Sosyalistlerin Birliği

2023 seçimlerine giderken Türkiye sosyalistlerinin çözmeleri gereken iki önemli sorun bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, sistemin hali hazırda halkın önüne koyduğu üç seçeneğin (Cumhur ve Millet İttifakları ile HDP etrafında oluşturulmak istenen ittifak) karşısına, Türkiye’nin yaşamakta olduğu derin ekonomik, siyasi ve toplumsal krizden çıkışa önderlik edecek sistem dışı, inandırıcı bir devrimci seçenek koyabilmektir. Böyle bir seçenek, ancak sisteme ait söz konusu oluşumlardan, program ve politika olarak temelden farklı bir “Türkiye İttifakı”nın oluşturulmasıyla mümkün olabilir. Başlıca maddeleri, Tam bağımsız Türkiye, Laik-Demokratik Cumhuriyet ve Halkçı Devletçi Ekonomi olan bir program temelinde oluşacak “Türkiye İttifakı”; anti emperyalist milliyetçileri, halkçıları ve sosyalistleri kapsamalıdır.

Seçmenin yaklaşık yüzde 15’inin sandık başına gitmeyi düşünmediği, gene yapılan kamuoyu yoklamalarına göre her üç seçmenden birinin sistem partilerinden hiçbirine güvenmediği, kalan seçmen kitlesi içinde de hatırı sayılır “kerhen oy verme” durumunda olan bir kesimin bulunduğu koşullarda, nesnel olarak “Türkiye İttifakı” için geniş bir zeminin var olduğunu söyleyebiliriz.

Burada kritik mesele, “Türkiye İttifakı”nda motor rolü oynayacak bir öncü gücün var olup olmadığıdır. Bu öncü rolü doğal olarak ancak Sosyalistler oynayabilir. Buradan da önümüzdeki diğer görev çıkıyor: Sosyalistleri bir araya getirerek “Türkiye İttifakı”nı oluşturmada kilit rolü oynayacak gücü oluşturmak, atmamız gereken ilk adımdır. Arkalarında 50 yılı bulan bir parçalanma dönemi bulunan Türkiye sosyalistlerini veya en azından anlamlı bir kesimini bir araya getirebilmenin, aynı Parti çatısı altında toplayabilmenin koşulları var mıdır? Veya aynı parti çatısı altında toplanmak bugünden yarına mümkün değilse bile, Türkiye İttifakı’nın oluşmasında anahtar rolü oynayacak sosyalistleri bazı ara formüllerle bir araya getirerek tarihi rollerini oynamalarını sağlamak mümkün müdür? Bu konu üzerinde düşünmenin zamanıdır.

BÖLÜNMENİN KISA TARİHÇESİ

Türkiye sosyalistleri arasında bölünmenin başlangıcı, 1960’ların ikinci yarısında yaşanan Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim tartışmasına dayanır. Aybar’ın başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi, ülkedeki bütün sosyalistlerin içinde olduğu bir partiydi. Bu birlik, önce TİP içinde yaşanan tartışmalarla dağılma emareleri göstermeye başladı. Böylece sosyalist solun tarihindeki en önemli ve en anlamlı iki çizgi mücadelesi yaşandı. Türkiye kapitalist bir ülke midir ya da o gün kullanılan terminoloji ile söylersek “yarı feodal yarı sömürge” bir ülke midir? Elbette bu tespit, ülkenin önündeki devrim aşamasının ne olduğu konusunda da farklı görüşlerin temel dayanağıydı. Milli Demokratik Devrim mi Sosyalist Devrim mi?

Ülkenin sosyoekonomik yapısına ilişkin tespit, ülkenin önündeki devrimci aşamanın niteliğini belirlemede; devrim stratejisini oluşturmada, mücadelede dostların ve düşmanların kim olduğunu saptamada belirleyicidir. Bundan dolayı o zaman sosyalist sol içinde yaşanan tartışma son derece önemliydi. Özellikle 1968 sonbaharında Aydınlık dergisinin yayınlanmasıyla su yüzüne çıkan ayrışma, 1968 gençlik eylemlerinin estirdiği rüzgâr ile birleşti. Üniversite gençliğinin kitlesel olarak sosyalizme yönelmesiyle birlikte MDD – SD tartışmaları dar grupların sorunu olmaktan çıktı. Şefik Hüsnülerin TKP’sinden Türkiye’de kalan parti önderlerinin hemen hemen tamamı (Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat Baraner, Vecdi ve Sevinç Özgüner, Emin Sekun, Kerim Soyka, Halim Spatar vd.) Milli Demokratik Devrim saflarında yer aldılar. Esasen TKP’nin 1926 programı da Milli Demokratik Devrim programıydı. Keza TİP’in 1964 programı da bir Milli Demokratik Devrim programıydı. 1968 Gençlik mücadelesinin önderlerinin de ezici çoğunlukla MDD saflarında yer almasıyla, Türkiye sosyalistlerinin büyük çoğunluğu MDD savunuculuğunda birlikte hareket etmiş oldu.  TİP içinde o zamanlar Sadun Aren ve Behice Boran’ın liderliğini yaptığı ekip (Bu ekip 1970 yılında yapılan TİP 4. Kongresinde parti yönetimini ele geçirdi) Sosyalist Devrim’i savunuyordu. O yıllarda Türkiye içinde pek bir varlığı olmayan ve merkezi yurtdışında – Doğu Berlin’de – olan TKP ve 12 Mart sonrasında Ahmet Kaçmaz liderliğinde kurulan TSİP de Sosyalist Devrim’i savunan partilerdi.

Türkiye’deki MDD – SD saflaşmasında, 1960’lı yıllarda su yüzüne çıkan uluslararası sosyalist hareket içindeki bölünmenin de etkisi oldu. Sosyalist Devrim diyen TKP, TİP ve TSİP, Sovyetler Birliği’yle (SBKP) aynı tavrı alırken, MDD tezini savunanlar arasında yaklaşım farklılıkları olsa da hemen hemen hepsi, uluslararası sosyalist hareket içinde süren tartışmalarda Mao Zedung’un önderlik ettiği Çin Komünist Partisi’ne daha yakın bir çizgide duruyorlardı.

1969 yılında Aydınlık dergisi çevresinde yaşanan ayrışma sonrasında 1970 yılında Mihri Belli ile yollarını ayırarak THKP-C olarak yollarına devam edenlerin, yayınlarında MDD yerine “anti emperyalist – anti oligarşik devrim” tanımını kullanmaları, bu çevrenin 1968 yılında yaşanan ilk ayrışmada MDD tezini savunanlar arasında oldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.

1960’ların Türkiye’si sosyoekonomik açıdan kaba hatlarıyla şu durumdaydı: Nüfusun yüzde 65’i köylerde yaşıyordu. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri başta olmak üzere feodal kalıntılar hala güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyordu. Milli gelir içinde tarımın payı, sanayinin payının bir hayli önündeydi. Tarım ve sanayinin milli gelir içindeki payları ancak 1980 sonrasında eşitlendi ve daha sonra sanayi, izlenen IMF politikalarının tarımı adeta çökertmesiyle hızla öne geçti. Özal, IMF’nin istekleri doğrultusunda tarımsal nüfusu yüzde 15’lere indirmek için harekete geçmişti.

Hayat, MDD, SD saflaşmasında MDD’cilerin Türkiye gerçeğini yakaladıklarını, halkla birleşmede daha başarılı olduklarını, ayaklarını Türkiye topraklarına bastıklarını kanıtladı.

1990’larla birlikte Sovyetler Birliğindeki sistemin çöküşü ile birlikte Sosyalist Devrim diyenler (TKP, TİP, TSİP) siyaset sahnesinden tamamen silindiler. (1990 sonrasında önce SİP, sonra da TKP adıyla, 2013 sonrasında da TKP’nin bölünmesiyle yoluna devam eden siyasi oluşumların ise eski TKP ile hiçbir doğrudan örgütsel ilişkisi yoktur.)

MDD kökünden gelen parti ve hareketler, 1980 askeri darbesinin baskıcı şartlarında uğradıkları yenilginin yol açtığı kan kaybına rağmen varlıklarını sürdürdüler. Çünkü bütün hata ve eksikliklerine rağmen Türkiye gerçeğini yakalamışlardı. 1990 sonrasında gerek işçi sınıfı, gerekse kamu emekçilerinin mücadelesi ve gerekse demokratik kitle örgütleri içinde; tam bağımsız laik-demokratik bir Türkiye için verilen mücadelede esas olarak MDD kökünden gelen parti ve hareketler (İşçi Partisi, ÖDP, EMEP vd.) vardı.

1970’LERDEKİ BÖLÜNME

Ama 1960’ların sonlarında başlayan bölünme, MDD – SD ayrışmasıyla kalmadı. 1969’dan başlayarak sosyalist sol, hem MDD hem de SD’ciler arasında olmak üzere tekrar tekrar deyim yerindeyse amip gibi bölünmeye başladı. 1970’li yıllar bu şekilde devam etti. 1978 – 79 yıllarına gelindiğinde toplam olarak 50’nin üzerinde parti ve örgüt çıktı ortaya. Sol içinde, ilk başta fikir ayrılıkları şeklinde ortaya çıkan tartışmalar, bir müddet sonra şiddet yöntemlerinin devreye girdiği ve çok sayıda devrimcinin (yaklaşık 300 kadar) sol içi çatışmalarda hayatını kaybettiği akıl almaz bir noktaya savruldu.

Bu bölünme sağlıklı değildi. En ufak bir fikir ayrılığının bile yeni bir örgütün kurulmasıyla sonuçlandığı akıl almaz bir bölünme furyası yaşandı. Elbette bu bölünme sadece, devrimci bir örgütte yer alanların A’dan Z’ye kadar her konuda aynı fikirde olmaları gibi yanlış bir anlayışın sosyalistler arasında hâkim hale gelmesiyle açıklanamaz. Bu bölünmede istihbarat servislerinin de önemli bir pay sahibi olduğu tartışma götürmez.

1960’lı ve 1970’li yıllarda dünyada ve Türkiye’de yaşanan gelişmelerin de etkisiyle bir sosyalizm rüzgârı esiyordu ve bu durum aydınlar ve gençlik başta olmak üzere toplumun geniş kesimlerini etkilemeye başlamıştı. Sosyalist Sovyetler Birliği’nin büyük katkısıyla faşizmin yenilgiye uğratılması, Doğu Avrupa ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde gerçekleşen devrimlerin ardından dünyanın üçte birinde sosyalistlerin iktidar olması, Küba Devrimi, Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi, Asya ve Afrika’da sömürgelerin birbiri peşi sıra bağımsızlıklarını kazanmaları, Afrika’daki son sömürgelerin (Angola, Mozambik ve Gine Bissau) Portekiz sömürgeciliğine ve nihayet Hindiçini halklarının Amerikan emperyalizmine karşı zafere ilerleyen mücadelesi, Türkiye’de sola, sosyalizme olan yönelimi büyüttü. 1970’lerin sonlarına gelindiğinde Türkiye’de çeşitli sosyalist örgütler içinde örgütlü devrimci sayısı yaklaşık 500 bin kadardı. Toplam nüfusun 40 milyonun biraz üzerinde olduğunu düşünürsek rakamın büyüklüğünü daha iyi anlayabiliriz. Ama bu büyük potansiyel, bölünmeler ve kışkırtılan sol içi çatışmalarla heba edildi. 12 Eylül Amerikancı darbe ise bölünmüş sol örgütlerin önemli bir kısmını bellerini bir daha doğrultamayacakları şekilde ezdi.

Sosyalist soldaki bölünme ve sol örgütler arasında sağlıklı olmayan mücadele, bir müddet sonra söz konusu örgütleri hayattan ve halktan kopardı. Toplumla ve dış dünyayla, ülke siyasetiyle çok ilişkisi olmayan kendi küçük dünyalarında yaşayan veya dünyayı kendi küçük dünyalarından ibaret gören yapılanmalar haline dönüştü sosyalist örgütlerin büyük çoğunluğu.

Gelişmelerin çok hızlandığı önümüzdeki birkaç yıl içinde Türkiye’nin geleceği ile ilgili çok önemli gelişmelerin yaşanacağı belli olmaktadır.  Dolaysıyla sosyalistlerin bugün üzerinde düşünmeleri gereken büyük gerçek, geçmişin yanlışlarından gerekli dersleri çıkararak gelişmelere müdahale edebilmelerini sağlayacak kuvveti nasıl yaratacaklarıdır. Kısa vadede böyle bir gücü yaratmak ise 1970’lerin tersi bir gelişmeyi, yani birleşmeyi başarıp başarmayacaklarına bağlıdır.

DURUM ELVERİŞLİDİR

Son zamanlarda çeşitli sosyalist parti ve gruplar arasında birlikte hareket etme yönünde arayışların olması sevindirici bir gelişmedir. Bu gelişmenin gerçekten sonuç verici bir noktaya evrilip evrilmeyeceğini, 2023 yılında yapılacak olan seçimler öncesinde göreceğiz. İyimser olmak açısından çeşitli nedenler sayılabilir.

Birinci olarak her şeyden önce 2020’lerin Türkiye’sinin çok çeşitli bakımlardan 1960 -70’lerin Türkiye’sinden farklı olmasıdır. Nüfusunun yüzde 60’tan fazlasının köylerde yaşadığı Türkiye’den, nüfusun yüzde 80’den fazlasının şehirlerde yaşadığı Türkiye’ye geldik. Gerçi tarikat ve cemaatlerin canlanması anlamında bugün 1960’larla kıyaslanmayacak ölçüde geriye, Ortaçağ’a doğru gittiğimiz bir başka gerçektir. Türkiye bugün, emperyalizm ve işbirlikçi büyük burjuvazi ile beraber hareket eden bir tarikatlar koalisyonu tarafından yönetilmektedir. Onun için günümüzün temel görevi, hâlâ tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi gerçekleştirmektir. Bugün sosyalist solda yer alan hemen hemen bütün parti ve oluşumların bu temel görevden bahsetmeleri aynı zamanda büyük birleşme açısından zeminin uygun hale geldiğini göstermektedir.

İkinci olarak üzerinde duracağımız nokta, devrimin nesnel koşulları açısından Türkiye’nin içinde bulunduğu durumda yaşanan büyük değişmedir. 1970’lerde sosyalist sol genel olarak yakın zamanda gerçekleşecek bir devrim beklentisi içindeydi. Bugün dönüp geriye baktığımızda 1970’lerin Türkiye’sinde nesnel koşulların devrim açısından hiç de uygun olmadığı gerçeğini tespit edebiliyoruz. 1960’larda ortalama yüzde 7 gibi yüksek bir oranda büyüyen bir ekonomi, 1970’lerde büyüme oranı biraz düşse de gene de gelişen bir ekonominin olduğu koşullarda toplumun devrime ihtiyaç duymayacağı açıktır.

Ama mevcut sistem içinde gelişen ve geleceği olan bir ülkeden şimdi sistem içinde gidilecek bir yolu kalmayan ülkeye geldik. Yani devrimin nesnel koşullarının olmadığı bir ülkeden, devrim yapmaktan başka çaresi kalmayan bir ülkeye dönüşmüş olmak söz konusudur.

Devrimin nesnel koşullarının olgunlaşması o devrimin öznesi olacak devrimcileri de etkiler ve tarihi rollerini oynamaya zorlar. Bu nesnelliği birleşmeyi zorlayacak bir etken olarak ele alabiliriz.

Üçüncü olarak belirtmemiz gereken nokta, sosyalist solun hemen hemen tamamında, bir bütün olarak Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarının günümüzde vermekte olduğumuz mücadele konusunda ne anlam ifade ettiği konusunda yaşanan bilinç sıçramasıdır. Sosyalist solun Atatürk önderliğindeki Milli Kurtuluş Savaşı’mız ve Cumhuriyet Devrimi’mizin kazanımlarını küçümsediği günler geride kaldı. Sosyalistlerin önemli bir kısmı deyim yerindeyse Atatürk’ü ve Cumhuriyet Devrimi’nin önemini yeniden keşfetti.

Gerek ABD emperyalizminin 12 Eylül darbesiyle ve sonrasında bölgemizde gerçekleştirdiği askeri işgaller, milli ekonominin özelleştirmelerle yıkıma uğratılması, etnik ve irticai terör örgütlerinin arkasındaki güç olarak emperyalizmin yarattığı tehdit ve Ortaçağ özlemcisi örgütleri canlandırılarak laik demokratik kazanımların adım adım ortadan kaldırılması karşısında sosyalistler, toplumumuzun ezici çoğunluğu gibi bütün bu tehditlere karşı mücadelede tarihimizin en büyük devrimci atılımı olan Cumhuriyet Devrimi’nin kazanımlarını sarılmanın önemini kavradılar.

Günümüz Türkiye’sinde Atatürk ve Cumhuriyet Devrimi mirası, toplumumuzun büyük çoğunluğunu birleştirdiği gibi sosyalistleri de uyandırıyor ve birleştiriyor

Dördüncü olarak belirtmemiz gereken etken, 50 yıllık parçalanma döneminin sonuçlarının, bütün sosyalist parti ve örgütler açısından olumsuz bir öğretmen olmasıdır. Parçalanma bu partilerin hiçbirisine fayda getirmedi, tam tersine ülke siyasetinde hiçbir ağırlığı olmayan, sokaktaki yurttaşın bihaber olduğu, kendi küçük dünyalarında yaşayan örgütlenmeler olmanın ötesine geçemediler. Deyim yerindeyse onların dünyadan haberi yoktu, dünyanın da onlardan.

Öte yandan nüfusun yüzde beşinin kendini sosyalist olarak tanımladığı günümüz Türkiye’sinde şu anda değişik sosyalist örgütlenmeler içinde olan birikimin en azından anlamlı bir kesiminin bir araya gelmesi durumunda gelişmelere yön verecek bir kuvvetin ortaya çıkacağı tartışma götürmez.

2012 – 2014 yılları arasında Türkiye’de yüz binlerin ve hatta milyonların sosyalistlerin önderliğinde harekete geçtiğini ve çok önemli başarılar kazanmış olduğunu hatırlayalım. AKP’nin anayasa girişiminin başarısızlığa uğratılması, haziran ayaklanmasında sosyalistlerin rolü, Silivri duvarlarının yıkılması ve nihayet bütün bu mücadelelerin sonucu olarak AKP-FETÖ-PKK koalisyonunun parçalanması gerçeği üzerinde düşünmekte yarar vardır. Yakın geçmişte elde edilen bu başarılardan çok daha fazlası, sosyalistler arasında birleşmenin gerçekleştirilmesi durumunda önümüzdeki yıllar içinde yaşanabilir.

Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşamaktadır, emperyalizmin Türkiye’yi istikrarsızlaştırma planının bir parçası olarak Türkiye’ye yığılan 8 milyon mültecinin oluşturduğu sorun patlamaya hazır bir bomba gibidir ve toplum büyük bir arayış içindedir. Bütün sorun, arayış içindeki kitlelere önderlik edecek devrimci öncünün inşasıdır. Bu durumda devrimin öznel koşulu da gerçekleşmiş olacaktır.

Devrimin nesnel ve öznel koşullarının birlikte varlığı, başarıyı mümkün kılar.

Beşinci olarak Dünyada şimdi yeniden sosyalizm rüzgârları esiyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde sosyalistler birbirlerinin peşi sıra zaferler kazanıyorlar. Çıkmaz içindeki kapitalist dünyada arayış içindeki insanlar, onların yaşadıkları krizlerin dışında kalan ülkelerin sosyalist oldukları gerçeği ile yüzleşiyorlar. Sosyalist Çin, şu anda dünyanın en büyük ekonomisi, Dünya nüfusunun yüzde 40’ına, ekonomisinin yüzde 30’una ve doğal kaynaklarının yüzde 60’ına sahip ve yakın zamanda daha da büyüyecek olan BRICS’in motor ülkesi… 2020 yılından itibaren bütün dünyayı kasıp kavuran Korona salgınına karşı en başarılı mücadeleyi sosyalist ülkeler verdiler. Kısacası sosyalizmin yıldızı parlıyor şimdi.

Sosyalizmin yıldızının parlaması doğal olarak ülkemizde de halk içinde sosyalizme yönelişi güçlendirecektir. Bazı kamuoyu yoklamalarında halkımızın yüzde beşinin kendisini sosyalist olarak tanımlaması önemlidir, çok ciddi bir rakama işaret etmektedir. Bu nesnelliğin sosyalistleri, iktidar olma yolunda bir araya gelmede olumlu anlamda etkileyeceği açıktır.

SOSYALİSTLERİN İTTİFAKI MI, BİRLİĞİ Mİ?

Ama bugün çeşitli sosyalist parti ve örgütler içinde hâkim olan eğilimin aynı parti çatısı altında bir araya gelme çabası değil, birlikte hareket etmelerini sağlayacak “ittifakı” gerçekleştirmek olduğu görülüyor. Elbette bu da olumsuz bir durum değil ama bu durumun, 50 yıldır süren parçalanmanın bilinçlerde yarattığı ‘kendi dünyasında yaşamaktan memnun olma ruh hali’nin sonucu olduğunu söyleyebiliriz.

Sosyalistler, işçi sınıf partisi olma, ilk aşamada işçi sınıfı öncülüğünde bütün halk sınıflarının milli demokratik iktidarını gerçekleştirme ve sınıfsız toplum hedefine ilerleme gibi temel konularda anlaştıktan sonra, kendi içlerinde daha tali konularda fikir ayrılıklarını bir zenginlik olarak kabul etme anlayışında olmalıdırlar. Kararlar, demokratik tartışmalarla organlarda alınacak ve alınan kararlara bütün parti uyacaktır. Elbette bu söylediklerimiz 200 yıla yaklaşan örgütlü mücadele pratiği içinde sosyalistlerin uygulayıp geliştirdikleri genel örgütlenme ilkeleridir.

Türkiye sosyalistleri şimdi bütün bu ilkeleri kendi hayatlarına uygulayabilme kabiliyetine sahip olduklarını gösterme durumundadırlar.

Çünkü tarih, sosyalistleri tarihi rollerini oynamaya çağırıyor.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir