buydu, Türkiye gerçekleri bunu dayatıyordu. Sanki örgütlü ve bilinçli bir işçi sınıfı vardı da ona dayanmaktan kaçınıldı, yok öyle bir şey. Atatürk bunu o günün Sovyet Elçisi S.İ.Aralov’a da anlatmıştır, bu anlatım Sovyetler tarafından anlayışla karşılanmıştır.   

Evet belli ki EMEP’lilerin Kurtuluş Savaşı dönemine ilişkin bilgilerinde eksiklikler, yanlışlıklar var, bilgilendirelim onları:

Hâkimiyet-i Milliye yazılarında Bolşevizm, Komünizm, Sovyet dostluğu

Rus Bolşevizmi Türk Komünizmi (16 Ekim 1920)

Rusya’da kanlı bir ihtilal, Bolşevizm namını taşıyan koskoca bir komünizm devrimi oldu. Türkiye de aynı yola paralel olarak aynı istikamete doğru gidiyor. Bu yürüyüşün düzenlenmesi ile meşgul olanlar için bu devrimsel olayın bütün ruhunu iyiden iyiye incelemek, onu anlamak ve bu anlayışla orantılı bir hat ve hareket çizmek lazım olduğuna göre, bugün de Rusya’da gerçekleşen Büyük Bolşevik Devrimi ile Türkiye’de geçekleştiğini görmek istediğimiz komünizm arasındaki özellikleri incelemek arzusundayız.

Rus Bolşevizmi ile Türkiye komünizmi arasında biri köken ve diğeri de uygulama biçimi bakımından iki büyük özellik göze çarpar. Rusya’da bu komünizm, müthiş bir mutlakıyet idaresinin, memleketin her köşesine dağıttığı aristokrat ve türeme aristokrat sınıflarının pek ağır baskıları altında doğmuş ve aynı baskı altında büyümüştür.

Rus ihtilali edebiyatını okuyunuz: Avrupa’nın başka hiçbir ülkesinde ve hiçbir devrinde bu kadar ateşli ve bu kadar kinli bir edebiyat daha yoktur. Tolstoy bile kendisi ihtilal yanlısı olmadığı halde, eserleriyle Rus yoksulları arasında kindarane bir ihtilal için istemeyerek ne kadar tohum saçmıştır. Bir asır kadar süren Fransız ihtilal hayatında dahi Rus ihtilal edebiyatına benzer bir şey yoktur. Sebebi şudur ki, Rusya’da o müthiş çarlar baskıcılığı ve soylular saltanatı bir yandan, ilim ve edebiyat incelemeleri de bütün şiddetiyle diğer taraftan birlikte yürümüşlerdir. Bir yandan çarlar ve baskıları hüküm sürerken, öte yandan da Rusya’da sanatsal hisler, bilimsel ve felsefi düşünceler büyük bir feyz ve güçle bütün Rus halkını sarsıyordu.

Türkiye’de böyle olmamıştır; Türkiye, dışarıda muzaffer olmadığı için, bütün dünyada ilim ve sanat feyzinin güçlü bir biçimde yayıldığı dönemlerde bunlarla uğraşmamıştır. Dolayısıyla Türkiye’de ne yüksek bilimsel ve felsefi düşünceler, ne de derin ve yeni sanat duygusu oluşmamıştır. Türkiye’de değil bir ihtilal edebiyatı, hatta milli edebiyat bile pek yeni, ancak son yıllarda kendisini göstermiş, yeni yeni doğmaya başlamıştır. 

Dolayısıyla Türkiye’de komünizm, milletin ruhundan gelen yakıcı, yıkıcı, kırıcı ve dökücü bir ihtilal ile gerçekleşecek değildir. Çünkü bu devrim doğuşu itibariyle bunu hazırlayacak bir ihtiyaçtan gelmiyor. 

(…) İkinci bir özellik noktası da şuradadır: Rusya’da böyle bir devrimi yapmaya kalkanların ellerinde gayet kuvvetli bir silah vardı. Rusya’da köylü kitlelerini senelerden beri ezip bitirmiş arazi sorunu gibi koskoca bir sorun bulunuyordu. Devrimi bu kadar seri, ani ve kahredici yapmaya karar verenler bunu kullandılar. Onlara pek kolay anlayacakları maddi bir değişim ve devrim amacı gösterdiler: “İsyan ediniz!” dediler. “Bugün üzerinde amele ve esir olarak çalıştığınız bu topraklar sizin olacaktır!” Halk, Tolstoy’un felsefesinden, Marx’ın teorisinden, Gorki’nin edebiyatından çok, bu topraklar için ayaklandı. O topraklara kavuştukları zaman da devrimi anladılar ve sevindiler.

Türkiye’yi komünizmin halk kitleleri için kesin olarak hayırlı bir geleceğine götürmek isteyenler, Bolşevizm derecesinde seri ve ateşli bir devrim için ne Rusya’daki biçimde bir doğuş ve hazırlayış, ne de onda böyle güçlü bir silah görmüyorlar. Dolayısıyla Rusya’da Bolşevizm’in kullandığı ihtilal yöntemlerini burada uygulamaya kalkışmak kadar devrimcilikten habersizlik tasavvur edilemez. Bolşevik devrimi, tüm komünizm hareketleri için bir örnek model değil, pek değerli, pek canlı, pek görkemli bir rehberdir. Bu rehberden yararlanmayı, onun gösterdiği yollardan gitmeyi ne kadar arzu edersek, onun yöntemlerini biçim olarak olduğu gibi uygulamaktan da o derece sakınırız.

Her şeyde körü körüne taklitçilik fenadır; özellikle de devrimcilikte!

Sağdan Sola Doğru (6-7-8 Mart 1921)

(…) Şüphesiz dünya cereyanı devamlı olarak sağdan sola doğru gidiyor ve bizim de yöneleceğimiz istikamet, elbette bu olacaktır. Fakat yalnız bu istikamete işaretle yetinirsek, eksik bir hüküm vermiş oluruz. 

Milli Ordu-Kızıl Ordu (14 Şubat 1921)

(…) Tarihin çeşitli dönemlerinde birbirine benzer birçok vaka kaydedilmiştir. Ancak Asya’nın ruhundan, Avrupa’nın zulmüne ve emperyalizmine karşı doğan bu iki ordu kadar emelde, yöntemde ve başarıda ikizlik gösteren bir durumu gözlemlemek cidden güçtür.

Olayın nasıl ikiz olarak gerçekleşip yürüdüğünü anlatalım:

1-Kızıl Ordu, Sovyet Rusya’yı savaşla ve siyaseten boğmak isteyen emperyalistlere karşı mücadele açtı. Milli Ordumuz da aynı emperyalistlerin doğrudan ve dolaylı olarak Anadolu’ya suikasta gelen ordularıyla savaştı. Her iki ordu da kapitalist Avrupa’nın Asya’daki iştahını söndürmek için kan döküyor. Dolayısıyla iki ordunun davasında, ruhunda ve emelinde birlik var.

2-Sovyet Rusya, kendisini savunmak için başkentini Petrograd’tan Moskova’ya nakle mecbur oldu. Anadolu milli hükümeti de savaşımını yürütmek için merkezini İstanbul’dan Ankara’ya taşımayı gerekli gördü.

3-Kızıl Ordu, hükümetinin selameti için önce içeride İtilaf devletlerine araç olan birtakım düşmanları, orduyu içeriden yıkmak isteyen gerici generalleri cezalandırdı. Tıpkı Milli Ordu’nun Zeki Paşa’ları, Süleyman Şefik’leri ve uşaklarını hezimete uğratarak geldikleri yere göndermesi gibi.

4-Kızıl Ordu; Kerenski, Çirinof, Milikof gibi İtilaf’a oyuncak olan politikacıların faaliyetlerini engelledi. Anadolu’nun bölüşülmesine karşı çıkan Milli Ordu’nun yükselttiği itiraz sesi de Damat Ferit, Sadık, Mustafa Sabri gibi İngilizlere satılmış hainlerin uğursuz faaliyetlerinin iflasına hükmetti.

5-Kızıl Ordu, İtilaf Devletlerinin Sovyet ülkesine sevk ettiği bütün Rus gericilerini kahretmeyi ve tepelemeyi başardı. 1919’da General Denikin’i İstanbul’a kaçırdı. Aynı yılın şubat ayında Petrograd’a 30 km kadar yaklaşan Yudeniç’i kesin yenilgiye uğrattı. Kolçak’ı 1920’de Irkutsk’ta tutsak aldı. Ve nihayet bu Ekim’de en büyük düşman Vrangel ve ordusunu denize döktü.

Milli Orduya gelince, kendi arasından çıkan düşmanları aynı başarıyla ezdi. Zeki Paşa’nın padişah iradesiyle gelen Kuvayı Tedibe’sini layık olduğu biçimde cezalandırdı. İngilizlerin ve Damat Ferit’in kılıcına bu kadar ümit bağladıkları Anzavur, Altıncı Sultan Mehmet’in arkasına giydirdiği mirimiran rütbesine karşın, bir güzel dayak yedi. Ve çetesine elde ettiklerini dar görmeye başlayan Ethem haini de kendi hezimetinden başka Yunanlılara da İnönü hezimetini yaşattıktan sonra, adını sanını ortadan silip kayboldu. Milli Ordu’nun bu başarılarına, Yozgat ve Konya isyanlarını tepelemekteki sürat ve kudretini de eklemek gerekir.

6-İngiltere ve Fransa, Sovyetlere karşı bir süre Lehistan’ı, Finlandiya’yı, Letonya’yı ve Slovenya’yı kullandılar. İngiltere ve Fransa, Türkiye’ye karşı doğudan Ermenistan’ı, batıdan Yunan Ordusunu, güneyden Fransız askerini saldırttılar. 

Fakat çok geçmeden Slav Birliği’nin eski üyeleri, selametin Avrupa hükümetlerinden çok Sovyetler’den geleceğini anlamış, Moskova ile barışlarını yapmış bulunuyorlar. Ermenistan da Mili Ordu’dan silleyi yedikten sonra aklını başına aldı, İngilizlerin kışkırtmalarına kapılmaktan vazgeçti ve bizimle barışa mecbur oldu. Anadolu seferini on beş günde bitirmek niyetiyle gelen Venizelos ve Konstantin ordularının da yakında aynı akıbete uğrayacaklarına şüphe yoktur.

Kısacası Milli ve Kızıl Orduların ikisi de aynı yetenek, aynı güven ve aynı cesaretle ülkelerini ve amaçlarını istilaya gelen cihan haydutlarına karşı aynı safta, birisi kızıl ihtilal bayrağının zaferini, diğeri al Türk bayrağının namus ve şerefini kurtarmışlardır.

Yenigün gazetesi de öyle idi

Emine Uşaklıgil “Benim Cumhuriyetim” adlı kitabında Yunus Nadi’nin Ankara’ya matbaasını nasıl taşıdığını ve Cumhuriyet Gazetesi’nin atası olan Yenigün’ü nasıl çıkardığını anlatıyor. Uşaklıgil, Yunus Nadi’nin Sultan Galiyev’in “Milli Komünizm” tezlerine de çok yakın durup, yazılarında savunduğunu da anlatıyor. Yunus Nadi’nin sola olan ilgisi 1917 Bolşevik Devrimi ile başlamış, o zaman başyazarı olduğu Tasviri Efkâr Gazetesi, Lenin’in 1917 ilkbaharında Rusya’ya dönüşünü yayınlayan ilk gazete olmuş.

Büyük Millet Meclisinde okunan Sovyet bildirisi

Yüzbaşı Selahattin, 23 Nisan 1920’de Birinci Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı günlerde Bilecik dolaylarında isyanlar çıktığını, Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın o isyanları bastırmak için 28 Nisan 1920’de isyan bölgesini kuşatmaya aldığını anlatıyor.[26] İlginç bir şey daha anlatıyor, tam da o günlerde mecliste bir Sovyet Bildirisi okunuyor, okunmakla kalınmıyor, basılıp her yana da dağıtılıyor. İşte o bildirinin tam metni:

Pek önemli beyanname:

(Büyük Millet Meclisinde alkışlarla okunmuştur.)

Rus Millet Komiserliği Sovyeti’nden telsiz telgrafla ilan edilen tamimdir:

“Rusya ve Şark Müslümanları; Kolçak ve Denikin ordularının mahvedilmesinden daha önem taşıyan bir mesele karşısında bulunuyoruz. O da bütün kavimler ve Muhammed milletlerinin uyanması ve harekete gelmesidir. Şarkın paylaşılması için başlayan kanlı savaşların sonu gelmek üzeredir. Dünyadaki bütün kavimleri kendi boyundurukları altına alan İngiliz yağmacılarının askerî ve seferî kudretleri kırılmaktadır.

Artık büyük Rus Devrimi’nin darbeleri sayesinde her türlü tutsaklığın eski binaları yıkılıyor. Hükümetler ulusların eline geçecektir. Rusya’nın alın teriyle ve kanı pahasına çalışan bütün halkları; dünyanın tutsak halklarına özgürlük kazandırmak için onurlu bir barış yapacaktır. Rusya bu kutsal erek bağlamında yalnız değildir. Avrupa’nın Dünya Savaşı yüzünden bitkin duruma düşmüş olan büyük Hindistan bile kendi temsilcilerini seçerek ve uğursuz tutsaklığı yıkarak ve Doğu halklarını savaşa çağırarak kendi eliyle isyan bayrağını kaldırmıştır.

Yağmacıların ayağı altındaki emperyalizm toprağı batmaktadır.

Ey Rusya’nın ve Doğu’nun bütün İslamları; camileri, ibadethaneleri harap edilmiş ve hakları gasp edilmiş kimseler!..

Sizin dininiz ve gelenekleriniz, ulusal ve uygar kültürünüz, serbest ve el sürülmez olarak kalacaktır.

Serbestçe ve engelsiz olarak ulusal yaşantınızı düzenleyiniz. Buna hakkınız vardır. Bilmelisiniz ki, Büyük Rus Devrimi’nin Sovyetleri, sizin hukukunuzu bütün gücüyle koruyacaktır. Bundan dolayı, devrime ve onun yetkili hükümetine yardım ediniz.

Doğu’nun Müslümanları! Türkler, Araplar, İranlılar, Hintliler! 

Ülkeleri, malları, hayatları taksim ve harap edilmek üzere bulunan kimseler;

Yıkılan Çarlık tarafından düzenlenen İstanbul’u zorla işgali antlaşması yırtılmış ve yok edilmiştir. Rus toplumu, halk Sovyetleri, ülkenizin zorla işgalini ret ile ilan eder ki, İstanbul Müslümanların elinde kalacaktır.

Türkiye’nin taksimine ve Türk toprağından bir Ermenistan oluşturulmasına ilişkin antlaşma da yıkılmış, yok edilmiştir.

Yine ilan ederiz ki, İran’ın yıkılmasına değgin yapılan antlaşmalar da yırtılmıştır. 

Yağmacıları, ülkelerinizi boyunduruk altına alan zalimleri kovunuz. Artık susulacak zaman geçti. Ülkelerinizin efendisi kendiniz olunuz.

Arkadaşlar, kardaşlar! Dünyanın tutsak halklarının kurtuluşunu bayraklarımıza yazalım.”

Karabekir’den Yoldaş Halil Paşa’ya, Bolşeviklerle sekiz ay ver gerisi Moskova’da…

Emekli General Veysel Ünüvar’ın anıları Göçebe Yayınları tarafından 1997 yılında yayımlanmıştı. Bu kitabın adı şöyledir: “Kurtuluş Savaşında Bolşeviklerle Sekiz Ay 1920-1921”.

Kitabın önsözünü ünlü tarihçimiz Mete Tunçay yazmış. Tunçay “Bu kitap, Kızılordu ile iş birliğine dair birinci elden tanıklık” niteliğindedir diyor ve ilginç bilgiler de veriyor. Sözgelimi, o sıralarda Azerbaycan’da bulunan, Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa ile Kazım Karabekir yazışıyorlar. Halil Paşa, mektuplarını “Yoldaş Halil” diye imzalıyor, Karabekir de ona yolladığı yazılara “Yoldaş Halil Paşa’ya” diye başlıyor. Ve Nahçıvan’da Kızılordu askerleri ile birlikte bulunup, Taşnakçı Ermenilere karşı çarpışan birliklerimiz, Kızılordu’nun güvenini elde etmek için onlar gibi apoletleri söküyorlar ve şapkalarına kızıl yıldız takıyorlar. Karabekir hatıratında bu durumu tehlikeli görüp ölçünün kaçmamasına çaba gösterdiğini ifade ediyor.

Ve Veysel Ünüvar’ın komuta ettiği bizim askeri birliğimizin adı da ilginç: “İnkılabî Türkiye Şark Cephesi Kızıl Müfrezesi”

Ermenistan Sovyet egemenliğine girdikten sonra bizim Kızıl Müfreze, 1922 yılında Batı’ya kaydırılıyor, ancak buradaki asker ve subaylara Bolşevik olabilecekleri kaygısıyla, güven duyulmadığı için lağvedilip çeşitli birliklere dağıtılıyorlar. 

Oysa bu Kızıl Müfreze orada, Kızılordu ve Sovyet yetkililerle de çıkarlarımızı koruyan müzakerelerde bulunuyorlar. Onların enternasyonal marşına karşı Türk İstiklal Marşını söylüyorlar. 

Ve 12 yıl sonra Ankara’da Cumhuriyetin 10’uncu yıldönümü kutlanıyor. Tören geçidi yapılıyor. O günün Türk Silahlı Kuvvetleri de geçiyor. Tribünde Mussolini İtalya’sının büyükelçisi ile SSCB Büyükelçisi yan yana. Mussolini’nin elçisi silahlarımızı pek ilkel ve az bulmuş, Sovyet elçisinin kulağına eğilip “Pek de azmışlar, gerisi nerede?” diye sorar ve yanıtını anladığı tondan alır: “Gerisi Moskova’da!”

Yani 1933’te, yani II. Dünya Savaşı’nın çıktığı 1939 yılından 6 yıl önce SSCB ile dostluğumuz yine böylesine sağlam idi. 

Atatürk’ün meclis konuşmaları

1 Aralık 1921 tarihinde Gazi Mustafa Kemal Paşa, TBMM’de söyledikleri de yukarıya aldığımız yazıları destekler içeriktedir:

“(…) Biz hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz, zavallı bir halkız! Gerçeğimizi bilelim; kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmak zorunluluğunda olan bir halkız. Bundan dolayı da her birimizin hakkı vardır, yetkisi vardır. Ancak çalışarak bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını emekten yoksun olarak geçirmek isteyenlerin bizim aramızda yeri yoktur. Biz bu hakkımızı saklı tutmak, bağımsızlığımızı güvenceye almak, kurulumuzca ve ulusça, bizi yok etmek emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı tüm ulusça savaşı gerekli gören bir öğretiyi savunan insanlarız.”[27]

22 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi “gizli celse”sinde yaptığı konuşmada ise Atatürk, komünizme karşı duruşunu ve yöntemlerini açıklıyordu. Komünizmle fikirsel mücadele verilecekti, Sovyet dostluğuna büyük önem verilecekti. Atatürk bu “önem”in üzerine öylesine titremiştir ki, onun sağlığında SSCB aleyhine yayın yapmak yasaktı.

Okuyalım o konuşmanın önemli yerlerini:

Efendiler (bu konuda) iki türlü önlem olabilirdi: Birincisi, doğrudan doğruya ‘Komünizm’ diyenin kafasını kırmak; diğeri, Rusya’dan gelen her adamı, derhal, denizden gelmişse vapurdan çıkarmamak, karadan gelmişse hududun dışına defetmek gibi köklü, şiddetli, kırıcı önlemler almak. Bu önlemleri uygulamakta iki bakımdan faydasızlık görülmüştür. Birincisi, politik olarak iyi ilişkilerde bulunmayı gerekli saydığımız Rusya Cumhuriyeti tamamen komünisttir. Eğer böyle köklü önlemler alırsak, bu durumda Ruslarla kayıtsız koşulsuz ilişkilerimizi kesmemiz gerekir. Oysa biz, birçok siyasal düşünceden ve nedenden dolayı Ruslarla temasta, anlaşmada bulunmak istedik, istiyoruz, isteyeceğiz. O halde, uygulayacağımız önlemlerle dostluğunu istediğimiz bir milletin, bir hükümetin ilkelerini aşağılamamak zorundayız. İşte bu bakımdan da köklü önlemler almayı yararlı görmedik. Düşünce akımları zor, kuvvet ve şiddetle reddedilemez. Aksine bunları güçlendirir. Bunlara karşı en etkin çözüm, gelen fikir akımına fikirle karşılık vermektir.”[28]

Atatürk’ün Lenin’e mektubu ve Sovyet yardımları

Mustafa Kemal Atatürk, 26 Nisan 1920’de Sovyetler Birliği kurucusu Vladimir İlyiç Lenin’e bir mektup yazdı. Mektupta şunlar deniyordu: “Emperyalist hükümetler aleyhine harekâtı ve bunların tahakküm ve esareti altında bulunan mazlum insanların kurtuluşu gayesini hedefleyen Bolşevik Ruslarla mesai ve harekât birliğini kabul ediyoruz. Evvela, milli topraklarımızı işgal altında bulunduran emperyalist kuvvetleri kovmak ve gelecekte emperyalizm aleyhine vuku bulacak ortak mücadelelerimiz için dahili kuvvetlerimizi şekillendirmek üzere, şimdilik ilk taksit olarak beş milyon altının ve kararlaştırılacak miktarda cephane ve diğer fenni harp vasıtaları ve sıhhi malzemenin ve yalnız Doğu’da harekât icra edecek olan kuvvetler için erzakın, Rus Sovyetler Cumhuriyeti’nce temini rica olunur.”[29]

Bu mektuba, 2 Haziran 1920 günü Dışişleri Bakanı Çiçerin üzerinden cevap verildi. Karşılıklı güven ve iş birliği dileklerinden sonra somut adımlar da atıldı. 11 Mayıs 1920 günü Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey başkanlığında bir heyet Moskova’ya gönderildi. 4 Ekim 1920 tarihinde Ankara’ya Müsteşar Y.Y. Umpal-Angarskiy’in başkanlığındaki Rus diplomatik misyon görevlileri gelerek Mustafa Kemal Paşa ile görüştü. 19 Şubat 1921 günü Ali Fuat Paşa, Moskova’ya elçi olarak gönderildi. 16 Mart 1921 günü de Dostluk Anlaşması’nı imzaladı. 

“Dostluk ve İş birliği” başlığıyla anılan bu mektup sonrası, Novorossisk ve Tuapse limanlarından tam 300 bin ton cephane ve silah İnebolu’ya geldi.

Batı cephesinde emperyalizm ve uşaklarına karşı ölüm kalım savaşı veren Atatürk, “Gözüm Sakarya’da, Dumlupınar’da, kulağım İnebolu’da” sözlerini bunun için sarf etti.[30]

Eveeet işte böyle EMEP’li arkadaşlar Türk Kurtuluş Savaşı ve Türk Devrimi, cılız değil büyük bir mücadele ile olmuştur. Ve Sovyetler Birliği de bu mücadele ve devrimleri büyük olaylar olarak görüp desteklemiş, Ankara Hükümeti ile birlikte Batı Emperyalizmine karşı iş birliği yapmıştır. Bu iş birliği olmasaydı, Sovyetler Birliği de iç karışıklıklarla baş edemezdi. 

KÜRT SORUNUNA BAKIŞ VE ÇÖZÜM KONUSUNDA FARKLILIKLAR

Tarihsel bakımdan Kürt sorunu ve komünistler

1920 senesi 10-16 Eylül’ünde Bakû’da toplanan Türkiye Komünist Teşkilatı’nın Birinci Kongresinde kabul edilen TKP Programının 7. Maddesinde ‘hür milletlerin ittihadı’ esasında olmak üzere ‘federasyon usulünü’ kabul ettiğini görüyoruz. 

“7-TKF muhtelif milletlere mensup inkılapçı amele ve rençber sınıfları arasındaki eski düşmanlıkları kaldırmak için aşağıdaki en kat’i çarelere girişir:

-Dil ve hars nokta-i nazarından (dil ve kültür bakımından) her milletin tam hürriyetini temin ve bu itibarla bir veya diğer millete mahsus olan her türlü imtiyazları ilga eder (kaldırır).

-TKF Hükümet teşkilatında muhtelif milletlere mensup amele, rençber Şuralar Cumhuriyeti şeklini kabul ve hür milletlerin hür ittihadı esasında olmak üzere federasyon usulünü tercih eder.

-Fırka amele ve rençber sınıfları da tamamen ayrı ve müstakil yaşamak cereyanlarına kapılmış olan milletlerin arasında kanlı nizalar çıkmasına yer vermemek için bu gibi meselelerin plebisit usulüyle umumi reye müracaatla halline delalet eder. (Kaynak TİTBK)”  

Yeterince açık… TKP, Türkiye Sosyalist Federalist Cumhuriyeti istiyor…

TKP, Mustafa Suphi’den sonra, başta Kürtler olmak üzere tüm ulusal azınlıklara “ayrılma” da dâhil kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. 1926 ve 1983 programlarında bunlar açıkça yazılıdır. Neden 1920 yılındaki ilk programda bu hakkın olmadığı sorulmalı, sorgulanmalıdır.

İşte o programların ilgili bölümleri:

1926 (Günümüz Türkçesiyle):

TKP, milli azınlıkların Türkiye’den ayrılma hakkı da dâhil olmak üzere, kendi kaderlerini bizzat tayin etme haklarını kayıtsız ve koşulsuz olarak tanır. Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek ve Hıristiyan ve Musevi azınlıkları da ezmek siyasetine her yolu kullanarak muhalefet eder. 

1983 Programı (Kürt Sorunu başlığı altında):

Burjuva hükümetlerinin hiç azalmayan, tersine giderek artan şoven baskıları altında yaşayan Kürtlerin kendi ana dillerini özgürce konuşma, anadillerinde eğitim görme, devlet dairelerinde anadilleriyle iş görme, ulusal kültürlerini geliştirme, anadillerinde yayın yapma, kendi demokratik ve politik haklarını savunma gibi en temel demokratik hakları hiçbir zaman kendilerine tanınmamıştır. Bu hakları savunan Kürt yurtseverleri her zaman ağır baskılara uğramışlardır. 

TKP’ye göre ulusal sorunun çözümü için Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını elde etmesi zorunludur. Türkiye’de hiçbir burjuva erk, Kürt ulusuna bu hakkı tanımaz. TKP programındaki antiemperyalist demokratik halk devriminin gerçekleşmesi, ulusal sorunun çözülmesinin, Kürt ulusunun kendi kaderini özgürce tayin etmesinin önkoşullarını yaratacaktır.

Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakları, Türkiye’den ayrılarak ayrı bir devlet kurma hakkıdır. TKP kimsenin bu hakka karşı çıkma, onu yasaklama hakkı olmadığı görüşündedir.  TKP bu hakkı ödünsüz savunur. Bu hak gerçekleştirilmeden eşitlikten söz edilemeyeceğini, Türkiye’de sonuna kadar tutarlı bir demokrasinin kurulamayacağını açıklar. Kürt yurtseverlerini bölücülükle suçlayan Türk şovenistlerinin amacı Kürtleri zorla Türkiye devleti içinde tutma isteklerini gizleme çabasıdır.

Ulusların ayrılma hakkı ile onların şu ya da bu dönemde ayrılmalarının uygun olup olmayacağı sorunu birbiriyle karıştırılmamalıdır. TKP bu sorunu o dönemdeki somut koşullara bakarak ve işçi sınıfının sosyalizm savaşımının çıkarlarını başa alarak çözümler. Eğer Kürt halkı özgür iradesi ile Türk halkı ile birlikte kalmaya karar verirse, ortak devlet, somut tarihsel koşullara uygun bir biçimde düzenlenecektir. Demokratik devlet anayasasında Kürt halkının ayrılma hakkı güvence altında olacaktır. Komünistler her zaman gönüllülük temelinde demokratik merkezi bir devletten yanadır.

TKP, Arap, Ermeni, Rum vb ulusal azınlıklar üzerindeki baskılara karşı çıkar, onların ulusal eşitliğini savunur. Geçmişteki Ermeni kırımını lanetler.

Bunlar Sovyet dönemi, gizli Türkiye Komünist Partisi’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve çözüm önerileri. Peki ya günümüzün açık, legal TKP’si ne düşünüyor? Bunu “Gelenek” adlı “Üç aylık Marksist Dergi”nin 2008 yılı Şubat sayısında buluyoruz. Özel bir sayı olarak çıkmış, konu: “Bir Emekçi Sorunu Olarak Kürt Sorunu.”

Bu dergiden bazı alıntılar yaparak, TKP’lilerin çözüm önerilerini aktarmaya çalışacak, sonra da eleştirilerimizi yönelteceğiz.

Kemal Okuyan diyor ki: “O halde bütün güçlüklere karşın, Türkler ve Kürtleri, daha doğrusu her ulustan, her etnik kökenden emekçiyi birbirine ve ‘bütün’e bağlayacak zemini yaratmak gibi bir görevle karşı karşıyayız. Aynı yataklarda gelişen sınıf dinamiği ve Kürt ulusal hareketinin devrimci bir birlik yaratma olasılığı 1990’larda ortadan kalkmıştır. Birliğin tek zemini vardır, Türkiye İşçi Sınıfı! Düşük ücretler, ayrımcılık ve işsizlikten daha fazla pay almasına karşın, Kürt gerçekliğinin, Türk gerçekliğiyle en fazla buluşup kaynaştığı zemin ‘İşçi Sınıfı’dır. Şovenizmin belinin kırılacağı, ortaklık duygusunun gelişeceği zemin de budur. Yok, Türkiye işçi sınıfının tamamen kendi dışında bir ‘Kürt gerçeği’ni kabul etmesi, onun ahlaki ve siyasal görevi olarak görülüyorsa, bilinmelidir ki, bu görev başarısızlığa mahkûmdur.

Çünkü, Türkiye işçi sınıfının, kendinden bir parça olarak Kürt unsuru olmaksızın ayağa kalkması söz konusu değildir. Nasıl Kürt dinamiği kendi başına ve onunla ‘dayanışma’ içindeki ‘enternasyonalist’ kuvvetlerle emperyalist projelerin kenarında köşesinde dolanmak durumunda kalıyorsa, Kürtsüz bir Türkiye İşçi Sınıfının varacağı yer milliyetçilik ve İslamcılıktır. İnkârcılığın geriletilmesi, ortak bir geleceğin var edilmesi için, Türk ve Kürt işçisinin birbirini değil, Kürt ve Türk gericisini ötekileştirmesi gerekmektedir. Ulusların büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul kitlelerin birbirlerini ‘öteki’ olarak kodlamasından solculuk, devrimcilik ya da enternasyonalizm çıkmaz.”

Kendi dünya görüşü ekseninde ciddi ve iyiniyetli çözüm önerileri bunlar. Ama ben Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bir Kürt İşçi Sınıfı göremiyorum. Köylü derseniz var, Kürt burjuvazisi de iyi kötü oluşmuş durumda ama feodal ilişkiler de din temelli olarak yürüyor oralarda. Bu dediklerimi Aydemir Güler de görmüş olacak ki şunları yazmış: “Çare Kürt ulusal dinamiğini sınıflara ayrıştırmaktır. Daha doğrusu, bu yönde burjuvazinin yürüttüğü operasyona gerekli yanıtı vermektir. Türk ve Kürt emekçilerinin birlikte geliştirecekleri sınıf kimliği, ulusal ayrımcılıklara ihtiyaç duymayacaktır. Ve bu ortak kimliğin önde gelen koşullarından biri milliyetçiliklerin bilinçli bir mücadele ile kapı dışarı edilmesidir.”

Aydemir Güler’in bu dilekleri güzel, olursa iyi de olur. Ama nasıl olacak? O bölge halkını sınıflara nasıl ayrıştıracak? 2008’de yazılmış bu satırlar, o günden bugüne dek bu bağlamda olumlu diyebileceğimiz bir gelişme var mı? Ve kendileri bunun için, alanda çalışarak somut ne elde edebilmişlerdir?

Başarılar dileriz TKP’ye… Dileriz de önce o coğrafyada, “İslam Kardeşliği şemsiyesi altında Türk ve Kürt birleşirse bu iş sorun olmaktan çıkar” diyen İslamcılarla adı Kürdistan İşçi Partisi (Partiye Karkeran Kürdistan” olan PKK’yı alt etmeniz gerek. Bunun için de Aydemir Güler’in dediği “sınıflara bölme” işini yapmanız gerek. Ben buna ilişkin ciddi çözüm önerileri, plan ve programlarınızın, çabalarınızın olduğuna inanmıyorum.

Neden inanmıyorum, PKK paralelindeki Kürt Hareketi’nde Katırcıoğlu gibi milletvekilleri olduğu için inanmıyorum. Neden inanmıyorum, anlatayım:  

HDP’li Milletvekili Erol Katırcıoğlu… Bütçe görüşmeleri için TBMM kürsüsünde… Bakınız neler diyor bu iktisat profesörü:

“Sizler bu ülkede bir tür Sovyetler Birliği kurmaya çalışıyorsunuz… sizler Bolşevik’siniz, bizler de Menşevik gibi kendimi hissediyorum burada. Bolşevikler de Duma’da çoğunluktaydı ve onların istediği oldu, onların isteği üzerinden sistem belirlendi ve sistem özü itibarıyla devletçiydi. Yani bir ‘gros plan’ vardı, her şeyi planlıyordu… Adalet ve Kalkınma Partisini bir tür Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği Komünist Partisine benzettiğimi söylüyorum.”

Bir insan iktisat profesörü ve milletvekili olacak, devlete ait neredeyse tüm iktisadi işletmeleri haraç mezat “babalar gibi” satan, limanları satan, kıyıları satan, tarım topraklarını satan AKP İktidarını devletçilikle suçlayacak ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi ile özdeşleştirmeye uğraşacak! 

Ve partisinden de bir tepki ve uyarı gelmeyecek!

Siz çözümlerinizi yeniden gözden geçirin bence Sayın Aydemir Güler…

HKP’nin (Halkın Kurtuluşu Partisi) görüşleri

Devlet, bugüne dek bu meseleyi yok saydı. Fakat problemler biz onları yok saymakla, görmezlikten gelmekle yok ya da görülmez olmazlar. Onlar çözülünceye kadar var olmaya devam ederler.

Bu mesele şöyle ya da böyle çözülecektir. Bu bizim meselemizdir. Türklerin ve Kürtlerin meselesidir. Elbirliğiyle biz çözersek, istediğimiz doğrultuda çözeriz.

Fakat başkaları, yani Batılılar çözerse kuşkusuz kendi aşağılık emperyalist çıkarları doğrultusunda çözeceklerdir. Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek isteyeceklerdir… Bütün Batılı Emperyalist ziyaretçilerin, başta Diyarbakır olmak üzere Bölge illerini tabanı yanmış itler gibi dolaşmalarının ve sözde Kürt dostu görünmelerinin sebebi budur.

Emperyalistler artık bu meseleyi, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi yeniden ellerine almışlardır. Bunu göremeyen kördür, her türden siyasi bilinçten yoksun bir zavallıdır. Meydan onlara bırakılırsa, işin sonunun nereye varacağı da aslında görünmektedir. En azından biz gerçek devrimciler bunu görebilmekteyiz.

Ne yapmalıyız?

Sorunun çözümü çok açık ve kesin biçimde 1933’te (bundan 72 yıl önce) ortaya konmuştur, Hikmet Kıvılcımlı tarafından. Bu çözüm, Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarıdır.

Türkler ve Kürtler için biricik onurlu ve gerçekçi çözüm budur. Bunun dışındaki bütün yollar parçalanmaya götürür. Batılı Emperyalist çakalların değirmenine su taşır. Daha doğrusu meseleyi onların ellerine teslim eder… Bunu görmek gerek.

Türkiye’nin bu meseleyi çözümsüz bırakmakta hiçbir kazancı yoktur. Bugüne dek olmamıştır. Bundan sonra da olamaz. Oysa kaybedeceği pek çok şey vardır.

Bu meseleyi Kıvılcımlı’nın öngördüğü şekilde kardeşçe çözmemizde ise kazanacağımız pek çok şey vardır. Türkiye o zaman bugünkünden en az bin kez daha güçlenecek ve hiçbir emperyalist saldırganın ele geçiremeyeceği, sarsamayacağı çelikten sağlam ve yüksek dağlardan sarp bir kale olacaktır.”

İyi güzel de HKP’li dostlar, önderiniz Hikmet Kıvılcımlı’nın önerdiği “Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarı” nasıl bir şeydir, ayrıntı vermiyorsunuz. Özerklik mi vereceksiniz Kürtlere, Federasyon mu oluşturacaksınız, yoksa üniter yapı içinde anadilde eğitim gibi bazı hakları vermekle mi yetineceksiniz? Bunları demeniz, açıklamanız gerek. Açıklamıyorsunuz, açıklayamıyorsunuz, çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın yukarıda üstü kapalı olarak değindiğiniz 1933 yılındaki görüşleri tam bir bölücülük örneğidir.

Nasıl mı? Hadi okuyalım, sizin şu meşhuur Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın 1933 yılında yazdığı İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) kitabının bazı bölümlerini: “Kitap, müsvedde halinde TKP Merkez Komitesi’ne iletilmiştir. TKP içinde devlet görevlilerinin ne kadar etkili olduğu düşünüldüğünde, bu belgenin devletin eline geçmiş olma olasılığı da yüksektir. Kitabın bazı bölümleri aşağıda sunulmaktadır (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark), Yol: 6. Kitap, Yol Yayınları, İstanbul, 1979)

‘Bürokrasi cenderesi, jandarma terörü, yalın kılınç ordu taarruzu. İşte Kürdistan’da Türk burjuvazisinin sömürge siyaseti.’ (s.140)

‘Kürdistan’da Kemalizmin iktisadi çapulu devam ettiği nisbette ve bu çapulla doğru orantılı olarak, bir Kürt milliyet cereyanı ve hareketi büyüyecektir. Bu tarihi bir zarurettir.’ (s.145)

‘Bu isyanları yapanlar belli olabilir, fakat bu isyanı kışkırtan Kemalizmdir. Çünkü Kemalizmin iktidar mevkiinden önce, Kürdistan’da böyle kapsamlı isyanlar yoktu.’ (s.148)

‘İsyan zamanında: Kemalizm ne kadar Kürt köylüsü öldürebilirsem kârdır, der. Normal zamanlarda da binbir tazyik ile suçlandırdığı Kürt köylülerini, kaçaksa; evini köyünü yıkar, ele geçerse, sevkiyatta kaçtı diye vurur ve bu ‘amansız’ imha siyaseti, şark vilayetlerinde bir Kürtlük bulunmadığı ve bulunamıyacağını ispat etmek için uğraşır.’ (s.152)

‘Kemalizm, Kürdistan’ı bir sömürge, hem de barbarca ezilen ve soyulan bir sömürge yapmıştır.’ (s. 161)

‘Mazlum Kürdistan halkı, kurtuluşu zalim anavatanlara karşı bir savaş açarak başarabilir.’ (s.218)

‘Türkiye Komünist Partisine iki görev düşüyor: (1) Mazlum Kürdistan halkı ile bağlanmak; (2) Bir Kürdistan Komünist Partisinin kuruluşunu kardeşçe hazırlamak.’ (s.220)

‘Bu işleri yapacak Kürt proletaryasının bir Genel Kurmayı teşkil edilmelidir: Kürdistan Komünist Partisi. Fakat böyle bir teşkilatın kurulması için deyim yerinde ise, ağabeylik vazifesi Türkiye Komünist Partisine düşer.’ (s.221)”[31]

Bu düşünce, yaklaşım ve önerilerin, bu tarihsel saptırmaları, ben, HKP’nin birçok üyesi tarafından tümüyle reddedileceğini biliyorum. 

Ve tabii ki SCP bu türlü düşünce ve yaklaşımları şiddetle reddeder.   

EMEP ne diyor?

“c. Kürdistan’da da kapitalist gelişmeye bağlı olarak uluslaşma sürecinin ilerlediği, ancak, başta Kürt ulusu olmak üzere ulusal toplulukların tüm haklarının ayaklar altına alındığı, birikim, pazar ve kaynaklarının emperyalizmin ve iktidardaki Türk büyük burjuvazisinin denetimi altına girdiği ve Türk ulusunun egemen ulus olarak örgütlendiği…”[32]

Burada kimi yanlışlar, kimi doğrulara sarmalanarak sunulmakta. Hem uluslaşma süreci sürmüş kapitalist gelişmeye uygun olarak hem de tüm hakları ayaklar altın alınmış. Hiç olmadı, bu ikisi bir arada nasıl olabildi acaba? Türk Ulusu egemen ulus olarak örgütlenmedi. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti dendi” ve bu kurucu unsurların tamamı Türk Milleti içinde mütalaa edildi. Bunun dışındaki her yol, bu ülkeyi önce federasyonlara, sonra da devletçiklere bölüp, Yugoslavya gibi darmadağınık ederdi.  

Ve SCP’nin Görüşleri

Parti Programı Madde 43: Kürt Sorunu

Kürt sorunu, bugün emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin bir parçası haline gelmiştir. ABD emperyalizmi, Irak ve Suriye’de kurduğu askeri üsleriyle, her yıl PKK’ya tahsis ettiği 100 milyonlarca dolar parasıyla ve maaşını ödediği PKK militanlarıyla, Irak’taki üslerinden Suriye’ye taşıdığı binlerce TIR dolusu silahıyla “Kürt sorunu”nun doğrudan tarafıdır. Onun için günümüzde Kürt sorunu, başında ABD’nin olduğu emperyalist cepheye karşı mücadelenin bir parçasıdır.

Irak ve Suriye topraklarında bir ABD projesi olan “İkinci İsrail”in kurulması kabul edilemez.

Öte yandan Kürt sorunu, yıllar süren mücadelelerin ardından büyük ölçüde çözülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısı içinde Kürt yurttaşlarımızın her düzeyde yönetime katılımı, basın yayın haklarını kullanmaları, dillerini ve kültürlerini geliştirmeleri ve diğer bütün demokratik haklarını kullanmaları yolunda büyük mesafeler alındı.

Emperyalizme ve Ortaçağ gericiliğine karşı mücadele içinde ve emperyalist müdahale bertaraf edildikten sonra da Kürt vatandaşlarımızla birlikte var olduğu düşünülen diğer sorunların da ele alınıp çözülmesi sağlanacaktır.

Görüldüğü gibi SCP ile diğer partiler arasında bu konuda büyük fikir ve çözüm ayrılıkları vardır.

HDP Konusu

Buraya HDP’nin görüşlerini almasak olmazdı, çünkü bazı saftirikler bu partiyi hâlâ sol parti sanıyorlar.

Adı “Partiya Karkaren Kürdistan”, yani “Kürdistan İçi Partisi” olan PKK’nın, artık ne işçi ile ne de emekçi ile bir ilgisi yoktur. ABD’nin güdüm ve denetiminde bir taşaron ve kaşalot örgüttür. Bu örgütle organik bağı olan HDP, bazı sol ve sosyalist parti ve sivil toplum örgütleriyle gene ittifak kurmuş. Emek ve Özgürlük İttifakı… Şimdi soralım: HDP’nin neresi sol ve sosyalisttir? Emekle ve emekçilerle ilgili bugüne dek ne yapmıştır? HDP sınıfsal olarak nerede duruyor? Ve bir soru da bu ittifaka, tekrar meclise girme uğruna balıklama atlayan iğreti Stalin bıyıklı TiP Genel Başkanına.  Çık söyle, PKK nasıl bir örgüttür, fikri zikri nedir, sosyalizmin neresindedir?

Ve uyuşturucu satıcısı[33] Savaş Buldan’ın karısı Pervin Buldan, Kasım ayında HDP’nin bir grup toplantısında yaptığı konuşmada dedi ki: “Cumhuriyetin 99. yıl dönümünü geride bıraktık. Kuruluşundaki ademi merkeziyetçilik ve demokrasi fikrinin terk edilerek yerine Kürtler ve Aleviler başta, tüm farklılıkların ret ve inkarına dayalı tekçilik sisteminin devreye sokulmasıyla yaşanan 100 yıllık bir yıkım sürecinden bahsediyoruz. Yönetimler değişse de zihniyet değişmiyor. Toplum olarak bunun sonuçlarıyla karşı karşıya kalıyoruz. Kürtçe ana dil hala yasak, vesayet sistemi el değiştirdi ama kendisi hiçbir zaman değişmedi, bugün saray ve yargı vesayeti olarak devam ediyor.”

Buldan, “Söz veriyoruz, ikinci yüzyılın aktörü onlar değil, biz olacağız, Türkiye halkları olacak. Asıl belirleyici güç halklardır; Kürtlerdir, Alevilerdir, Ermenilerdir, bu kadim topraklarda dışlanan tüm halklardır. Ülkeyi gerçek bir demokratik cumhuriyet ortamına birlikte taşıyalım, bir dönemi kapatalım, yeni bir aydınlık dönemi başlatalım” diye konuştu. 

Türkiye halklarını sayıyor uyuşturucu kaçakçısının karısı, kimlermiş bir bakalım: Kürtler, Aleviler, Ermeniler… Türkler yok… Ve Alevileri “halk” olarak niteliyor. Alevilerin %80’inin Türk olduğunu bilmezden geliyor. Dahası da var: Bayan Buldan Türk ve Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı yapıyor… Kürtçe ana dil yasakmış. Değil, ana dilde eğitim yasak, o da sizin yüzünüzden öyle, bu ülke ve devlet Kürt yurttaşlarına her hakkı verir, arada o kanlı örgüt ve o örgütün uzantısı olan sizler olmasanız. Sen ve partin bu kafayla ve bu ağızla her zaman duvara toslarsınız ve Kürt sorunu da asla çözülmez.

VE BENİM GÖZÜMDEN SCP

Yazımı, kendi gözümden SCP’yi yazarak bitireceğim. Özneldir bu görüşler, parti görüşleri değildir. Ben gönlümdekini söylüyorum, kişisel görüşlerimi açıklıyorum, bunların kayda geçip tartışılmasını istiyorum:

-Cumhuriyetimizin ilk yıllarında “Cumhuriyet ışıklı bir yoldur” deniliyordu. Türkiye ışıklı değil “şıklı” bir yola girmiştir ama biz hâlâ oradayız, ışıklı yolun savunucusuyuz. Bu ışıklı yolu ancak sosyalistler açar yeniden, onlar yürür, onlar bu yolun değerini ve hedefini anlatabilir. Partimizin adı bundan dolayı Sosyalist Cumhuriyet Partisi’dir.

-SCP, dünyayı sarsıp etkileyebilecek, yeni ve rafine bir sosyalizmin Anadolu topraklarından fışkırmasını gönülden diler, bunu genç kuşaklara bir yeni ütopya olarak aktarmayı görev bilir. SCP, bilim ve devrim aydınlığıyla Anadolu’ya evrensel bakışın ve Anadolu’dan sınırlar, çağlar, kültürler ötesine ulusal bakışın temsilcisidir.

-SCP, sosyalizmi bilimle algılar, bilimle ve sanatla varsıllaştırır üyelerinin düşünsel dünyalarını. Bilinçlenmeye ve bilgilenmeye öncelik verir bundan dolayı. Eylem bunlardan sonra gelir. Ve eylemsel bağlamda “Taş yerinde ağırdır” atasözünü ayırıcı özellik olarak beller. Biz meydan okumayız; çıktığımız, çıkacağımız meydanların önce bizi okumasını dileriz. Çoğaltırız, çoğalırız, kitlelerle özdeşleşiriz işte o zaman.

-SCP halkla tanışmayı, danışmayı ve sonra da dayanışmayı yol olarak benimsemiştir. Bunu öteki sosyalist partiler yapamadılar yeterli ölçüde, çoğu tanışma aşamasını bile geçemedi, tanışamayanalar kendilerini de tanıtamıyorlar doğal olarak.

-SCP, “Sosyalist Arkeoloji”yi önemser elbette. Geçmişimizdir, övüncümüzdür, yerine göre dövüncümüzdür, kaynağımızdır, çıkış noktamızdır; ama bugüne ve yarınlara hükmedebilmenin yolu, reçetesi arkeolojik değerlere dayanmakta ve ısrarda değildir, çağın gerisinde kalmak sosyalizme hizmet değildir. Ne yazık ki birçok sosyalist parti, Sosyalist Arkeoloji ile avunuyor, övünüyor, onları kutsuyor, tabulaştırıyor, çözümü de bunda görüyor.

-Doğduğu yerde doymalı Anadolu insanı; göçler, kopuşlar, savruluşlar artık bitmeli. SCP bunu sağlayacak çözümlerin peşinde olacaktır.

-Teknolojiye tutsak olmayacağız, onu üretecek, yararlanacak, yöneteceğiz, onunla dünyada saygınlık kazanacağız.

-“Demiryolu komünist işidir” diyenleri haklı çıkaracağız. Yük ve yolcu taşımadan demiryolu aslan payını alacak, yurt yeniden demirağlarla örülecek.


[1] Ceyhun Atuf Kansu-Cumhuriyet Bayrağı Altında Yaşamöykümde Devrim 

[2] https://tip.org.tr/program/

[3] Oysaki SCP, Parti Programı’nın 58.maddesinde özel mülkiyete akılcı bir biçimde izin vermektedir. Buna ileride yine döneceğiz. 

[4] Metin Çulhaoğlu, özel mülkiyetin sosyalist düzende olamayacağını, ama kişisel mülkiyetin olabileceğini, sözgelimi bireylerin ev ve arabaya sahip olabileceklerini söylüyor.

[5] Oscar Wilde-Sosyalizm ve İnsan Ruhu

[6] Metin Çulhaoğlu-Gençlerle Başbaşa Sosyalizm

[7] Leo Huberman-Sosyalizmin Alfabesi

[8] SSCB’nin son döneminde Türkmenistan’ın başında bulunan Saparmurat Niyazov, bu görevini 1991’deki bağımsızlık ilanından sonra da “Türkmenbaşı” adıyla sürdürdü. Niyazov Ultro Rossiya adlı gazeteye verdiği röportajda şöyle diyordu: “Türkmenler her zaman bir şeye tapma ihtiyacı duymuştur. Bizim halkımız ilk olarak ateşe, sonra Tanrı’ya, daha sonra ise Marx’a tapmıştır. İnsanların mutlaka bir şeye tapması, inanması gerekiyor” (Esadullah Oğuz/Türkmenistan Stalin’den Niyazov’a.) Ve Türkmenbaşı ülkesini kendi heykelleri ile doldurtarak (altın olanı da vardı) kendisine taptırdı. Sonra o öldü, adı anılmaz oldu. Şimdi Kurbankulu Berdimuhammedov aynı yolda. Salgın döneminde, Türkmenistan’da Covit-19’un varlığını söylemek yasaktı. 

[9] http://www.abstraktdergi.net/sosyalist-ekonomide-hesaplama-tartismasi-1-liberal-ideolojinin-tutarsizligi/

[10] Şili’de uygulanan “Cybersyn Projesi” çarpıcı bir örnektir. Cybersyn Projesi Şili’de 1971 ve 1973 yılları arasında Salvador Allende döneminde başlatılmış bilgisayar temelli bir karar verme sistemi olup, ülkenin planlı ekonomisi için kullanılmıştır. Proje dört farklı modülün bir ana bilgisayara bağlanmasıyla çalışmaktaydı, bu dört modül ekonomik simülatör, fabrika üretimine dair yazılımlar, kontrol odası ve teleks makinelerinden oluşan bir ağdı. Daha açık olarak “GOSPLAN’ın Şili ölçeğinde bilgisayarlısı” denilebilir. Şili’de başarıyla uygulanmıştır.  

Cybersyn Sistemi’nin kontrol odası, aygıtları, yazılımları, CIA destekli 11 Eylül 1973 darbesinde yok edildi ve proje terk edildi.

[11] Alp Altınörs-İmkânsız Sermaye 21.Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum.

[12] Alp Altınörs-İmkânsız Sermaye 21.Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum.

[13] Mustafa Balbay-Cumhuriyet Gazetesi 13 Mart 2020 

[14] “Özel sektör ve piyasa olana yerde sosyalizmden söz edilemez” diyenlere ithaf olunur.

[15] Cumhuriyet Gazetesi- 1.7.2021

[16] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49880943

[17] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-41682521

[18] Mao Zedung-Seçme Eserler V

[19] Mao’nun 7 Eylül 1953 tarihli konuşmasından

[20] Coşkun Faik Kavala-Doğu Uyanıyor/Resse Yayınları

[21] Komünist manifesto 

[22] Sadri Maksudi Arsal-Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları

[23] Mehmet İzzet-Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat

[24] Sadri Maksudi Arsal-Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları

[25] Sözgelimi TKP’nin programında şu ifadeler vardır: 

.TKP, toplumdaki eşitsizliklerin temel kaynağı olan üretim araçlarındaki özel mülkiyeti, belli bir program çerçevesinde tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bir ekonomik politika izler.

. Dış ticaret yalnız devlet eliyle yürütülür.

[26] Yüzbaşı Selahattin’in romanı 2.Cilt/İlhan Selçuk

[27] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri/Atatürk Kültür Merkezi

[28] Rasih Nuri İleri-Atatürk ve Komünizm-Kurtuluş Savaşı Stratejisi

[29] Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 8, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s.114

[30] https://www.aydinlik.com.tr/ataturk-ve-lenin-huseyin-vodinali-kose-yazilari-nisan-2019#2

[31] https://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/makaleler/yildirim-koc-hikmet-kivilcimli-ve-kurt-boluculugu-28894

[32] EMEP Parti Programı

[33] Bu satıcılık, şahitli ve ispatlıdır, kimseye iftira etmiyoruz.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir