Tarihin Doğurduğu “Monadik Beyinli Adam” Üzerine

Bir akademik makaleye göre dünyanın en çok tanınmış on lideri arasında, hakkında en çok kitap yazılan kişi Atatürk’tür. Doğumundan ölümüne kadar hayatı incelenince görülür ki, Atatürk Türk-İslam coğrafyasına nadiren gelmiş bir kurucu önderdir. Literatürün onun için sık sık kullandığı sözlerden biri “deha” kelimesidir.  İngiliz tarihçi Arnold Toynbee de onu başka bir kavramla tanımlamıştır: “Monadik beyinli adam!” Ben de Mustafa Kemal için şu kavramı kullanıyorum: “Tarihin Doğurduğu Adam!”  

Hayat hikâyesine kısaca bakınca, sanki o anasının değil tarihin kucağına doğmuş, sanki o anasının değil tarihin memelerini emerek büyümüştür. Annesinin değil tarihin kucağına doğmuş böylesi kurucu bir portreyi böylesi küçük bir makalede değil, bir kitapta bile tanımlamak kolay değildir.  Biz burada yetişme serüvenindeki psiko – sosyal kişilik ögelerini bir yana  bırakıp,  sadece Milli Mücadele  ve erken cumhuriyetin  kurtuluş ve kuruluş dönemi üzerinden bir  deneme  yapacağız.  

Öncelikle Mustafa Kemal, Tanzimattan beri bir adım ileri iki adım geriye giden 200 yıllık bir modernleşme serüvenini kısır döngülerden kurtarıp realize eden kurucu bir siyaset önderi diye niteleyebiliriz.  Kurtuluş ve kuruluş sürecinde, bir ülke ve bir milletin yeniden doğuşunu tarih sanki ona bağışlamıştır. Bunu arkadaşları ve halkıyla birlikte yapmış olsa da önderlik elbette ona aittir.   

600 yıllık bir monarşiden cumhuriyete geçiş sürecinin olmazsa olmazını doğrudan Mustafa Kemal faktörüne bağlayanlardan biri Niyazi Berkes’tir.  Şöyle: “… Osmanlı düşünce geleneğindeki alternatif çözümlerin hepsinin kısır döngüden öteye geçmeyeceğini siyasal bilinç olarak ilk kavrayan Atatürk olmuştur. Saltanata son verilince memleketin dini lideri halife olmuş, ancak siyasal otorite Mecliste kalmıştı. Bu durumda ya siyasal gelişme mantıki sonucuna ulaşıp Cumhuriyete geçilecek, ya eskiye dönülüp egemenliğin tepesinde Halife olacaktı. Toplumsal arenada Atatürk gibi bir lider ortaya çıkmasaydı, kısır döngüden de kurtulmak mümkün olmayacaktı…”

Niyazi Berkes bu görüşünde yalnız değildir.  Osmanlı monarşisinden Cumhuriyet’e geçişin kurucu ve inşacı özelliğini Lider/önde faktörüne bağlayan bir sosyolog da Şerif Mardin’dir. Olgunun tarihsel ve entelektüel bağlamına şöyle yaklaşır: “… Atatürk’ün dünya görüşü 1900’lerin genç subayları etkileyen görüşlerde şekillenmiş görünse de onlardan ileri giden bir özelliği vardır. Kendini İttihatçı romantizmine kaptırmadan, geniş kapsamlı bir Batılılık anlayışı geliştirmiş, Batıcılığı yalnız bir devlet reformu gereği saymayıp Batının kültür bütününden derin şekilde esinlenmiştir. Reformları birbirinden ayrı parçalar olarak değil, kendi zihninde bir bütün olarak düşünmüştür. Birçok kimseler de değişim yapmaya yöneldiği halde, bir bütünden esinlenerek devrim yaratabilen yalnız Atatürk oldu.”

Şerif Mardin tarihsel ve sosyokültürel analizlerini kişisel düzeyde bırakmayıp daha derinlere iner.  Başka bir analizinde Cumhuriyet devrimlerinin yapısal ve toplumsal dinamiğini üç temel noktaya indirgemiştir: 

1. Kişiler üzerine kurulu onur anlayışından, kurallar ve yasalar üstüne oturan onur anlayışına geçiş.

2. Evren düzenini anlamada dinden pozitif bilim anlayışına geçiş. 

3. Avam–havas toplumundan yurttaş toplumuna, ümmet toplumundan ulus devlete geçiş…

Şerif Mardin’in bu değerlendirmeleri bizi şu noktaya götürür ki, klasik dönem bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı-Türk toplumunun Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan yüz yıllık modernleşme sürecinde, yani Doğu-Batı çekişmesi arasında asılı kalmış toplumsal sorunlar tartışılırken, önümüze çıkan anahtar kavram “önder ve lider” faktörü olmaktadır…    

Osmanlı-Türk modernleşmesinin bitip tükenmez tartışması Şarklı mı Garplı mı veya medrese mi modernite mi ikilemiydi. Bu ikilemden çıkışta, Şef veya öncü olarak Atatürk’ü ortaya çıkaran en belirgin özellik, son çağ Müslümanlığı içinde kafası netleşmiş bir devrimci oluşudur.  Bu ikilem ve bağlamda Atatürk, medrese öğretisi denilen doğu taassubunun değil Garp tefekkürü denilen muasır medeniyet seviyesine inanmasıdır.  Doğu-Batı arasındaki asırlık gecikmeden kurtulma amaçlı bu süreç, yol yöntem olarak “radikal” davranılma gereği ve gerçeğini ortaya çıkarmıştır.  Çünkü: “…. günün şartlarını düşünerek radikal hareket etmek zorundaydı. Millî benliğin temeli olan geleneklere herkesten fazla saygı duymasına rağmen, bu temelleri zaafa uğratan geleneklere karşı rasyonel düşünmek ve bilim zihniyetiyle bir yaratma ve yenileşme gücüne erişmek gerekirdi…” 

Bu sosyokültürel ve toplumsal analizde önümüze çıkan birinci özellik, lideri bu yola sürükleyen kimlik ve kişilik oluşumunun niteliği olmaktadır. Atatürk’ün ideolojik kimlik ve kişiliği acaba hangi şartlarda oluşmuştur? Hemen söylenebilir ki, Atatürk, siyasal fikirlerin daha serbest geliştiği Rumeli/ Selanik ikliminin çocuğudur. Osmanlı devleti de o yıllarda zaten girdaba yakalanmış bir gemi gibiydi. 

Bir soru daha: Bu çocuk eğer Selanik değil, Erzurum veya Bağdat doğumlu olsa, acaba Atatürk olur muydu?  Belki evet belki de hayır!  Çünkü insanın kimlik ve kişilik gelişiminde coğrafya ve aile faktörü sosyokültürel bağlamda en önemli bir etkenidir. Kısacası ona bu tarihsel rol veya fırsatı sağlayan aile ortamı, eğitimi ve çevre koşulları yanında coğrafya faktörünü de önemsememiz gerekir…  

Ali Fuat Paşa’ya göre Mustafa Kemal, daha akademi sıralarında reformist FİKİRLER taşıyan biriydi. Yetişme ortamı ve kişilik oluşumunda diğer yoldaşlar gibi onda muhafazakâr geleneğin “akdes-i hümayun” kulluğu bulunmuyordu. Bu nokta Sarışın Paşa’nın zihinsel gelişimi için önemli bir ipucudur. Bu özellik, Cumhuriyet dönemi kurucu söylemlerinin sembolik ve zihinsel aksiyonlarını geleneksel nakillerden kurtarıp pozitif düşünceye yönelişini sağlayacaktır.  

Atatürk’ün kimlik ve kişilik oluşumunda karakterinin iki unsuru dikkati çekmektedir. Birincisi düşüncelerini uygulama cesareti göstermesi, ikincisi de buna sonradan eklenen karizması… İradenin biçimlenip kendine has bir renk kazanması karakter ise, çevresini etkileyen faktör de bu iradenin çekiciliğidir.  Bilgiye saygı gösterilir, ama karaktere güvenilir.  Başarının şartı eğer çevreyle kurulan ilişkiden geçiyorsa, Atatürk’ün emir komuta yetkisi kullanmadan çevresini etkileyip kendini göstermesi doğrudan bu “karizma” ile ilgilidir. O halde karizma nedir?

Sosyal bilimciler kitleleri coşku ve itaate sevk eden karizmayı otorite ve meşruluk kavramıyla birlikte tanımlar. Karizma, bir kimsenin olağanüstü yetenekler taşıyan biri olduğuna dair toplumda oluşan mistik bir duygudur. Gönderilen veya kaderin tayin ettiği adam olduğuna dair oluşan bu kanaat, sahibine bir otorite sağlar. Max Weber’e göre, toplumların bunalım anlarında ortaya çıkan karizmatik kişiler hem fıtraten hem hayatın seyrinde beden ve ruhça farklı özellikler gösterirler. Bunların bir kısmı doğuştan gelse de bazıları sonradan eklenir. Önder kişiyle sosyal gruplar arasında oluşan bağlar karizmatik kişiye sarsılmaz bir inanç yaratır. Karizma yalnızca sosyal becerilerin fonksiyonu olmayıp, aynı zamanda insanın kendisiyle ilgili pozitif bir kanaatin bulunmasını da gerektirir. 

Atatürk’ün karizması, geleneksel toplumun “paşa” olarak öne çıkardığı statü üstünlüğünden ziyade, zekâ ve ikna gücünden beslenecektir. Özellikle cephelerdeki askeri görevleri, ne istediğini bilerek hedefe yürüyen kurmay zekâsı onu öne çıkarmıştır. Bu açıdan bakınca, tesadüfen verilmiş Anadolu görevi ona durumdan vazife çıkarma fırsatı yaratmıştır. Tarihin ona sunduğu bu kader çizgisi karizma yaratmak için, Samsun sonrası sergilediği cesaretten yararlanacaktır.     

Anadolu yolculuğunun hemen başında yayınladığı Amasya Tamimi, içindeki ütopyanın şifreli bir işaret FİŞEĞİDİR.  Ütopyalar ilerdeki özlemler için bir umut ve düş kaynağı ise, yolculuğun idealleri de yavaş yavaş önüne çıkacaktır. O Amasya Tamimini hazırlarken, bir Fransız FİLOZOFU da tarih felsefesi üzerine yorumlar yapıyordu: 

 “… Tıpkı bireyler gibi ulusların tarihini de bilinçdışı etkilerle yaşamın bilinçli etkileri arasındaki karşıtlık yönlendirir. Okyanus altında kalmış ana gövdenin zirveleri olan küçük adacıklar nasıl bilinçli yaşamı oluşturursa, görünmeyen kısımlar da toplumların bilinçaltını oluşturur…” 

Millî Mücadele başlarında, dağ başlarındaki çoban ateşleri dışında Anadolu’da bir ışık parlamıyor, yolun sonu da görünmüyordu. Akıl ve cesaret bu belirsizliğe kurguluydu. Tüm siyasal devrimlerde yaşandığı gibi, mücadelenin başı ile sonu arasındaki mesafe her zaman öngörülemez. Sapma ve ayrılmalar önceden kestirilemez, hedef doğru öngörülemez. Bu yolculukta da öne atılıp cesaret sergileyenler, kırılıp dökülenler, yarı yolda kalanlar, yorulanlar olacak, hatta ilerde devrimler kendi evlatlarını bile yiyecektir. 

Yolculuk başlarında toplumun aktörü, otoritesini kutsallardan alan Sultan Vahdeddin idi; Anadolu Hareketi de birkaç serserinin macerası sayılıyordu. Mustafa Kemal derdest edilebilir, hayatına son verilebilir, rütbe ve nişanları sökülebilir biriydi. Ancak bağımsızlık yolculuğu denilen bu macera, bir millet ferdi olarak sivilleştiği halde bunların hiçbirine izin vermedi. Çünkü ortada   işgal edilmiş bir vatan, esarete sürüklenen bir halk vardı. Vahdeddin bu tarihsel gerçekliği kavrayınca partiyi de kaybetmiş olacaktı.   

Erzurum ve Sivas kongreleri ardından Heyet-i Temsiliye ile o kendine mikro bir hükumet taslağı kurmuştu. Ali Galip komplosunda Damat Ferit ve sarayla bağlantıyı kestiği halde, sadakat mesajları vermeye de devam ediyordu.  Çünkü hayatın bir kuralı vardır, bazen beladan kaçılır, bazen üzerine gidilirdi.  Köprünün altından çok sular geçecek, Mustafa Kemal halkı arkasına alarak TBMM’ni toplayacaktı.  Vahdeddin gittikçe itibar kaybederken, Mustafa Kemal yol boyunca karizma üstüne karizma ekleyecekti…

TBMM açılış günlerinde, Ziraat Mektebinin pansiyon gibi kullanılan odaları arı kovanı gibi işlerken, kendinden kat kat üstün adamları   dermansız bırakıyordu. Halide Edip o günlerin adamını bir kasırgaya benzetir. Okuyalım:  

“ …. Mustafa Kemal FİKRİNİ yürütmek için zaman zaman bir George Washington tavrı alıyor, bazen Napolyon havası yaratıyordu. İlim sahasında çok yüksek olanlar bile onun kudretine yaklaşamazlardı. İnsan tabiatının en zeki bir mümessili olan Mustafa Kemal mevkiini daima muhafaza edebilirdi. (…) Çevresinde, zekâ ve ahlaki duruş   kültür ve eğitim açısından kat kat üstün adamlar olduğu halde, onları incelikte ve orijinallikte geçemese de hiçbiri onun hayatiyetiyle başa çıkamazdı. Onların ne meziyeti varsa, aşağı yukarı normal ölçüler içindeydi. Onun hayatiyeti ise değildi. Onu tek başına baskın yapan buydu… Onu hâlâ görebiliyorum. Odanın ortasında ayakta duruyor ve herkesi takatsiz düşürmüşken, o başladığı dakikada gibi canlı… Şaşılacak bir adam! Yıkım kılığına bürünmüş bir doğa kuvveti gibi. İnsana ait herhangi bir şeyi var mı?  Peki, millet amacına ulaştığı zaman bu kasırga nasıl durdurulabilirdi ki…” 

1921 Mart’ında Ankara’ya gelen Amerikalı gazeteci Marcosson, akıcı Fransızca konuşan hayalci bir Doğu Paşa’sıyla karşılaşır. Doğal hali ve siyasal zekâsıyla O’nu Bismark’a benzetiyordu. 24 Nisan’da Meclisi açarken bile, saraya sadakat mesajları veriyor, koşullara “bigâne ve kısır görüşlü” insanlar arasında olduğunu biliyordu. Geleneksel hissiyatı bozmamak için çıkarılan ölüm fetvalarını bile, Vahdeddin’in cebir altında yazdırdığını söyleyip, mazur gösteriyordu. Buradaki siyaset zekâsı    Nutuk’ta ironik şekilde ama samimice ifade edilir:  

 “… İşin hakikati Osmanlı saltanatının ve hilafetin yıkıldığını ve ortadan kalktığını düşünerek yeni temellere dayanan, yeni bir devlet kurmaktı. Fakat durumu olduğu gibi ortaya koymak, maksadın büsbütün kaybedilmesine sebep olabilirdi. Fikir ve temayüller henüz Padişah ve Halifenin mazur bulunduğu merkezindeydi. Hatta Mecliste ilk anda saltanat ve hilafet makamı ve İstanbul hükumetiyle uzlaşma arama temayülü bile baş göstermişti…” 

Kurtuluş ve kuruluşun daha başlarındaki bu davranış zamanı gelince realize edilebilir, pragmatik bir yaklaşımdı. Bu pragmatizmin ileriki safhalarını gene Nutuk’tan aktaralım:   

 “…İkinci Büyük Millet Meclisinin intihabı sırasında neşir ve ilan ettiğimiz programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Mesela Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin kaldırılması, Şer’iye Vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin lağvı, şapka giydirilmesi gibi. Fakat bu meseleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün milleti zehirlemelerini uygun bulmadım…” 

Mustafa Kemal’in içinde sakladığı SIR işte buydu. Yaşanan süreç özel koşullar üzerinden yorumlanırsa inşacı düşünce öyle bir noktaya gelir ki, karşımıza artık yeni bir lider çıkacaktır.  Samsun’daki Mustafa Kemal ile Erzurum ve Sivas’taki ve şimdiki Mustafa Kemal aynı insan değildir artık. Meclisi açarken başka, Sakarya ve 9 Eylül’de başka, Lozan’dan sonra başka…  Zamanın akışı ve koşullara göre yeni bir siyasetçi zekâsı…   

Mustafa Kemal elbette bir Osmanlı paşasıydı, kendisi gibi onlarcası daha vardı, buna rağmen Anadolu görevi neden Sarışın Paşa’ya verilmişti? İşte bir tarihsel soru daha. Görünen o ki, bu paşaların hiçbirinin zihninde Mustafa Kemal gibi mücadele başlatma düşünce ve cesareti yoktu. Tarih bunu Sarışın Paşa’ya vermişti.  Saray ve çevresi ise daha umutsuzdu. 

Bu umutsuzluğa en iyi örnek, rütbe ve kıdem olarak Mustafa Kemal’den büyük, bir önceki nesilden Süleyman Şefik Paşa’nın anılarıdır.  31 Mart İsyanında isyancılara göz yuman Selimiye Kışlası Kumandanı, şimdi de Vahdeddin yanındaydı. Süleyman Şefik Paşa gibiler, Millî Mücadeleye yardımcı olmak yerine, Kuvayı İnzibatiye/ Hilafet Ordusu başında onun karşısına çıkacaktı. Tarihe karşı rezil olması bir yana, bir de 150’lik olacaktı. Anılarına yazdıkları yanılgı ve pişmanlık satırlarıdır: 

 “… Doğru söylemek lazım gelirse Mustafa Kemal’in azim ve çabası olmasaydı Türklerin boynuna esaret zinciri takılır, ilelebet Anadolu’da müstakil bir Türk devletinin kurulması imkân haricinde kalırdı. Mütarekenin uğursuz günlerinde Harbiye Nazırı oldum ve Mustafa Kemal’in harekâtına muarız kesildim. O tarihte Mondros Mütarekesiyle Osmanlı Ordusu dağılmış, silahları alınmış ve düşman devletler taksime karar verdiğinden, bir şey yapılacağına kani değildim. Mustafa Kemal’in şansı yahut benden daha iyi istikbali görüşü muvaffakiyetini temin etti. Benim nezaretimden sonra Avrupa siyaseti tamamen değişti. İtalyanlar, Fransızlar ve Ruslar İngiltere’ye düşman vaziyeti aldılar. Türklere yardımda bulundular. Mustafa Kemal eğer bunun böyle olacağını takdir etmiş idiyse, hakikaten çok büyük zekâ ve dehadır…” 

Görülür ki Süleyman Şefik Paşa da en sonunda literatürün “deha/dahi” kelimesine sığınacaktır.  Bu satırları anılarının sonuna gönülsüzce sıkıştıracak yerde, Halife Ordusu denilen rezaletin arkasındaki dolapları yazabilse daha inandırıcı olabilirdi.  Süleyman Şefik Paşanın Saltanat ve hilafet gericiliği   bununla kalmayıp ihanete kadar uzandı.  Mustafa Sabri ve felsefe taciri Rıza Tevfik ile Malta’dan Cidde’ye gelen Vahdeddin’in saçağını öpenler arasındaydı. Vahdeddin sanki İngiliz gemisiyle kaçmamış kutsal topraklara Hicret etmişti. Şerif Hüseyin’in entrikalarına dayanamayıp Hac farizasını bile yapamadan San Remo yolunu tuttu. Saraycı paşaların Mustafa Kemal’den, tarihin doğurduğu adamın onlardan farkı şuydu. Bu adam tarihin sayfalarına kurtarıcı ve kurucu önder olarak geçecekti… 

▪ Mustafa Kemal ve çevresi üzerine vereceğimiz ikinci örnek, Birinci Dünya Harbi’nin Şark Cephesi Kumandanı anlı şanlı Vehib Paşa’dır. Millî Mücadele’ye tek tuğla koymadığı halde Habeş ordusuna danışmanlık yapan bu adam, bize ilginç bir örnek sunar: Büyük Taarruzda Miralay İsmet’in emrine girmekten kaçınmayıp gönüllü görev alan eski 9. Ordu Kumandanı Yakup Şevki Paşa’ya bir mektup gönderir. Bu mektupta şu tavsiyelerde bulunur:  

 “… Ben de istisnai ahvalde, memleketlerin cebbar ve adil bir dâhiye ihtiyacı olduğuna inananlardanım. Hasletleri, faziletleri, kudret ve irfanı ile herkesin hürmet ve itimadını kazanmış bir dahi; fakat Mustafa Kemal gibi biri değil. Hatırlıyor musun? Ben felaketlerin geleceğini anlatmış ve her şey olmak isteyen ve fakat hiçbir şey olamayan Mustafa Kemal’in memleketi mahvedeceğini söylemiştim… Bütün zekâsını ve mevkii için sarf eden bu yalancı pehlivan… Bekir Sami Bey’in hazırladığı itilaf esaslarını kabulünden sonra mevkisiz kalacağını anlayan bu adam, bütün dünyaya meydan okudu. Memleketi batırırken kendisinin batacağını anlamadı…” 

Vehib Paşa’nın kin ve nefrete dayalı etno kültürel diaspora bilinci yalancı pehlivan dediği Atatürk’e değil tarihe de yanılacaktır.  Yurt dışında 150’liklerle Türkiye aleyhinde tertiplere girişen Vehib Paşa, Enver Paşa’nın “İslam İtthadını” desteklemek için, Berlin’de çıkan “Liva-yı İslam” dergisine Arnavutça yazılar yazacaktır.  San Remo’da Vahdeddin’in komite toplantısına (24-30 Nisan 1925) katılan dört kişi arasındaydı. Saltanatın iadesi için suikast dahil kendine her türlü yetki tanınmış, Vahdeddin’in elinden zarfını alarak İzmir suikasti öncesi Yunanistan’a Ethem’in yanına yollanmıştı.  

İşte bu Vehip Paşa gün gelecek, “Büyük Gazi”nin ayağına kapanıp af dileme pişkinliği” gösterecektir (17 Ekim 1929 tarihli mektup). Ancak bilmediği şey, Emniyet-i Umumiye İstihbaratı kendine ait tüm bilgileri Mustafa Kemal’in önüne koymuştu. Gazi Paşa bu nankörlerin kimlerle neler yaptığını biliyordu. Mütareke Paşaları içinde elbet vatansever olanları da vardı, ancak Vehip Paşa gibi kariyer paşalarının hepsi yenilmiş, tükenmiş bir devletin dünya devleri ile yeniden savaşa girmesini macera sayıyordu. Mustafa Kemal’in farkı da buradaydı. 

Mustafa Kemal’i   hem yanlış okuyan hem erken yorulanlardan biri de TBMM’nin ilk Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’dir.   Londra Konferansında Fransız ve İtalyanlarla kendi kafasına göre   anlaşmalar imzaladı.  Hem Ankara’yı temsil ediyor, hem    Anadolu’ya Enver Paşa’yı davet planları yapıyordu.  Mustafa Kemal’e Londra’dan yazdığı mektup (24 Aralık 1921) halen literatürün köşesinde yorum bekliyor. Şöyle: 

 “… Milli ve İslami gayeyi kurtarmak, hatta geçici bir fedakarlığa katlanarak, dünya tarihinde ölümsüz bir nam kazanmak ve İslâm dünyasının müceddidi olmak, zatıaliniz için mümkündür… İsminizi kıyamet gününe kadar bütün İslami nesiller için Fahr-i Kâinat Efendimiz’den sonra en mukaddes bir isim ve yadigâr olmak üzere arkanızda bırakmak şeref ve fırsatını kaçırmamanızı vatanseverlik ve İslami duygularıma dayanarak arz etmeyi mukaddes bir vazife sayarım…”

En yakın aportları dahil, hiçbir yerde Mustafa Kemal’in adı, ‘Fahri Kâinat Efendimizle birlikte anılmamıştır.  Medrese öğretisinin “TEKFİR” saydığı böylesi aşkın ifadeler, Bekir Sami Bey’in bir siyaset komplimanı mı, yoksa samimi düşüncesi miydi?  Moskova seferinde Rıza Nur’un yanından bir hafta kaybolup ABHAZYA prensi olma hülyasına kapılması gibi bunu da bilemeyiz. Tokat’ta çiftlik sahibi bir Osmanlı aristokratı olan Bekir Sami Bey’in etno-kültürel “seçilmiş travması ve diaspora bilinci” de, Türk uluslaşmasını kaldıramadı. Erken yorulanlar arasına katıldı.  İzmir suikastı arifesinde (1926) o da Cavid Bey’in Ada’daki yazlığında, Manisa Mebusu Abidin Bey ve Sarı Efe Edip’ten (ikisi de asıldı) suikast müjdesini bekliyorlardı!                           

TBMM açılınca Mustafa Kemal “savaş demokrasisi” içinde de olsa milli iradenin meşru lideri olmuştu. Meclis ile cephe arasından mekik dokuyor, Batum’daki Enver takımı ve Ethemciler ile de uğraşmak zorunda kalıyordu. Eski yoldaşlarının kıyamet uğultuları, diş ve tırnak gıcırtıları hiç eksik olmuyordu. Meclisin önünde Gazi’yi çarmıha germek için Büyük Taarruzun hezimete uğramasını bekliyorlardı.  Mustafa Kemal ve erken cumhuriyeti kavrama noktası, sırdaş olamamış eski yoldaşların da bir siyaset gerçekliğidir… 

Anadolu Hareketi kurumlaşıp meşrulaştıkça Vahdeddin’in husumeti halkı peşinden sürükleyen Bolşevik (bulaşık) sergerdelerine yöneldi. Dürrizade Abdullah Fetvaları ve Hilafet ordusu devreye sokuldu. TBMM’ni tanıması için Yusuf Kemal ile uzatılan zeytin dalını tutmayıp son kozunu da tüketmişti. Hüseyin Avni Paşa nasıl Abdülaziz’e, Mithat Paşa nasıl Abdülhamid’e düşman göründülerse, Mustafa Kemal’de Saray için bir şeytandı.  İngiliz dostluğu ve devşirme paşalardan başka dostu da kalmamıştı. 

Vahdeddin için vatanseverlik olmasa da bir gösteri payesi bulunabilir miydi?  Yunan Kralı Kostantin Eskişehir’e gelip ordusuna Ankara üzerine yürüme emri verdiği, Sakarya’da kan gövdeyi götürdüğü günlerde, Vahdeddin 17 yaşındaki cariyesi Nevzad Hanım’la beşinci gerdeğinde gül üstüne gül kokluyordu. Rivayet değil bu gerçek bilginin tarihi bile bellidir: 1 Eylül 1921.  

Vahdeddin haremde gül koklama ve kutsallığını cuma selamlığına sürükleme yerine, halkının önüne düşme cesareti gösterebilse, Mustafa Kemal onun yanında ancak bir kumandan olabilirdi. Osmanlı tarihinde Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, Hüseyin Avni Paşa darbesi ve Hareket Ordusu gibi olaylar yaşandı. Her olayın kendine özgü saikleri vardı, padişahın biri indirilip diğeri çıkarılırdı. Osmanlı sultanları bol bol tahttan indirilme ve boğdurulma hikayeleri dinlemişlerdi. 

Fakat Anadolu Hareketi, başıbozuk Yeniçeri güruhuna hiç benzemiyor, ülkesi işgal edilen halk buna direniyor; Halife Ordusu da Yunana değil Bursa’yı kurtaran milli çetelere saldırıyordu.  Zaferden sonra işgal kumandanları Mustafa Kemal’i tebrik ettiği halde, Vahdeddin edemedi. Üstelik zaferden kendine pay çıkarmak için Lozan’a beraber gidelim istedi. Lozan’dan sonra bağımsız bir Türkiye ve efsane bir Lider doğmuş, İslam dünyasına örnek olan Millî Mücadele İttihatçı modernizmin yarıda kalan ulus inşa sürecine kapı aralamıştı. 

Mustafa Kemal’in Anadolu yolculuğu incelenirse, edilgenliğin akıllılık sayıldığı bir toplumda, onun yaptıkları baştan sona “çılgınlık” hatta “delilik” sayılabilir. İlk başlarda sanılıyordu ki, kuru dağlar ile taşlar kurtarılınca her şey yerli yerinde kalacak; Vahdeddin gene sarayında oturacaktı… Anadolu Hareketi ve Mustafa Kemal olgusunun en şaşırtıcı yanı burasıdır.  Hareketin   başarıya ulaşıp ulaşmayacağını bilemese de savaş yorgunu İngilizlerin Anadolu’yu yeniden istilaya girişemeyeceğini sadece O değerlendirir. Sarayın düşünemediği ise milletin O’nun arkasına düşeceği idi… TBMM’nin açılışında verilen uyumlu mesajlar bu enerjiyi gizliyordu. Büyük zafer ve Lozan ardından saltanat tarihe karıştıracaktır. 

Mustafa Kemal’den hiç beklenmeyecek davranış milletin kanıyla kazanılan zaferi Vahdeddin’in ayağına sermesi olurdu. Böyle yapsaydı tarihi doğru okuyamamış, kendisi baştan uygarlığa ihanet etmiş olurdu. Büyük hayal kırıklığı yaratmayan olaylar da zaten devrim sayılamazdı. Saltanatın kaldırılması ne kadar meşru ise, arka bahçesini temizlemek de o kadar meşru idi. Vahdeddin kaçarak sahneden çekilince, her şeyi zaten kendisi meşrulaştırmış oldu… 

Mustafa Kemal’in gerçek portresi Lozan sonrası ortaya çıkacaktır. O yıllarda, FİLOZOFLAR teorilerini üretmiş, sistemler de belli olmuştu. Türkiye kurulurken doktriner değil pragmatik bir eylemci gerekiyordu.  Büyük Zafer ve Lozan gibi iki gerçekliğe oturan devletin ne adı ne başkenti belliydi.  600 yıllık monarşi üzerine kurulacak Cumhuriyet ise insanlığın daha iyisini bulamadığı için benimsediği en erdemli bir rejimin adıydı. Lozan sonrası monarşiye dönüleceğine inanan saltanatçılar vardı.  Ancak bunun iki büyük engeli şuydu ki, biri işgalcilerin kuklası işbirlikçi Sarayın halkın üzerine gönderdiği Hilafet Ordusu, diğeri Mustafa Kemal’in devrimci misyonuydu. 

       Lider karizmasının izlediği politika ve siyasal zekasını kavrama aczine düşen ve olayların “kıç tarafından” topladığı yanlış bilgilerle ucuz polemiklere giren bazı zerzevat tarihçileri türemiştir. Mustafa Kemal hedeflerini önceden halka açıklamadığı için dürüst davranmadı diye suçlarlar. Onlara göre Samsun’a çıkınca “Ben padişahlığı ve hilafeti kaldıracağım; cumhuriyeti getireceğim.” diye niyetini önceden açıklayıp dürüst davranmalıymış!    

       İdrak seviyeleri Mustafa Kemal’in uygarlık misyonuna   yetersiz kalan ve Resmi Tarih’e meydan okuma hevesine kapılan bazı zerzevat tarihçileri (Cemil Koçak) halkın aldatıldığını ima ederler. Bilmezler ki Tarihin Doğurduğu Adam mücadeleye sıradan bir kariyer paşası gibi atılmamış, adım adım milletin hissiyatını hazırlayarak, vakti gelince uygulamıştır. Önceki amaç vatanı işgalden kurtarmak olduğuna göre, Saray aleyhinde bulunmanın birlik ve beraberliği bozma ötesinde anlamı olamazdı. Atacağı her adım söyleyeceği her sözün yeri ve zamanı beklenmeliydi. TBMM toplanırken, Büyük Taarruz başlarken, saltanat ve hilafet kaldırılırken…  Neyi ne zaman söyleyeceği, kime ne zaman hain diyeceği zamana bağlıydı… Bunun adı siyaset ve zamanlama ustalığıdır.  

Millî Mücadelenin işaret FİŞEĞİ Amasya’da fırlatılmış olsa da onun siyasal bilinci toplumun alışmadığı tehlikeli işlere giriştiğinin farkında olmasıydı. Omuzunda müfettiş apoleti, göğsünde yaver-i şehriyari kordonu görünse de “milli sır” diye sakladığı ütopyaları olmalıydı:

 “… Hanedan ve saltanatın devamına çalışmanın felaket olacağı bilincindeydi. Vatan ve milletle FİKRİ   ve vicdanî hiçbir alakası kalmamış bir sürü feodalite mecnununun, devlet ve milletin istiklal ve haysiyetinin koruyucusu mevkiinde bulundurulmasının; hele hele ilim ve fennin nurlara boğduğu şu medeniyet aleminde, hilafet gibi bir makamın, ne kadar gülünç” kaldığını düşünmekteydi. ” (Nutuk) 

Mustafa Kemal saltanatçıları tedirgin etmemek için zaferin sonuna kadar içindekileri açıklamadı. Burada asıl ve gerçek problem, entelektüel zihinlere yüklenen misyondur. Entelektüel, olaylar arasında ilişki kurma yeteneğiyle toplumsal tahayyülün tepesinde konumlanır, yanlış bilincini yansıtma ve manipülasyon becerisi yüksektir. Her olay ve olgunun arka planı işlenirken- tabiri caizse, işini yaparken onun için ideolojik varsayım teoriden önce gelir. Böyle olunca, tarihin malzeme deposunda aynı bilgi ve belgeler varken, herkes aynı olayın görebildiği yüzünü okur, farklı sonuç çıkarır. 

Geleceğimiz nokta şurası ki, Millî Mücadele ve erken Cumhuriyetin özel koşulları kavranmayınca tarihe akıl öğretilmiş, kurtuluş ve kuruluş ancak sinema filmi gibi seyredilmiş olur… Kuduz illetine saplanmış gibi görünen günümüzün ileriyi geride arayan mantıksal düzleminde, tarihsel gerçeklik de gülünç hale gelir. Ego tatmininden başka şey düşünmeyen günümüzün ister siyasetçileri ister akademik zerzevat tarihçileri olsun, ucuz bilgiler üzerinden yanlış yorumlara ve çarpıtmalara kolayca girmiş olurlar… 

Mustafa Kemal’in Millî Mücadele başlarındaki düşünsel ufku için bir anekdot daha verelim. Türk devriminin ideolojik kuramcılarından biri ve Türk Laikliğinin temeli ögesi sayılan Medeni Kanun gerekçesini bizzat kaleme alan bir Adalet Bakanımız var.  Mahmut Esat Bozkurt. Meşrutiyetin ilanını (1908) 16 yaşında iken görmüş, ölümüne kadar da (1943) 35 yıl yazmıştır. Millî Mücadele başlayınca İsviçre’de tahsilde idi, Ege’ye Yunan ordusunun çıktığını duyunca silah omuzunda Anadolu’ya koşan hukuk doktoru, bir serdengeçti. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal havarisi Egeli bu yiğit delikanlı, vatan hudutlarından fikir hudutlarına kadar her cephede dövüşecektir. 

İşte bu Mahmut Esat, Anadolu İhtilali kitabını yazarken, 31 Mart 1934 tarihli bir mektupla Mazhar Müfit’e (Kansu) şu soruyu sorar: “…Beyefendi siz başından beri ŞEFİN yanında bulundunuz. Acaba onun kafasında Cumhuriyete kadar yol veren bir millet hâkimiyetçiliği var mıydı? Vereceğiniz cevap tarihe hizmet olacaktır…” 

Mustafa Kemal’e Erzurum günlerinde tesadüfen yoldaş olan Mazhar Müfit, bu soruya defterini açarak, o günlerin sıcak notlarından (20 Temmuz 1919) cevap verir. Erzurum Kongresinin henüz toplanmadığı günlerde, Mustafa Kemal’e şunu sormuştur: 

 “… Paşam muvaffak olacağımızdan şüphem yoktur. Fakat muvaffakiyet takdirinde hükumet şekli ne olacak?” Sarışın Paşa’nın cevabı: “… Açıkça söyleyeyim: şekl-i hükumet zamanı gelince Cumhuriyet olacaktır…” 

Samsun’a çıkışından 50 gün sonra yolun başında rütbeleri sökülen, millet ferdi olarak halk arasına karışan Mustafa Kemal’in bu cümlesi belki bir fantezi sayılabilir.  Öyle sayılsa bile o günlerin Erzurum ikliminde cumhuriyet hayalleri kuruyor olması, zihninde uygarlık ütopyasının dolaştığını gösterir. Ne var ki bu ütopyaları açığa vurmakta elbette mazurdu. Bu sözler yanındakiler tarafından duyulmuş olsa ne medreseli Raif Hoca ne Karabekir Paşa hoş karşılamazdı. Belki Sivas Kongresi belki yolculuğun ilerdeki safhaları başka bahara kalırdı. 

Görüyor ve okuyoruz ki, günümüzün medrese kılıklı ve tarihçi olmayan bazı zerzevat yazarları okuduğu dört kitaptan 400 sayfalık kitaplar yazdılar ve Millî Mücadele üzerine ucuz polemikler ürettiler. Bu yazarlar için çok daha anlamlı bir örneği kendi dillerinden, Refik Halit Karay’dan verelim:      

Bu yazar Mütareke döneminde Anadolu Hareketinin en azılı düşmanıdır. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığı günlerde Posta Telgraf Umum Müdürü ve tüm telgraf hatları elinde idi. Aynı zamanda devrin en etkili ve en güçlü yazarıydı. Kader onu Lozan sonrası 150’likler arasında sürgüne göndermişti.  Lübnan’a yerleşince, vatan özlemini “Diyojen” rolündeki bizim felsefe taciri Rıza Tevfik’e Cünye’den yazdığı mektuplarla gideriyordu. İşte kendi kaleminden kendi satırları:     

O meşrutiyet ve mütarekenin öyle bir yazarıydı ki, “havlayarak dişini gösteren kancıklar ve encikler sürüsü ve öküz kafalı dalkavuklarla” çok uğraşmıştı. Celal Nuri (İleri) gibi “politika piçleri,” ve Süleyman Nazif gibi “dalkavuk fahişeleri” için kalemini daima sivri tutmuştu. Şimdi bunları bir yana bırakıp anılarındaki ironik satırları okuyalım. Sürgünden dönünce, “kendini adamdan sayıp göstermelik hatıratlar” karalayan, iki arada bir derede kalmış şu bildiğimiz muhaliflere şunları yazacaktı.  Okuyalım: 

 “… Baş belası kesilen Halide Edip onbaşımız şimdi Çarşamba karılarına döndü. Karaya oturan Rauf Bey’in gemisi deniz aygırından haysiyetsiz hale gelmiş, uzman doktorumuz Adnan Bey Cumhuriyetin ebesi olmuş, nerdeyse bir reçete yazıp zehirleyecekler. Karabekir ve Refetler, üniforma ve kalpaklarını atınca şansız, şerefsiz zibidiler gibi ortada kaldılar. Hüseyin Cahit rezili, Cavit’in başını yedikten sonra Mustafa Kemal’in baş tacı olacağını sanırken dış kapının mandalı bile olamadı…” 

Kendi ifadesiyle bu satırlar, Refik Halit’in “yirmi senedir İttihatçı ve Kemalist itleriyle uğraştığı” günlerin ardından ortaya çıkan yeni çehrelerdir. Onları küçümsemeye başlamıştır. Halbuki kendi ipliği de bir zamanlar onlar gibi yükseklerden çekiliyor, Saray dalkavukluğu için Ali Kemal ile yarışıyor, cesaretini de Damat Ferit ve Vahdeddin’den alıyordu. Osmanlının son Meclisi toplanınca (12 Ocak 1920), Ankara’dan gelen müdafaayı hukukçu takımıyla, “Ankara keçileri- Sivas kuzuları” diye dalga geçiyordu. 

Asıl hedefi belli ki Mustafa Kemal Paşa’ydı: “…Hoş geldiniz Sivas kuzuları Ankara keçileri! Ağıla mı geldiniz. İttihat sürüsünden yeni çoban başı millet paşası mı sizi seçip ayırdı. Tüylerinizi kabartıp, boynuzlarınızı varaklayıp sırtınızı kınalayıp sizi o mu hediye gönderdi? Boynunuzdaki tasmayı da mı o takmıştı?” 

Saltanat merkezi denilen saray yardakçılarla doluydu. Başka bir Saray yardakçısı da Ankara Valisi Muhittin Paşa’nın oğlu Refii Cevat (Ulunay) idi. Onun kalemi kılıcından daha keskindi. Alemdar gazetesinde Bolşevik Ankara takımı için “bazı kellelerin kör kütük üzerinde kesilmesini” istiyordu. 

REFİK Halit, Kuva-yı Milliye yaranı için beslediği Haçlı kinini 1922 Eylülüne kadar sürdürdü. Refet Paşa İstanbul’a girince sokaklar bayraklarla donanmış, Ali Kemal linç edilmişti. REFİK Halit, Aydede’ dergisini kapatıp (22 Ekim 1922), pasaportunu alarak karısı ve oğluyla İngiliz elçiliğine sığındı. Cebinde Vahdeddin’in abone parası olarak verdiği 200 altın lirası vardı. 

16 yıl sürgünde kalan Refik Halit, Mustafa Kemal’in çıkardığı af kanunu sonrası yurda dönünce, yeniden kaleme sarıldı. Başka sermayesi yoktu. Zekâsı kaleminin ucunda, pişmanlığı sıradan bir yanılgıya benzemiyordu. Saray dehlizlerinde boşuna gezdiğini anlamıştı. Yazdıkları zerzevat kültürü ve siyasal İslamcılar için uygarlık penceresinin ışıklarıydı: 

“… Ömrüm boyunca tanıdıklarım arasında Atatürk’ten başka cüceleşmeyen dev yok içlerinde. Hayatta dev olmak galiba pek güç değil, tarihte dev kalmak zor. Politika, daha çok yalancı pehlivan üreten bir fideliktir. Yahut mermer ve tunç yerine mukavvadan heykeller yapılan bir atölye yahut da balmumundan -Frenklerin grotesk dedikleri- garip, biçimsiz karnaval kuklaları yetiştiren bir imalathanedir. Arada bir büyük adam da karışır içlerine: ATATÜRK gibi…”

Vahdeddin sarayındaki “hödük ve güdükleri” yakından tanıyan, ama vicdanında Ali Kemal ve Rıza Tevfik gibi “kul cinsi” kölelerin kompleksi dolaşmayan Refik Halit, sürgünde sadece vatan özlemi çekmedi, “memleket hikayeleri” yazmadı. Nankörlüğünü vicdan azabına gömerek Cüce’ler ile Yüce’lerin farkını da anladı. Vahdeddin onun için artık bir Yıldız CÜCESİ, tarihin doğurduğu adam da Çankaya’nın YÜCESİ olmuştu. Anladı ki “suyun ötesinden gelen adam” nefret ettiği İttihatçıların çok ilerisinde bir uygarlık ufkuydu. 

REFİK Halit’in anılarında, sanki diline pelesenk olmuş gibi ikide birde Gazi Paşa’ya zarif ve nükteli dokunuşlar göndermesi, aklımıza şu soruyu getirir: Acaba bu yazdıkları, yozlaşmış medrese öğretisi ve feodal bilincin bir mürailiği olmasındı? Bu sorunun cevabını gene kendisi verir: 

 “… Şimdi düşünüyorum da: Acaba bir Mustafa Kemal zuhur edip de milli şuur ve şerefimizi tazelemese idi, bugün bu satırları yazarken gördüğüm kadar işi mühimsemez, yarı alaycı bir lisan kullanabilir miydim?” 

Refik Halit’in bu pişmanlık anılarını Mustafa Kemal de Vahdeddin de okuyamadılar. İkisi de dünyadan göçmüşlerdi.  Kurtuluş ve kuruluş üzerine eğilen tarih bilincimiz eğer olayları ve insanları doğru okuyup, küflü vicdanları terk ederek nesnelliğe ulaşabilse, siyasal İslamcı ümmet-i büleha yozlaşmasının uygarlık karşısındaki beyin ölümü de yaşanmazdı.

 HÜKÜM: Tarihin Doğurduğu Adam üzerine   yazdığımız bu üç yazı ardından nasıl bir hüküm cümlesi kurabiliriz? Eğer Orta Çağ’ın günümüz takma kafalarında zerre kadar vicdan kırıntısı olsaydı, erken Cumhuriyeti, Mustafa Kemal ve Millî Mücadeleyi Risale-i Nur’un CİFİR hesapları üzerinden okumaz,” Süfyan Komitesi, Deccal, Büyük Şeytan” gibi zırvalarla yüreklerini soğutmazlardı. Yüz yıl sonra artık çok iyi anlıyoruz ki, Refik Halit’in bu itirafları günümüz medrese CÜCELERİ ve Cemil Koçak gibi akademisyen kılıklı tarihçilere zerre kadar vicdan azabı vermemiştir! Bunu veremediği gibi, içlerindeki haçlı kini ve şeytani nefretlerine, bırakın tövbe istiğfar getirmeyi alınlarına FİKİR FAHİŞELİĞİ ve namussuzluk sıfatlarını yazdırmaktan da hiç hicap duymamışlardır.    

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir