EFENDİ HAZRETLERİ NE DERSE O, ONUN ÖNÜNDE KÜÇÜLMEK BÜYÜMENİN İLK ADIMI
Kişiliksiz, onursuz, sorgulama özürlü bir tarikatçı dinbaz, şunu yazmış facebook sayfasına:
“Bazı büyükler vardır ki onların önünde küçülmek, büyümenin ilk adımıdır…”
O büyükler belli… Tarikat şeyhleri, dinbaz kanaat önderleri…
Onların önünde gönüllü olarak küçüleceksin ki büyüyesin. Ne zaman büyüyeceksin? Ya hiçbir zaman ya da o önünde küçüldüğün sana makam, icazet ve yer verdiğinde. Ve eğer böylece büyürsen, bu kez sen, senin önünde küçülenler arasından bir ya da birkaçını büyüteceksin ki bu dinsel hiyerarşi ve sömürü sürsün.
Peki ya düşünce ya tasavvuf? O da var ya, onlar izne tâbi, sana açtıkları alan kadar girebilirsin oralara, yok öyle özgürlük ya da kişisel irade.
“Cemaat ve tarikatlarda ‘Efendi Hazretleri’ ne derse odur. Buralarda özgür tartışma ortamı yoktur, kararlar bırakın tartışmayı, istişare ile bile alınmaz. Oralara felsefeyi, edebiyatı ve bilimi sokamazsınız, aykırı nedenceleri ileri süremezsiniz, o an işinizi bitirirler. Buraları sivil toplum örgütü gibi görenler ya da sananlar büyük yanılgı içindedirler. Buralarda demokrasi ve kişi iradesi yoktur, kolektif irade, ortak akıl bile yoktur, şeyhin ya da cemaat liderinin iradesi vardır. Müridler, müntesipler her ne yapacaklarsa izin almak zorundadırlar, ticarete atılacaksa öyle, siyasete girecekse öyle, evlenecekse öyle… Öyle oğlu öyle…
Peki bu rahatsız edici durum ve olgunun korunması için birileri neden böyle yırtınırlar? Şundan: Buralar sağcı siyasiler için oy depolarıdırlar[1], ABD emperyalizmi için hükmetme ve kontrol alanlardırlar (şeyhi elde et, gerisini merak etme), ticaret ve ticari büyüme için sermaye ve müşteri kaynaklarıdırlar… Ve en önemlisi, buralar olmasa bu din sömürücüleri dinsel otorite ve statülerini kaybedeceklerdir, işte buna gelemezler.
Bunlar hiç isterler mi insanımızın laik okullarda bilimsel eğitim görmelerini, özgür tartışma ortamında kişilikli bireyler olmalarını… Karşına geçip seni sorgulayacaklar, gidip her türlü dinsel eserleri okuyacaklar gelip yanlışını yüzüne çarpacaklar, senin kerametlerine fasafiso diyecekler… Hiç olur mu?
Evet feryat işte bunadır, bunlar giderse saltanat gidecek, saltanat dinciliği gidecek, Büyük Atatürk’ün dediği gibi ‘En hakiki mürşid ilim’ olacak, yegâne tarikat da ‘Medeniyet tarikatı’ olacak. Din ve dünya işleri ayrı olacak, bu ayrılık, dinin, camilerden ve vicdanlardan dışarı çıkmamasını; her şeyin dine göre, din için ve din tarafından zihniyetinin bitmesini sağlayacaktır. Bu sağlama dini de arındıracaktır, çünkü o din, dünya işlerine ve siyasete bulaştıkça değerinden kaybetmektedir.”[2]
BATI’DA NELER OLDU, BİZ NASIL OLDUK?
Ülkemizin din ve tarikat kıskacına neden geldiği üstüne, önce Muzaffer İlhan Erdost’un yazdıklarına bakalım:
“1850’li yıllar, Batı’da gerek doğa bilimleri gerek toplumbilimleri ve ekonomik bilimler açısından büyük devrim yılları. Darwin ‘Türlerin Kökeni’ni, ‘İnsanın Türeyişi’ni; Marx-Engels ‘Komünist Manifesto’yu, Marx ‘Kapital’i yayınlıyor. Bunlar kendilerinden önce yayınlanmış çalışmaların, birikimlerin üzerinde yükseliyor, yeni bir çağın, materyalist ve diyalektik bakış açısının bilimsel ve düşünsel temelini atıyorlar.
Ama her birinin arkasında, araştırdıkları konularda, yüzlerce çalışma var, kitap olarak, yazı olarak yayımlanmış. Örneğin Kapital’de, Artı-Değer Teorilerinde, teorilerin nasıl birbiri ardına gelişerek Marx’ı bir sıçrama tahtası yapmaya hazırlamış olduğunu duyumsatan yüzlerce ekonomi-politik yapıt ve bu yapıtların ‘değer’ açısından değerlendirilmesi vardır.
Bir de bize bakalım: Geçenlerde Uğur Mumcu Vakfında ‘Saidi Nursi Öğretisi’yle ilgili yaptığım konuşmamda, Saidi Nursi’nin fizik, kimya gibi ‘müsbet’ bilimlerin yabancı bilimler oldukları için ‘şeriat süzgecinden süzülerek’ alınması gerektiğini ileri sürdüğünü söylemiştim. Bunu günümüzün dekan olmuş profesörleri genişleterek, sosyoloji, antropoloji gibi ‘beşeri’ bilimlerin de aynı şekilde şerait süzgecinden süzülerek alınması gerektiğini söylediler, yazdılar, yayınladılar. ‘Meşayih’ yani ‘şeyhler’, yani medrese uleması tarafından ‘süzülerek’ alınan ‘müsbet ve beşeri bilimler’e örnek olarak, Jeoloji Mühendisleri Odası yönetiminden arkadaşlar, ilk jeoloji kitaplarından bir tıpkı basım getirdiler bana. Bu jeoloji kitabının önünde, ‘İslam’a mugayir’ yani aykırı olan bölümlerin çıkarıldığı yazılıydı. Saidi Nursi’nin 1960’ın ilk aylarında öldüğünü belirteyim. 2000’li yıllarda Saidi Nursi öğretisi giderek saygın ve yaygın bir öğreti oluyor.”[3]
FİDEİZM VAR TARİKATLARDAKİ BİLİM KARŞITLIĞININ KÖKENİNDE
Batı dünyasının bilimde ve düşüncede eriştiği göz kamaştırıcı düzeye şaşıyor, kızıyor, kendi doğrularının yetersizliğini, halinin perişanlığını görüyor; bunları kabullenip hal çaresi aramak yerine, dininin dogmalarını, yanlışlarını, yanlış algılarını inadına savunmaya çalışıyor, bunlarda inat etmeyi Allah dininin gereği sayıyor ve sanıyor.
Rasim Özdenören adlı İslamcı yazıcıdan söz ediyorum.
Yazdıklarından örnekler sunayım ve yanıtlayayım:
Bir Müslüman’ın dinî olanın dışında bir görevi olamazmış. Yani insanı din’in içine hapsolsun demek istiyor. O şiirimin dizeleri tam da Özdenören’in bu çarpık ve zalim yönlendirmesine bir yanıttır:
“Arap ve Yahudilerin pek kolay ürettikleri
Vahiysel yalana
Balıklama dalana
Lodostan yellenme hadisleriyle[4]
Bellek sığası fetva dolana
Ayetleşen çöl kanunlarında
Hayat, memat ve keramet bulana
Kısacası
Dünyası din olana
Dünyayı anlatamazsın”
Evet dünyan din olacak, dünyayı anlamayacaksın, sana anlatamayacaklar. İstenen budur.
Bilim ahlakını din ahlakından ayrı tutuyormuş Batı. Bunu eleştiriyor. Ya ne yapsaydı, din ahlakı ile mi bilim yapsaydı? Olmaz, o ahlakla bilim olmaz, batı bunu gördü, ayırdı bunları, sizin kafanız hâlâ almıyor bunları. Diyorsun ki “İslam’da dinin özüne ilişkin hiçbir değişiklik olmamıştır”. Olmadığı için bu haldesin.
Ve hâlâ o takıntıyı yineliyor Hazreti Rasim, “Küfür tek milletmiş” ve vahyin yerine de akıl gelmiş. Küfür tek millet değildir, birçok milleti tek millet haline getirip hepsini küfürle damgalamak ancak bir ümmetçi-dinciye yakışırdı. Haa bunun bir de karşılığı var yani demek istiyor ki “Bak onlar, Hıristiyan ve Yahudiler tek milletler, sen de bütün Müslüman ülkeler tek millet olun”. Hadi canım sen de… Yap da görelim, tarihte hiç oldu mu ve bundan sonra olur mu, olabilir mi? Ve vahyin yerine aklın gelmesinden yakınmak, bilim yarışında Batı’ya yetişip onu geçmek cehdine düşmek yerine, bilime dudak bükmeler, yersiz suçlamalar.
“Şimdi insanlığın yeni tabusu bilim” diyor önce… Yahu ilim tabu olur mu? Tabu olursa bilim olmaz zaten, bilim sürekli araştırma ve sorgulama ile olur. Bu ne kafadır yahu!
Sonra dönüyor “Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler” adlı kitabının 150. Sayfasında “Dogma haline getirilmiş bilim”den söz ediyor. Bilim nasıl dogma olur, buna kargalar bile güler. Sen Kur’an’daki dogmalara bak Müslüman Rasim, onları sorgula, sorgulayabilir misin? Asla, değil mi? “İslami nasslara bağlı kalarak yaşamayı” savunuyorsun bu kitabında.
159. sayfada zırvalama doruk yapıyor, “Bilginin kaynağı akıl değildir” diyor. Kaynak ne peki? Vahiy. İşte sorun da burada zaten, akla değil, vahye dayanırsan sen iflah olmasın, halin dumandır.
Vee… Bu Özdenören’in o çok karşı gibi göründüğü Hıristiyan dünyasında karşılığı var. Nasıl mı? İşte böyle:
“İlahiyat için dinsel inançların bilimsel bilgilerle ilişkilendirilme sorunu, ilk olarak dinin ‘ilahi’ gerçeğinin insanın algı faaliyetinin, onun kişisel emeklerinin sonucu olan bilgilere neden dolayı ilgili olduğudur.
Bu sorundan diğer sorunlar da doğuyor: ‘Tanrısal bilgelikle’ koşut ‘dünyevi bilgeliğe genellikle yer kalıyor mu? Genellikle insan tarafından dünyanın algılanmasının bir anlamı var mı? Zekâ insana ne için verilmiştir?
Bu sorunların çözümünde ilahiyatçılar hiçbir zaman oydaşlık gösterememişlerdir. Teoloji’de iki eğilim öne çıkıyor bu bağlamda. Bir yandan bu inanç hatırına zekânın reddedilmesini isteyen açık mücadeleci fideizm öte yandan ise imanla zekâ arasında oydaşlık yaratmak çabaları… Bu çabaların arkasında ise her zaman zekâyı dinsel inanca bağlayarak, ilahiyatın hizmetçisine dönüştürmek niyetleri gizlidir…
Mücadaleci Fideizm gelenekleri Hıristiyanlıkta, onun ilk dönemlerinde, yani Hıristiyanlığın o zaman bütün bilgileri somutlaştıran ‘putperestlik’ antik felsefesinden ayrılmak durumunda olduğu bir dönemde oluşmaya başlamıştır. Hıristiyan ilahiyatçısı Tertullan umut ediyordu ki, Tanrısal vahiy, felsefenin varlık hukukundan yoksun bırakıyor, çünkü vahiyde ilan edilen gerçek tam ve katı gerçektir: ‘Hristos’tan sonra bizim, her şeyi bilmemize, hiçbir gerek ve gereksinim yoktur; İncil’den sonra bize hiçbir araştırma gerekli değildir.’ Tertullanın sözleri bize şunu gösteriyor: Akıl imana düşmandır ve en büyük hüner işte budur: Körü körüne iman et, hatta aklın aksine olsa bile… Tertullan’dır ya da Tertullianus, M.S. 160-220 yılları arasında yaşamış bir Kilise Babası. Kartaca’da eğitim almış. Afrika kilisesinin önde gelenlerinden biri olmuş. Kendisini 20 yıl boyunca yazmaya adamış. Bu yazıları arasında vaftiz üzerine yazılmış ilk Hıristiyanlık kitabı olan “De baptismo” da var.
Tertullan’a göre, akıl imana düşmandır, bundan dolayı da “Körü körüne iman etmek gerek, hatta aklın aksine olsa bile…”
Tertullan mücadeleci fideizmin sloganını da bulmuştu: “İman ediyorum, çünkü çok saçma!”
Hıristiyanlık inancı tin’e verdiği mitolojik içeriğin kabullenilmesini ve aklın sınırlandırılmasını istiyordu, bu alanda akıl susmalıdır diyordu.
Peki Fideizm ne?
Fideizm’in Türkçe karşılığı: “imancılık ya da inancılık”tır. Batı dünyasında ilgi görmüş benimsenmiş, savunulmuş bir düşünce akımıdır.
Rasyonalizm (akılcılık)’e karşı tez olarak doğmuştur. Gerçeğe varma konusunda aklı değil sezgileri ve inancı temel alır. Kanıt aramadan imanı ister fideizm. Fideistlere göre, Tanrısal bir bilgi kaynağı olarak inanç, akıl ve bilimden üstündür; gerçekler ve inancın temelini oluşturan vahiyler, akıl yoluyla kanıtlanamaz, yalnızca iman yoluyla kabul edilebilir.
Fideizmin diğer savunucularını da sayalım: Kierkegaard, John Hick, Richard Swinburne …. Blaise Pascal ‘’Ey beceriksiz akıl, zavallılığını anla. Ey budala doğa, sus, Tanrı’nın varlığını, kanıt ve tanıtlarla değil inanca varmakla elde edebilirsin” sözleriyle fideist olduğunu açıkça ilan eder.
Bu düşüncenin “mücadeleci” ve “ölçülü” diye adlandırılan iki tarzı var; ölçülüsü, akla da yer veriyor az da olsa.
İmanı akıldan ayıran ve bunlar arasında barışmaz karşıtlıklar olduğunu kabul eden açık fideizm ile koşut, ilahiyatta bir başka çizgi daha vardır. Bu çizgi, aklı imana uyumlaştırmaya, imanı akıl için uygun duruma getirmeye çalışır, dinsel inancı rasyonel biçimde temellendirmek için yollar arar ya da hiç olmazsa kesinlemeye çalışır ki aklı reddetmek koşuluyla da iman etmek olabilir savını kabul ettirebilsin.
Hıristiyan felsefesi yaratmak alanında ilk girişimi ünlü ilahiyatçı Avgustin (354-430) yapmıştır. O, Hıristiyan ilahiyatını ve antik felsefeyi sentezlemek yoluyla (daha çok Platon’a dayanarak) imanla akıl arasında anlaşma yapmaya çalışmıştır. Avgustin, bütün bilgilerin Tanrısal aydınlanmadan doğduğunu, insan aklının da gerçeği Tanrı’dan aldığını öne sürüyordu. Ancak o, bunu söylerken duygusal olarak kavranan bireysel şeylere yöneltilmiş ilkel aklı ve genel düşünceleri, Tanrı’ya yöneltilmiş yüksek akıldan ayırıyordu.
Avgustin’e bakılırsa, insan zekâsı zayıftır ve bundan dolayı da o, yüce ve kuşku doğurmayan Tanrı’nın gücüne sığınmalıdır. İman bilgiden önce olmalıdır. En önemli ve en temel konularda bile kanıt ve bilgi istenmeden inanmak gerekir. ‘Kilise… O yerde iman şunu istiyor: Orada hiçbir kanıta, kuşkuya yer yoktur…’
Avgustin’in sloganı şu idi: ‘Anlamak için iman etmeli!’
Avgustin bilgiye de kuşkuyla bakıyordu. Bu kuşkuyu ‘bilgi ve bilgelik adı ile bezenmiş boşuna ilgi ihtirasıdır’, ‘hiçbir şeyin ondan gizlenmemesini dileyen’, ‘cahil ve zayıf, ayıplı ve olumsuz insan ruhunu’ gibi sözlerle dillendiriyordu.
Avgustin, şunları da iddia ediyordu: İman insanı, bilgiye olan tehlikeli çabadan, varlıkları olduğu gibi görme ve algılama, Tanrı’yla ilişkiden uzakta gözden geçirmek girişiminden ve bu işte kendi zekâsına güvenme çabasından dolayı tedavi etmelidir.
Hıristiyanlık inancı tin’e verdiği mitolojik içeriğin kabullenilmesini ve aklın sınırlandırılmasını istiyordu, bu alanda akıl susmalıdır diyordu.
Ancak Tertullan’dan farklı olarak Avgustin olanak olan yerde imanı aklın kanıtları ile berkitmeyi gerekli görüyordu. Akıl, iman gerçeklerini elde edemez ve onları kesinleyemez, ancak o, imana karşı akıl tarafından ileri sürülmüş kanıtları boşa çıkarabilir. Avgustin’e göre iman rasyonel temellenmeyi, bu anlamda göz önüne almıyor ve iman etmek için mutlaka anlamak gerekir demiyor. Tanrı’nın varlığının Avgustin’in kendisi tarafından geliştirilmiş kanıtları, zekâ için belirli hizmet idiyse de bu kanıtlar hiç de Tanrı’ya imanı rasyonel olarak esaslandırma çabası değillerdi. Bu yalnız kendi özünde, güya zekânın yetkisine ait olmayan, onun hükmüne dâhil olmayan şeyleri zekâ için daha çağdaş duruma getirmek çabasıyla sınırlıydı. Aynı zamanda o, zekâyı imana bağımlı bir duruma koyuyordu ve bununla şunu vurgulamak istiyordu: İman gerçek bilgiden öncedir, bu bilgi de imana dayandığı ve ona uygun geldiği için gerçektir. Avgustin’in bu savı, iman işlerinde kilisenin ‘zorlamak’ hakkının kabul edilmesine kadar gider, orta çağ engizisyoncuları ‘yeretikleri’[5] kocaman ateşlerde yakarken de bu sava dayanıyorlardı.
Vaktiyle Avgustin tarafından söylenilmiş birçok savdan Hıristiyan ilahiyatçıları bugün de yararlanmakta. XX. yüzyılda Protestan ilahiyatçılar Ortodoksluğa, Lüter ve Kalvin’in öğretisine dönmek sloganı adı altında yeniden şunu ilan ettiler: Dinsel inanç nitelik olarak irrasyoneldir, o zekânın hiçbir kanıtı ile yoklanamaz, yargılanamaz. İman işlerinde en kesin ve söz bitirir öğreti işte budur: ‘Ben inanıyorum!’”[6]
İslam dünyası ve bizdeki karşılığı:
Fideizmin İslam dünyasındaki karşılığı ise İmam Gazali’dir. Çünkü o, felsefi düşüncelere karşı çıkmıştır, İslam’da “Aklın” değil “Naklin” esas olduğunu vurgulamıştır; sorgulayan, eleştirenlerin değil, boyun eğen ve teslim olanların mümin sayılacağını söylemiştir.
Peki ya bizim fideistler? Sıkı durun, adlarını yazınca çok şaşacaksınız. Necip Fazıl, Yahya Kemal, Ahmet H. Tanpınar ve Nurettin Topçu… Bunlar bu akımın etkisi altında kalmışlardır, birçok düşüncelerinde bu açıkça sırıtır.
Nakşibendi tarikatı bağlısı Necip Fazıl’ın “iman” başlıklı iki dizelik şu şiirinde, fideizm açıkça kendini belli etmektedir:
“Yum gözünü, kalbine her ân yokluğunu üfür
Kendinden geçmek iman, kendinde olmak küfür”.
Kimi yandaşları “Hayır o fideist değil mistikti” deseler de Topçu da fideizm yolunun yolcusudur.[7]
Ve başkaları, bugünküler, onlardan da örnekler verelim:
Boş umutlara bel bağla ki imanlı olasın:
“İman, umut edilenlere güvenmek ve görünmeyen şeylerin varlığından emin olmak”mış.
Şaban Karataş adlı tosun profesörünün TRT’ye alıp yapımcı ettiği Nurettin Topçu taifesinden o kaşar dinbaza göre böyle.
Görünmeyene inanacaksın, boş umutlara bel bağlayacaksın ki imanlı olasın, diyor daha açıkçası.
Peki böyle olunca senin kişiliğine ve bağımsız düşünme yetine ne oluyor? Dumura uğruyor onlar.
Ve böylece biniyorlar sırtına, takıyorlar boynuna din yularını.
İmanla özgür olunmaz, tutsak olunur
Milli Yol Partisi genel başkanı, Muhsinci, şeriatçı ve de tarikatçı Remzi Çayır, 19 Ocak 2018 tarihinde Millî Gazetede yazdığı bir yazıda diyor ki, “İnsan özgür doğar, özgür kalmaksa ancak imanla mümkündür…”
Evet insanlar özgür doğarlar, ancak özgür kalmak senin o “iman” dediğinle olmaz, o iman dediğine, yani bir din’in zapturaptı altına girenler özgür olamazlar onları ne yapacağı belirlenmiştir, tuvalette nasıl kaka yapacağı bile bellidir.
Özgürlük bilimle, felsefe ile, laiklik ile olur…
Ahirete taalluk eden akıl da varmış
Yeniçağ’da yazdığım yıllarda, “fosilci” diyerek birkaç kez haşlayıp kalem düellosu ettiğim edebiyat prof’u yazar, 25.01.2023 tarihli yazısında yazısının şöyle diyordu:
“Bizim kadim kültürümüzde akıl ‘meâş ve meâd’ olmak üzere iki kısımda ele alınırdı.
Akl-ı meâş: Dünya işlerini yapıp eden, çekip çeviren akıl.
Akl-ı meâd: Âhiret işlerine taalluk eden akıl.”
Ahiret işlerine ilişkin akıl nasıl oluyor, onu yazmamış. Oysa ahiret işlerine akıl ermez, ahiret işleri akla sığmaz.
Yahu hele uğraştığı konulara bakın bu fosilcinin?
Müslüman aklı ve bilim aklı: Mumyalanmış rahibin diriltilen sesi

Menzilcilerin televizyonunda bir alt yazı: “Müslüman aklı, nakle yani Kur’an ve sünnete tabidir.”
Aferin (!) size onun için bilim alanında yoksunuz. Bakınız bilim aklı neler buluyor. İşte https://www.bbc.com/turkce/haberler’de 24 Ocak 2020 tarihinde yayımlanmış bir haber: “3 bin yıllık mumyanın sesi yeniden hayata döndürüldü…”
Okuyalım haberin ayrıntılarını:
“Bilim insanları, mumyalanmış Mısırlı bir rahibin sesini yapay ses telleriyle hayata döndürdü. Rahibin, XI. Ramses’in şiddet dolu hükümdarlığı sırasında yaşadığı biliniyor.
Antik Mısır’ın Waset şehrinde rahiplik yapan Nesyamun, şarkı söylemeyi de içeren dini ritüeller için güçlü bir sese ihtiyaç duyuyordu.
Nesyamun öldüğünde sesi de susmuş oldu, ancak ölümünden 3 bin yıl sonra bilim insanlarından oluşan bir ekip, sesini hayata döndürmeyi başardı.
Bilim insanları, Nesyamun’un ses yolunu üç boyutlu yazıcı ile kopyalayarak günümüze taşıdılar.
Araştırmacılar çalışmaları neticesinde ‘e’ sesli harfi benzeri bir ses elde etmeyi başardılar.
Ölü bir insanın sesinin ilk kez bilim aracılığıyla hayata döndürüldüğü düşünülüyor. Bilim insanları gelecekte bilgisayar programları aracılığıyla, Nesyamun’un sesinden tüm cümleler elde etmeyi umuyor.
Londra Üniversitesi, York Üniversitesi ve Leeds Şehir Müzesi tarafından yürütülen araştırma, Perşembe günü Scientific Reports dergisinde yayımlandı.
Araştırmacılardan York Üniversitesi Arkeoloji Profesörü Joann Fletcher, “Sesi yeniden yaratma tekniği bize uzun zamandır ölü olan bir kişinin sesini yeniden duyma imkânı verdi” diyor. Profesör Fletcher, BBC’ye yaptığı açıklamada, Nesyamun’un ölümden sonra sesinin duyulmasının hayattayken dile getirdiği isteklerinden biri olduğunu söylüyor.
“Tabutunda bu isteği yazılı. İstediği buydu” diyor. “Bir nevi bu dileğini yerine getirmiş olduk.”
Bilim insanları Nesyamun’un sesini nasıl hayata döndürdüler?
İnsanlarda sesin oluşması için akciğerlerden gelen havanın gırtlak, burun veya ağızda izlediği yol, ses yolu olarak biliniyor.
Bu ses, ‘ses kutusu’ olarak da bilinen gırtlakta üretiliyor, ancak, ses yolundan geçtiği zaman onu duymamız mümkün oluyor.
Nesyamun’un sesini hayata döndürebilmek için, onun ses yolunun birebir ölçüleri üç boyutlu yazıcıya yansıtıldı.
Ancak bu yöntemi kullanmak ancak bir insanın ses yolundaki yumuşak dokunun bozulmamış olması halinde mümkün olabiliyor.
Yumuşak dokunun bozulmadığı, bir CT tarayıcısıyla elde edilen veriler aracılığıyla teyit edildi.
Nesyamun’un mumyalanmış vücudunun iyi korunmuş olması, bu yöntemin uygulanmasına olanak sağladı.
Nesyamun kimdir?
Nesyamun’un mumyası İngiltere’deki Leeds Şehir Müzesi’nde sergileniyor
Nesyamun, Nil Nehri kıyısındaki günümüzün El Uksur şehrinde bulunan Karnak kasabasındaki Amun Tapınağı’nın üst düzey bir rahibiydi.
Araştırmalar, Nesyamun’un diş eti hastalığından ve diş çürümesinden muzdarip olduğunu ortaya koydu. Bilim insanları muhtemelen alerjik bir reaksiyondan ötürü 50’lerinde öldüğünü tahmin ediyorlar.
XI Ramses döneminden kalan tek mumya olması nedeniyle Nesyamun, antik Mısır’ın daha iyi anlaşılması için önemli bir bilimsel kanıt niteliği taşıyor.”
Evet hadi bakalım, böyle bir mucizeyi bir de siz yaratın da görelim Kur’an ve sünnete aklını kiraya verenler…
HALİDÎ CEHENNEMİ
Rıza Zelyud, “Tarikat Kuşatmasında Türkiye/Halidi Cehennemi” adlı kitabında (Kaynak Yayınları), Türkiye’de pek çok alana egemen olan, hatta devlet yönetiminde de ağırlığı bulunan Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi kolunu ayrıntılı olarak anlatıyor. Zelyud’un anlattıklarının bilinmesinde yarar var. Biz de bu kitaptan önemli alıntılar vererek bu işlevi yerine getireceğimiz kanısındayız.
Hadi başlayalım:
-Mevlevilik, Bektaşilik, Bayramilik gibi milli özellikler taşıyan tarikatlar yok edildi, hepsinin yerini Halidilik aldı.
-Halidilik Irak Kürtlerinden Şeyh Halit’in kurduğu bir tarikat ya da koldur. Kadiri Şeyhi Maruf Berzenci, Şeyh Halit’i “Sahtekâr, sapık, yogi” olarak suçladı.
-Halidiliğe Barzani desteği. Ve Diyanet’ten övgü.
-1925’te Cumhuriyet’e başkaldıran Şeyh Sait de bunlardan.
-Amerikan Yeşil Kuşak Projesine en uygun ideoloji Halidiliktir ve bu projenin en aktif elemanları bunlardan çıkmıştır. İşte ünlü isimler: Necmettin Erbakan, Mehmet Zahit Kotku, Esat Coşan.
-Zelyut, Halidilerin iki özelliğini öne çıkarıyor: 1-Tümü de sülükleşmiştir, 2-Tümü kadın düşmanıdır.
-Kıbrıs’taki kolları da ajanlık yaptı. Şeyh Nazım Kıbrisî, Türkiye’de iki kişiyi kullandı, bunlar çok ilginç isimler: Kadir Mısıroğlu ve Adnan Oktar.
-“Derin Tarihçi” denen, azılı Atatürk düşmanı Mustafa Armağan da bir Halidi. Armağan’ın Derin Tarih programında konuk ettiği Nurcuların Okuyucular kolundan Hasan Akar, Atatürk’e “1938’de geberen piç” demekle kalmamış, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım için de “Resmi kayıtlarda genelevde çalışıyor” iftirasını atmıştır.
-Türkiye Gazetesinde ve İhlas Holding’te kümelenen Işıkçılar da Amerikancı.
-Menzilciler tipik Halidi. Bunlarda sarık kutsal. Menzilcilerde çok önemli olan tövbe ritüeli şöyle yapılır; Şeyh ortaya oturur ve şeyhin sarığı açılır, sofi denilen müritler sarığın iplerini tutarak Allah’tan af dilerler. Zelyut, bu sarığı kutsama işinin Budizm’den alındığını yazıyor.
Ve rabıta, Menzilci Halidilerde o da şöyle oluyor: Mürit gözlerini kapatarak, şeyhini düşünüyor, şeyhinin iki kaşı arasından akan nur, müridin ağzından kalbine yayılıyor, böylece mürit feyz almış oluyor. Bu ritüel de Budizmden.
-Ve AKP tarikatları: 1 milyon öğrenci tarikatların pençesinde. Bunların tamamı demokrasi dışı ve karşıtı oluşumlar.
-Atatürk düşmanı Eğitim Bir Sen, “Hilafet 2024’t e geri gelecek” diyor.
“VAHDET-İ VÜCUT, VAHDET-İ MEVCUT…” GEÇ BUNLARI, “VAHDET-İ ÇIKAR” VAR BUGÜN
Tarikat ve tasavvuf düşüncesinin ana ekseni olan vahdet-i vücut kuramı nedir aslında? Türk Felsefe Tarihini yazan Bayram Kaya (Asya-Şafak Yayınları) “Vahdet-i vücud’un aslında materyalist bir felsefe olduğunu” söylüyor.
“Vahdet-i vücud’un ‘devir’ kuramı tarih oluş ve evrimi konu alan bilimsel ve felsefi bir kuramdır; ama her kuram gibi kendi çağının bilimsel bilgisi ile sınırlıdır. Bu teorinin önemi, Darwin’in evrim kuramının bir varyantını anımsatmasıdır. Örneğin Mevlana, cemaad (cansız, kurumuş) olarak indim ölüp nebatat (bitki) olarak çıktım… derken tıpkı Darwin’in söylemini kullanmaktadır. Bunu söyleyen vahdet-i vücud, 18. Yüzyılda Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın dilinden insanın maymundan geliştiğini söyleyecektir. Bu derin bir öngörüdür. Henüz Darwin doğmamıştır. Ancak, ulemaca ‘bilmesinlercilik’ bu bilgilerin üzerini örtmüş, bir ceza olarak, gün yüzüne çıkmasını engellemiştir.
Peki nasıl oluyor da vahdet-i vücud böyle özgür, geliştirici, ön açıcı bir rol oynuyor? Öncelikle vahdet-i vücud, materyalist bir felsefedir. Klasik materyalizmin tüm özelliklerini içinde taşır. Onun vahdet-i vücut kavramlaştırması hem insan hem tanrıdır. Tanrı, yani ilk varlık, varlığın birliği, külli akıl ve külli mekânın birleşmesinden oluşuyordu. Esasında mekân, beden, akıl ise bedendeki can ve ruhtan başka bir şey değildi. İnsan, Tanrı ile beraberdi. Zaman bakımından ondan sonra değildir, oluş bakımından sonra sayılır. Birden ancak bir çıkar ama bir her zaman ikidir. Bu bakımdan bir varlık, külli akıl ile külli mekândır. Bir insan beden ve candır (zıtların birliği monizm). İnsan, Tanrı’nın zuhura olan meyli, zati iktizasıdır, yani gerekme ve gerekliliğidir. Bu bakımdan insan, Tanrı’nın zatına nispetle hadistir, yani sonradan olmadır, fakat Tanrı ile beraber kadimdir ve sonu da yoktur. Bir sopayı sallasak, sopa, elimizle aynı zamanda sallanır, fakat elimizin oynayışı, sopaya nispetle öncedir. Tanrı’nın insana önceliği de böyledir. Başka bir ifadeyle, vahdet-i vücud, her şeyin temeline madde-ruh karışımı, bir başkalaşım koyar, kâinat ve tüm canlılar buradan oluşur. Bu, evrenin ilk biçimine, bilimsel olarak uyar. Yani nasıl ki modern materyalist bilim ilk varlığın madde ama hareket halinde bir madde olduğunu söylüyorsa, vahdet-i vücud da ilk varlığın canlı bir madde (akıl ve mekân) olduğunu, hareket halinde bulunduğunu söylüyor. İlk varlık’ta eşdeyişle ilk maddede bir can, bir hareket varsayan bir felsefe her türlü gelişmeye açıktır. Allah öteler ötesinde değildir. Allah bir ilke de değildir, tersine Allah, bir ince madde, her varlığın oluştuğu bir anavatan, bir yuvadır.
Ne yazık ki, bu materyalist dünya görüşü, 16 ve 17. Yüzyıllarda türlü politik baskılarla boğuldu.”
Evet, ezberlere son derece ters bir bakış öyle değil mi? Ama tartışmaya, üzerinde düşünmeye değer…
Kim düşünecek, öncelikle tarikatlar öyle değil mi? Öyle de bugünün tarikatlarında, ne vahdet-i vücud’u, ne vahdet-i mevcud’u, ne de vahdet-i şuhud’u tartışacak, öğretecek, bunları geliştirecek, üstüne yeni düşünceler koyacak amaç ve sığa yok. Onların bugünkü durumunu en isabetli biçimde Faik Bulut anlatıyor:
“İslami yaşam biçimiyle tasavvufun dünyevi yüzüne (kazanç, nimetler, devletten yararlanma, politikaya katılım, lobi faaliyeti, holdingleşme vs) vurgu yaptılar. Böylece İslam ile toplum, iman ile para, modernite ile gelenek arasında meta ekonomisine dayanan, aynı zamanda ruhani biçimde kutsanan bir etkileşim kurulmuş oldu. Yani tarikat şeyhi hem işveren hem mal satıcı (veya imalatçı/üretici), mürit ise hem işçi hem de tüketici oluverdi.”[8]
KERAMETLER KERAMETLER, HEPSİ DE ASLI YOK RİVAYETLER

Çocukların bu yaşta beyinleri yıkanıyor, kerametler dolduruluyor, itaat ve biat kültürü aşılanıyor.
Tarikat ve cemaatlerin bilime karşı yaklaşımlarına yukarıda değindik. Şimdi de şeyhlerine atfedilen şu keramet işini ele alalım. Alalım çünkü, şeyhlerin bütün gücü, yetkesi ve etkisi bu kerametlere dayanıyor.
Doğu Cephesi’nin manevi komutanı Hacı Ahmet Baba, bakın neler etmiş
Sanamerli Hacı Ahmet Baba… Sanamer, Erzurum’un Horasan İlçesi’ne bağlı bir köy. Ahmet Baba dedikleri kişi de güya peygamber Muhammed’in Hüseyin kolundan 37’inci torunu imiş. Van’da doğmuş. Daha sonra rüyasında gördüğünü söylediği Sanamer’e gelip yerleşmiş. Rufai Tarikatı da Erzurum’a onunla gelmiş.
Evet şimdi hele bakalım bu Ahmet Baba ne gibi kerametler göstermiş:
“Seyyid Hacı Ahmet Baba, 93 harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’na dervişleriyle birlikte katılarak Horum Tabyaları denilen mevkide düşmanla çarpışmıştır. Bu savaşta şöyle bir kerameti anlatılır. Hacı Ahmet Baba, Rusların yenileceğini, dervişlerinden birinin de şehit olacağını savaş başlamadan önce bildirir. Eline yerden bir avuç toprak alıp, ‘Ve ce’alne beyni eydihim sedden ve min halfihim sedden fe eğşeynahüm fehüm la yubsırun (önlerine bir sed, arkalarına da bir sed çekip gözlerini de perdeledik. Artık göremezler.)’ ayeti kerimesini okuyarak toprağı düşmanın üzerine doğru savurur. Allah’ın hikmeti ile o bir avuç topraktan müthiş bir fırtına kopar. Düşman askerlerinin gözü görmez olur. Hacı Ahmet Baba, dervişlerini kendi arkasına bir sıra halinde dizer. Böylece Hacı Ahmet Baba’ya çarpan mermiler yere düşerek kimseye isabet etmez. Horumlu Molla Bahri, ‘Hele bakayım bizim evlerin yeri düşmandan arınmış mı?’ diyerek sırasından çıkar ve yediği bir kurşunla şehit düşer. Daha sonra Ruslar o bölgede yenilerek geri çekilir.”[9]
Breh breh breh! Gördünüz mü neler etmiş Ahmet Baba. Gâzi Ahmet Muhtar Paşa, Kurt İsmail Hakkı Paşa ve onca Mehmetçik bir yana, Ahmet Baba bir yana. Birkaç tane daha Ahmet Babamız olsaydı, Moskova’ya bile girerdik.
Yalnız kafamıza bir şey takılıyor. Biz Horum Düzünde Rusları yendik ama daha sonra Ruslar darmadağın ettiler bizi, Kars’ı ve Erzurum’u kaybettik. Savaştan sonra antlaşmayla Erzurum’u geri aldık ama Kars, Ardahan ve Batum’u harp tazminatı olarak Ruslara verdik. Bu Ahmet Baba o aralar ne işle meşguldü acaba, zikir mi çekiyordu?
Bilinmez.
Ama durun Ahmet Baba’nın daha başka savaşlarda daha ne kerametleri var, Sözgelimi Hacı Ahmet Baba, Balkan Savaşına da “manen katılmış…” Yaa öyle işte, benim eski arkadaşım Selami Türkmen, “Erzurum’un Gönül Sultanları” adlı kitabında öyle yazıyor. Okuyalım:
“Trakya’nın Akdağ mevkiinde Yunanla çarpışan Osmanlı askerlerini görür Ahmet Baba. Askerler çember içinde kalmıştır, üzerlerine yağmur gibi gülle ve mermi yağmaktadır. Görünüşte bir kurtuluş ümidi yoktur. Tam o sırada orta boylu siyah sarıklı, yeşil cübbeli bir zat çıkar ve atılan top güllerini tutar ve Akdağ’ın eteğine yığar. Cübbesini çıkararak ardı sıra sürükler ve ‘Cübbemin süründüğü izleri takip edin’ diyerek askerleri çemberden çıkarır.
Bu savaşta görev alan ve daha sonra albay rütbesi ile Doğu Anadolu’ya tayin olan komutan Sanamer köyüne gelir. Burhan Sanameroğlu’na misafir olur. Burhan bey, akşam yemeğinden sonra ceketini alarak kalkar ve gitmek için ister. Komutan nereye gittiğini sorar. ‘Hacı Ahmet Baba isimli bir zat var, Cuma akşamları onun dergâhında toplanıyoruz” yanıtı gelince, Albay da merak edip o da gitmek diler. Birlikte giderler. Albay, Hacı Ahmet Baba’yı görünce şaşırır.”
Evet sonra herkes dağılır, Ahmet Baba ile o albay yalnız kalırlar. Ahmet Baba, kerametini, kimseye anlatmaması kaydıyla Albaya anlatır. Evet, o top güllerini eliyle tutan ve askeri çemberden çıkaran odur, albay doğru görmüştür.
Haa ama durun dahası da var. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Erzurum’da bir söylenti yayılır, Batı’da Yunanlılar rahatlasın diye Ruslar Doğu’dan taarruz edecektir. İşte o zaman “evliya yatağı” Erzurum’dan bir başka evliya Hacı Haşii Hazretleri der ki: “Endişe edilecek bir şey yoktur. Doğu Cephesinin manevi komutanı Hacı Ahmet Baba’dır. O vefat etmeden buralara Ruslar gelemez” diyerek halkı rahatlatır.
Yaa işte böyle, Rus ne ki? Ahmet Baba’yı şöyle bir düşmana göster, sonra geri çek, yeter.
Ve geldik en büyük keramete, böylesini hiç duymamışsınızdır:
“1912 yılında[10] 120 yaşlarında Hakka yürüyen Hacı Ahmet Babanın cenazesi vasiyeti üzerine halifesi Abdülgani Hoca tarafından yıkanır. Yıkanırken sırtında üç kurşun yarasının açılıp kan sızdığı Abdülgani Hoca tarafından görülüp anlatılmıştır.
Gelini Zekiye Ana, Ahmet Baba’nın şu dizeleri okuduğunu:
‘Yaralıyam dalımdan/Kimse bilmez halımdan’ ve sonra da ‘Ben vefat edince cesedim size geri kalanını söyler’ dediğini nakletmiştir.”[11]
Erzurum’da olduğum yıllarda, yalan söyleyen kimselere “Yalanını şey edeyim, duvarlar çatladı” derdik. Bu Ahmet Baba’nın yalanları duvar değil kaya çatlatan cinsten.
Bardız’ın Ahmet’i geri mi kalacak, o da öküz olur
Bardız (yeni adı Gaziler), şimdilerde Erzurum’un Şenkaya İlçesine bağlı bir köydür, eskiden Sarıkamış’a bağlıydı. Zaten kültür olarak da Sarıkamış’ın özelliklerini taşır, Şenkaya’dan çok. Süleyman Kazmaz’ın[12] Bardız’dan derlediği ilginç keramet öyküsü şöyle:
“Bardız’da Hacı Ahmet Efendi keramet sahibiydi. Kaçakçıların, Rus askerlerinin önünden görünmeden geçmelerini sağlardı. Onun yaptığı büyüyle kaçakçılar, kurşun değmeden Rus askerlerini aşarlardı. Hacı Ahmet Efendi öyle kerametliydi ki gaipten yardım dileyenin imdadına koşardı. Şemsettin Ağa, bu inancı pekiştiren bir olay anlattı.
Adamın biri Ruslara mal verecekti. Şart, malda hastalık olmayacak. Fakat gece alaca öküzde hastalık çıktı. Onu hemen kestiler. Ertesi günü malın sahibi sıkıntıya düştü. Eğer Ruslar öküzün kesildiğini görürlerse hastalığı fark edecekler ve malı almayacaklar. O zaman Hacı Ahmet Efendi imdada yetişir, öküz şekline girer ve malın arasına karışır. Rus memuru, malı, huduttan geçerken üç defa sayar ve her defasında çubuğuyla vurur, tamam gelince malı alır.
Malın sahibi hemen çay ve şekerle Hacı Ahmet Efendi’nin evine varır. Hacı Ahmet Baba:
-Beni alaca öküz yaptın, kâfirin çubuğuyla üç defa vurdurdun. Sonra çay şeker getirdin. Bu zararlar nedir? der. Oysa ki Hacı Ahmet Efendi ne paketi görmüştü ne de malın sahibini, paketin içinde ne olduğunu bilmişti. Hacı Ahmet Efendi bunları kerameti sayesinde bildi. “
Yahu ne iyi be, nerdeee şimdi böyle keramet sahipleri?.. Bırakın darda kalanın yerine öküz olmayı, müritlerini ve kendilerine saygı ve bağlılık duyan tüm halkı mal ve sürü yerine koymaktalar şimdikiler.
Bu da kilometre kısaltan şeyh…
Menzil Şeyhi Mehmet Raşit Erol’u kim bilmez… Bunca ünlü olan bir Şeyh’in de ünüyle mütenasip kerametleri olacaktır elbette… İşte onlardan bir tanesi:
“Bir gün Menzil’e gidiyorduk, varmamıza kırk dakika vardı, o sırada akşam oldu. O sıralarda Şeyda Hazretleri (k.s.) akşamla yatsı namazı arasında sohbet ediyor, bizde kitap haline getirmek için banda alıyorduk. Bir an önce sohbete yetişmek için arkadaşlardan rica ettik, Şeyda hazretlerinden (k.s.) himmet isteğinde vaktinde varalım, diye. Gerçekten sohbet yeni başlarken köye vasıl olduk ve banda aldık. Ertesi gün Diyarbakır’a geri dönerken arabanın kilometre saatine gözüm takıldı. Her zaman Diyarbakır çıkışı kadranı sıfırlardım, kaç kilometre yaptığımı bilirdim. Daima 152 kilometre olarak ölçerdim, fakat bu defa 142 kilometreyi gösteriyordu. Göstergemi bozuldu diye düşündüm fakat Diyarbakır’a dönüşte yine 152 kilometre kat ettim. Demek kilometre kadranı bozulmamış, Şeyda hazretlerinin (k.s.) himmetiyle yol 10 kilometre kısalmıştı.”
Yaa işte böyle, yol 10 km kısalmış, durum kilometreölçerle de saptanmış, var mı ötesi…[13]
Bunlar da Said Nursi’ninkiler, Mehdi(!) Adnan Oktar yazmış
“Kedicikler”i ile ünlü “Sanal Mehdi Adnan Oktar”, Tırlatıklığı dillere destan olan Said Nursi’nin kerametlerini yazmış… Akıl dışı bir yığın saçmalık, onlarla bitirelim:
-Bediüzzaman’ın, hapiste olduğu halde, insanlarca 2-3 defa camide sabah namazını kılarken görülmesi:
Bediüzzaman Denizli hapsinde iken, halk, iki-üç defa Üstad’ı muhtelif camilerde sabah namazını kılarken görür. Savcı işitir; hapishane müdürüne pürhiddet, “Bediüzzaman’ı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız” der. Tahkîkat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarıya katiyen çıkarılmamış. Eskişehir Hapishanesinde iken de, bir Cuma günü, hapishane müdürü, katip ile otururken bir ses duyuyor: “Müdür Bey! Müdür Bey!” Müdür bakıyor; Bediüzzaman yüksek bir sesle: “Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lazım.”
Müdür, “Peki Efendi Hazretleri” diye cevap veriyor. Kendi kendine, “Herhalde Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamayacağını bilemiyor” diye söylenir ve odasına çekilir.
Öğle vakti, Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Camiye gidemeyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar. “İçeride idi; hem, kapı kilitli” cevabını alır.
Derhal camiye koşar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safta, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman’ı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın “Allahü Ekber” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)
-Demir kelepçelerin Bediüzzaman namaz kılmak istediğinde açılması:
“Molla Said elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nakledildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kelepçelerin açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kelepçeleri bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip (keramet olarak düşünüp) hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile: Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler. Bir gün Bediüzzaman’a soruldu: Kelepçeyi nasıl açtın? Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın kerametidir.[14]
-Bediüzzaman tecriddeyken aynı vakitte çarşıda görülmesi:
Bediüzzaman hapiste iken, bir gün o zamanın Eskişehir müdde-i umûmisi (savcısı) Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüble (şaşkınlıkla) ve vazifesine son vereceği ihtarıyla, hapishane müdürüne: “Ne için Bediüzzaman’ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm.” Müdür de: “Hayır, efendim. Bediüzzaman hapishanede, hatta tecriddedir; bakınız” diye cevap verir. (Tarihçe-i Hayat, s.192)[15]
HALKIN BİR KESİMİNİN TARİKAT VE CEMAATE KÖRÜKÖRÜNE İNANIŞINA İLİŞKİN ÖRNEKLER

Ziyaret çarptı bizi ve Ethem Baba
Bir Diyarbakır türküsünde öyle diyor: “Kör olasın Suzan Suzi/Ziyaret çarptı bizi.”
Yalnız Diyarbakır’a özgü bir durum değildir bu ziyaret ve çarpma işi… “Dillere Destanlar” adlı kitabımda sorarım, “Anadolu’da kilometrekareye kaç evliya türbesi ve kaç bilim insanı mezarı düştüğünü.”
Bilim insanı yok denecek kadar azdır, evliyadansa geçilmez.
Peki ne yapmış bu evliyalar, eser mi yazmışlar, düşüncede çığır mı açmışlar? Hayır. Keramet göstermişler, bu anlatıp durulur, bir de kendilerine olumsuz laf edildiğinde çarpmışlar edeni.
Yalnız dirileri değil ha, ölüleri de çarpıyor. Erzurum’un Narman İlçesinde babam ve teyzem görev yaptılar. Bu vesile ile ben de bu ilçeyi öğrendim, anılarım var. Bu ilçenin ortasında bir Ethem Baba türbesi vardı. Oraya girer, mum yakar dua eder çıkarlardı. Çıkarken de arkanı dönmeyeceksin ha, yoksa çarpar mübarek. Halk yemini de bu Ethem’in üstüne ederdi: “Ethem Baba çarpsın ki…”
O ilçede caddeler genişleyecekti, düzeltilecekti. İlçenin girişindeki mezarlıktan yüzlerce mezar açılarak başka yere nakledildi. Evimiz oraya yakındı, bunları her gün izledim ben. Ethem Baba türbesi de bir başka yolun ortasında kalıyordu, kaldırılmalıydı. Kaldırılamadı halk ayaklandı. Hatta bir de asılsız söylenti çıkardılar, güya dozer oraya yaklaşmış duvarlarını yıkmak için, kepçesi üç kez kırılmış. Sonunda Ethem Baba ortada kaldı, yeni bir türbe inşa edildi üstüne, yol Ethem Baba’nın iki yanından geçer oldu. Kendi ölüsünün nakline ses etmeyen cahil halk, Ethem denilen herifi iyice yüceltti, yarı peygamber etti.
Hep sordum bu Ethem Baba ne yapmış ne yazmış, diye yazdığı yok, yaptığı ise yalancı keramet (kerametlerin hepsi de yalandır, bu arada onu da belirteyim.) Ve sözü bağlarken sorayım: “Bu kafadaki bir halk ile demokrasi olur mu?”
“Şeyh’e hürmeten” 600 yıldır davul zurna çalınmayan köy
Haberi okuyalım önce:
Bursa’da bulunan bir köyde 600 yıldır davul çalınmıyor. Keles ilçesinin Dedeler köyü sakinleri tam 600 yıldır düğünlerde davul ve zurna çalmıyor.
1400’lü yıllarda Rumları irşad etmek maksadı ile bölgeye yerleştiği bilinen Şeyh Selahaddin Buhârî Hazretlerinin Dedeler köyünde türbesi bulunuyor. Dedeler sakinleri, Selahaddin Buhârî Hazretlerine hürmeten köylerinde 600 yıldır düğünlerde davul ve zurna çalmıyor.
Köyde müzikli düğün yapacak olanlar ise köyün dışında bulunan düğün salonunda eğlence yapıyor. Köy meydanındaki düğünler ise mevlitli ve dualı oluyor.
Türbedar İzzet Çile, “Bu mübarek zâtın buraya 1400 yıllarda geldiği rivâyet ediliyor. Buhâra’dan Horasan’a, oradan da Bursa’ya gelmiş. 600 yıldır bu köyde davul çalmak yasak. Köyümüzde düğünler mevlitli oluyor” dedi.
Köy sâkinleri ise, “Burada medfun bulunan zât Ertuğrul Gazi ile birlikte gelen şeyhlerden. Burada düğünler mevlitli yapılıyor. Düğünlerde kesinlikle davul ve zurna çalmıyoruz” şeklinde konuştu.[16]
İşte Türk’ün ahmakça din anlayışı… Gezin Arap illerini, 600 yıldır bir tarikat şeyhine saygı olsun diye, düğününde davul zurna çaldırmayan bir yer bulamazsınız. Ve 600 yıldır aykırı bir ses çıkmıyor. Yahu yok mu içinizde “Yetti be, kemikleri bile çürümeye yüz tutmuş bir adamın yüzünden ben düğünümde davul zurna niye çaldıramayacakmışım, ahan da çaldırıyorum!” diyecek bir aydınlık ve yiğit kafa…
Peygamber aleyhisselatu vesselam tarafından seçilmiş yeni Şeyh
“İsmailağa cemaatinde, kurucu Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ölümünün ardından yeni ‘şeyh’in Hasan Kılıç olduğu ilan edilmişti. Kılıç’ın ‘şeyh’liği, Mahmut Ustaosmanoğlu’nun AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı cenaze töreninde açıklanmıştı.
Mahmut Ustaosmanoğlu’nun torunlarından Abdulhalik Ustaosmanoğlu, yeni ‘şeyh’in nasıl seçildiğini anlatırken ilginç ifadeler kullandı. Cemaat bağlantılı Yavuz Sultan Selim Gençlik Derneği’nin başında bulunan Ustaosmanoğlu, dernekte konuyla ilgili yaptığı açıklamada, Hasan Kılıç’ı İslam Peygamberi Muhammed’in seçtiğini öne sürdü.
Derneğin Youtube kanalından yayımlanan konuşmasında Abdulhalik Ustaosmanoğlu, ‘Hasan efendi, Peygamber aleyhisselatu vesselam tarafından seçilmiştir. Fırsatı kaçırmamak lazım. Allah’ın velilerinden biridir. Efendi hazretlerimizin ‘Arkalardaydı, Allah onu öne çıkardı’ diye beyan buyurmuş oldukları bir zat-ı muhteremdir’ ifadelerini kullandı.”[17]
Eyi güzel de bu seçim nasıl olmuş acaba, Muhammed bu iradesini hangi yolla beyan buyurmuş? Hasan’ı seçtiğini kime demiş? Bunları demiyor…
Ve benim tek gördüğüm keramet, illüzyonist Zati Sungur’dan
İlkokul ikinci sınıftayım, babam Erzurum Aşkale’de görevli… Bir gece “Hadi seni Zati Sungur’a götüreyim” dedi. Gittik ilçenin en merkezi yerindeki subay gazinosuna (sivillere de serbestti ha).
Ve o ünlü sihirbaz, gecenin sonuna doğru akıl almaz bir şey yaptı, “Ben şimdi bu sahneden kaybolacağım, sonra salonun giriş kapısından girerken göreceksiniz beni” dedi. Dediğini de yaptı…
İşte bu benim 74 yıllık hayatımda gördüğüm tek mucize ve keramettir. O evliya denilen sahtekârlar buna göz boyama, sihirbazlık diyorlar. Bu şeyhlerin müritleri bunların kerametlerini anlatıyorlar ama gören yok, duyan çok. Görmeyip de duyanlar ise din sömürüsünün hedef kitlesi… Görmüş gibi inanıyorlar bunların çoğu.
Zati Sungur’un yaptıklarına illüzyon deniyor. Evet doğru… Doğru da biz gözümüzle görüyoruz, gözümüz aldansa da… Aklımızsa kabul etmiyor bunu, gerçeği araştır diyor. Şeyhlerin kerametleri ise hiç sorgulanmıyor akılları bloke olmuşlar kimselerce.
Oysa gerçek evliya/erenler; besteciler, şairler, roman ve öykücüler, ressamlar, yontucular, çizerler ve diğer sanatçılardır. Bilime inancı katmayan, bilime dinle yön vermeye kalkışmayın gerçek bilim insanlarıdırlar…
EVET TARİKAT, DÜŞÜNCEYE BARİKAT
Yazımın başlığı bu idi. Yukarıdaki örnekler bu savımı oldukça anlatıp kanıtladı sanırım, ne var ki daha da ayrıntılara gerek var bence. Hele onlara da bir bakalım:
Ne zaman ki aynı düşünürüz, tektipleşiriz, işte o zaman biteriz, batarız
Asıl adı Ali Ahmet Sait’tir “Adonis”in, 1930 Suriye doğumludur. Yazar, yayıncı, çevirmen, eleştirmendir… İslam’ı da iyi bilir, Müslümanların hâlini de, Batı kültürünü de, İslam kültürünü de, kültürü de. Yani bir şey diyorsa önemsemek gerek.
İşte bu Adonis’le Özdemir İnce bir söyleşi yapmış ve “Yedi Canlı Cumhuriyet” adlı kitabında yayımlamış. Bu söyleşinin en can alıcı bölümünü ise yazar dostumuz Halit Payza, Aydınlık Gazetesi kitap ekinde bu kitaba dair yazdığı yazısına aldı. O bölümü aktaralım:
İnce soruyor:
“Yani Müslümanlar İslami kültürden uzak mı yaşıyorlar?”
Yanıt:
“Sadece İslami kültürden değil, kültür denilen şeyden uzak yaşıyorlar. Dünyanın öteki kültürlerinden… Kur’an’ın yazdıklarından başka kültürleri yok. Kur’an yazmışsa evet, yazmamışsa hayır. Oysa yeryüzünde İslam’ın içermediği bir yığın gerçek, yanıtlayamadığı birçok soru var ve sorun var. 11 Eylül’den sonra milyarlarca dolarlık İslam sermayesi kendine yeni alan aramakta. Bu paranın herhangi bir İslam ülkesinde kültür ve sanat alanında herhangi bir yatırım yaptığına, katkıda bulunduğuna tanık oluyor muyuz? Hayır! İslam’ın sahip olduğu para da kültürsüz ve cahil bir para…”
Adonis genel olarak İslam Dünyası’nı söylüyor ama özelde bizim ülkemiz de bu duruma geldi son otuz yıllık toplumsal ve siyasal gelişme ve değişmelerle. Laiklik ve düşünce özgürlüğü kenara itilip her şeyin eksenine dinsel hüküm ne nasslar oturtulunca, iş yobazlık boyutlarına vardı bizde. Bir özdeyişimde demiştim ki: “Din devletinde laiklik yoktur ama laik devlette din vardır.” Bu gerçek unutturuldu, gözden kaçırıldı. Din devleti düşüncesi ülküselleştirildi ve her sorunun çözümü olarak anlatılıp belletildi.
Kim yaptı bütün bunları? Başrollerde elbette tarikat ve cemaatler var. Bunların bağlıların durumları şudur: Kendi sözünü Tanrı buyruğu, karşıdakilerin tümünün dediklerini batıl, fasafiso, boş sözler olarak gören bir koşullanmış güruh. Kendisi gibi düşünmeyeni, inanmayanı tehdit ve aşağılama… Neredeyse 50 sözcükle konuşan ve küfürsüz konuşamayan cehalet. Ve bu cehaletinin farkında olmayan, empati yapamayan, karşı tarafın ne dediğini bilmeyen, yazdıklarını okumayan ama yaftalayan, suçlayan, “racon kesen” bir söylem ve duruş. Ve sürüden biri olmak dışında herhangi bir kişilik özelliği olmayan otomatlar. Bunları ayırın o sürüden, hiçbir şeydirler…
Bu bizi nereye götürür, hiç düşünüyor muyuz? Böylesine düşünme özürlü, kışkırtılmaya ve kullanılmaya son derece uygun topluluklar belki bir süre siyasal oluşumların işine de yarayabilirler, ama uzun erimde o ünlü atasözümüzün hükmü geçerli olur, yani “Sivrilttiğiniz kazıklar size batar.”
“Hayasız görsel idrak”e karşı, Görmez’in hayası
“Görsel idrak” diyor Mehmet Görmez Efendi, yani “Görsel algı.”
Kim Mehmet Görmez? Tescilli bir dinbaz, Said Nursi övücüsü din profesörü, eski Diyanet İşleri Başkanı.
Peki görsel algı ile alıp veremeyeceği nedir? Şudur: Görsel algı, kendine çekiyormuş insanları, herkes orada görünmek istiyor, mesajını oradan vermek istiyormuş ve herkes oradan verilenlere eğilimli oluyormuş.
Evet büyük ölçüde doğru, biz de yakınıyoruz bu durumdan. Görmez Efendi bu saptamaları doğru yapıyor ya, çözümü yine dinsel, din dışında düşünemiyor. TV 5’deki programda önerdiği çözüm “haya” ve haya üzerine hadisler. Yani utanma duygusu ve eylemi. Yani ekranlara ve medyalara gönüllü olarak gözünü yummak, din dünyasında yaşamak.
Kendi medyaları da var bunların, fakat o “hayalı medyalarına” güvenemiyorlar. “Hayasız görsellikle” savaşım için, gelsin kısıt, yasak, örtme ve gizleme. 21’inci yüzyılın büyük iletişim devrimi ile baş edecekler bu yolla, sözüm ona. Olur, Taliban rejimi gibi bir rejim olursa belki olur o dediğiniz.
Dillerinden haya düşmeyenlerin penis duaları, mahkemelerin çifte standartları
Cübbeli Ahmet’i kim bilmez? Nakşilerin Halidi kolundan ve de İsmailağa Cemaatinden bir kanaat önderi. Öyle bir önder ki, Erzurum’a gidiyor sözgelimi, 10 bin kişi geliyor dinlemeye.
Cübbeli Ahmet’ten söz etmemin nedeni bir kitabı, o kitaptaki penis duası, bundan dolayı hakkında dava açılması, beraat etmesi ve benim bu konuyu, bir şiirimde dini değerleri alenen aşağıladığım gerekçesiyle yargılandığım İstanbul 2.Asliye Ceza Mahkemesine savunma gerekçesi olarak sunmamdır. Önce savunmamın o bölümünü okuyalım:
“Sayın Yargıç, suçlandığım TCK 216’ıncı maddesi 3.fıkrası, her yere çekilebilecek ifadeler içermekte ve subjektif bir özellik göstermektedir. Bu olgu, savcı ve hakimlerin birbirine son derece zıt yorumlar yapıp kararlar almalarına yol açabilmektedir. Bu dediklerimi bir olay ve kararla ayrıntılamak istiyorum: Kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca adıyla anılan dinsel kanaat önderi Ahmet Mahmut Ünlü, İsmailağa Cemaati’nin yayın organı Tuana Yayınları tarafından yayımlanan ‘Şifa Ayetleri-Her bir uzuv için okunması münasip olan ayetler’ isimli kitabında, insan bedenindeki her organı iyileştirmek için bir ayetin olduğunu ileri sürdü ve bu organlara -af buyrunuz- erkek cinsel organını da dâhil etti. Ahmet Mahmut Ünlü’nün bu kitabının ilgili bölümlerini ben eleştirmek ve afişe etmek amacıyla ‘Ehl-i İslam’dan Cinsel Fetvalar’ adlı kitabıma aldım. Kitabımın o bölümlerinden bazı satırları yine affınıza sığınarak okumak istiyorum:
‘Cübbeli Ahmet kitabında, erkek cinsel organına okunması gerektiğini ileri sürdüğü ayetlere de yer verdi. Cübbeli Ahmet, erkek cinsel organına okunacak ayetlerle ‘kişi ebediyen iktidarsızlık görmez ve çok güçlü olacağından dolayı ölünceye kadar hiçbir itirazla karşılaşmaz’ ifadelerine yer verdi.
Cübbeli Ahmet, ‘Erkeğin tenasül uzvu için okunacaklar’ için dört ayrı tertip olduğunu söyledi. Birinci tertip için ‘Bakara Suresi’nin iki yüz altmışıncı ayet-i kerimesinin bir kısmı bir miktar suya okunur, sudan biraz alınıp tenasül uzvuna serpilir ve suyun kalanı içilir’ diye yazan Cübbeli Ahmet kitabında ikinci, üçüncü ve dördüncü tertipler için şu satırları yazdı:
‘İkinci tertip: Tenasül uzvunun zayıflığının izalesi (giderilmesi) için el-Adiyat Suresi okunup uzva üflenir.
Üçüncü tertip: … İsm-i şerifi okunup uzva üflenir.
Dördüncü tertip: Sabah akşam şu yedi ism-i şerifi yüz kere okumaya devam eden kişi ebediyen iktidarsızlık görmez ve çok güçlü olacağından dolayı ölünceye kadar hiçbir itirazla karşılaşmaz, yani kimsenin itirazı onu aciz bırakamaz.’
Ahmet Mahmut Ünlü hakkında işte bu yazdıklarından dolayı, TCK 216/3 maddesi gerekçe gösterilerek ‘halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağıladığı’ iddiasıyla Bakırköy 2.Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı da ayetlerin cinsel organ yetersizlikleri için araç olarak kullanılmasının dinde yeri olmadığına dair görüş bildirdi mahkemeye. Gelgelelim mahkeme, ‘Yüklenen eylemin kanunda suç olarak tanımlanmamış olması nedeniyle’ beraat kararı verdi.
Elbette her karara saygılıyız ama tartışılması gerekli kararlar tartışılır ve savunma amacıyla da bu tartışmalardan yararlanılır, bunda bir sakınca yoktur. Kur’an ayetlerinin okunup erkek cinsel organına üflenmesi ile kimi cinsel zaaf ve yetersizliklerin giderilebileceğini yazmak ve yaymak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aykırı görüşüne rağmen, halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılama sayılmıyorsa ve ‘bu yüklenen eylem kanunda suç olarak tanımlanmamış’sa, e o zaman benim yazdığım bu davanın konusu olan şiir TCK 216/3’e göre asla suç olarak tanımlanamaz, tanımlanmamalıdır.”
Sen öyle san, sen Kemalist, Deist ve de Sosyalist bir adamsın, Cübbeli ise bir tarikat büyüğü, elbette o berat edecek, sense 7,5 ay hapis cezası ve bazı kamu haklarından yoksunluk cezası alacaksın.
O cezayı aldığım duruşmada esas hakkında mütalaaya karşı yaptığım savunmamdaki kimi ifadelerim, tarikat ve cemaat tehlikesinin hangi ölçülerde düşünceye barikat durumuna geldiğinin de çarpıcı kanıtlarıdır:
“Bir şeyi daha hatırlatmak isterim: TCK 216’ıncı madde 3’üncü fıkrasında ‘Halkın bir kesiminin inandığı dinî değer’ denmiyor, benimsediği ifadesi yer alıyor. Peki inanmakla benimsemek arasındaki fark nedir? TDK sözlüğünde ‘benimsemek’ şu şekilde anlamlandırılmış: ‘Bir şeyi kendine mal etmek, sahip çıkmak, kabullenmek, tesahup etmek.’ Bu anlamlandırma ile sözü edilen madde bağlamında şu yargıya varmak hiç de yanlış olmayacaktır: İnanmak değil benimsemek; yani sahiplenmek, kendine mal etmek önemlidir; inanmayan da benimseyebilir, hatta inananlardan çok daha fazla dindar ve dinbaz da gözükebilir.
Bu ‘gözükme’ benim bir kanaatim ve zannım değildir Sayın Yargıç, bir olgu, bir gerçekliktir. Ülkemizde dini sahiplenen yani benimseyen, din istismarından yarar ve çıkar sağlayan kesimler, yoğun ihbar ve şikâyetlerle bir tür ‘Boyun Eğdirme Hukuku’ oluşturmaya çalışmaktadırlar.
Anayasamızın 24’üncü maddesi, verilecek tüm kararlarda dikkate alındığı takdirde bu boyun eğdirme girişimlerine karşı bir set ve engeldir. Anayasanın 24’üncü maddesinin son fıkrasında ‘Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz’ denilmektedir.
Bir yanda açık bir anayasa hükmü, öte yanda düşüncesini yayın yoluyla açıklayanlara karşı dinî değerler bahane edilerek oluşturulmaya çalışılan ‘boyun eğdirme hukuku’ girişimleri ve verilen kararların hukuksallığının tartışılıyor olması… Bütün bu olgu ve gerçekler, resmî adı ‘Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu’ olan ‘Venedik Komisyonu’nun da dikkatini çekmiş, yargılanmakta olduğum TCK 216/3 maddesiyle ilgili ciddi uyarı ve tavsiyelerde bulunmuştur. Venedik Komisyonu, 15.03.2016 tarihli Raporunda, TCK 216/3 maddesinden açılan kamu davalarının sayısında artış yaşandığını, ‘aşağılama’ fiilinin ulusal yargı organlarınca geniş yorumlandığını, ulusal yasaların yalnızca kamu düzenini bilinçli ve ciddi biçimde bozan ve şiddete çağrı yapan veya dinsel nefreti yayan ifadeleri cezalandırması gerektiğini belirtmiştir. Komisyon, TCK m.216’nın tamamen gözden geçirilmesini ve suçların sınırlarının daha belirgin hale getirilmesini tavsiye etmiştir (CDL-AD(2016)002, § 42-48).
Hakkımda hüküm verilirken bu tavsiye ve yukarıya aldığım Anayasa’nın 24’üncü maddesinin son fıkrasının da dikkate alınması adaletin eksiksiz tecellisi açısından şart ve elzemdir bana göre.”
Evet düşünceye kurulan böyle bir barikata toslayan birisi olarak bunları da bu yazıya alma gereği duydum.
ÇÖZÜMLER: RAFİNE VE REFORME İSLAM YA DA İSLAMÎ PROTESTANLIK
Düşünceye kurulan barikat ve bu barikat arkasında büyüyen tarikat ve cemaatler… Saptamalarımızı ayrıntıladık, aslında çözüm; ödünsüz laiklik, özgür düşünce ve bilimselliktir. Ama bir de İslam dinini rafine ve reforme etme ya da “İslami Protestanlık” olgusu var, bunları dillendirelim bence. Önce ben yapayım bunu ve yazımı da onlarla bitireyim.
Şeyh Cemaleddin Efganî dinlenseydi
Ülkemizde kendilerini dinin sahibi sanan ve sayan bir zihniyet vardır öteden beri, bunların geleneğinde, sicilinde “En yüksek sanat erbabı peygamber, filozof, halife ve hukuk bilginleridir” diyen Şeyh Cemalettin Efganî’yi bile peygambere hakaretle suçlamak vardır.
Kimdir Şeyh Cemalettin Efgani? Büyük Türkçü bilim insanımız Yusuf Akçura “Türkçülüğün Tarihi” adlı eserinde onu şöyle tanıtıyor: “Şeyh Cemaleddin’e ‘büyük Müslüman’ veya ‘büyük doğulu’ deyip geçebiliriz. Bu büyük doğulunun faaliyet gayesi, hatta hayat gayesi, Doğu İslamiyet’inin gerileme ve çöküş sebepleriyle, bu çöküşün önünü alabilecek çareleri aramak, bulmak ve uygulamaya çalışmaktı”
Efgani’nin bu gayesini İstiklal Marşı şairimiz İslamcı Mehmet Âkif anlamış, ondan ve onun öğrencisi Mısırlı Muhammed Abduh’tan etkilenmiş, ünlü Türkçü şairimiz Mehmet Emin Yurdakul da anlamış ve bu şeyhe mürit olmuş. Ama Osmanlı döneminin üniversitesi olan Darülfünun-i Osmani, “Sen nasıl peygambere sanatkâr dersin, sen nasıl peygamberi; filozof, halife ve hukuk bilginleri ile eş tutarsın?” diyerek, Şeyh Cemalettin Efgani’yi peygambere hakaretle suçlamış ve konferanslarını yasaklamıştır. Bu olay 1870’de olmuş, Efgani, Osmanlı ülkesini terk etmiş.
Şeyh Bedrettin ve Şeyh Cemaleddin… Böyle aykırı şeyhler çıkmalı… Çıkarsa skolastik ve klerikal[18] düşünce zayıflar, marjinalleşir.
Ahundov’un kaleminden Deylemi hükümdarı Ala-Zikrihi’l Selem’in büyük reformu
“İslam dini, ona mensup insanlar, bilimlerin yardımıyla dinin özünü iyice kavrayacak ve dinin ne olduğunu, onda hangi zorunlu koşulların bulunması ve onun ne şekilde olması gerektiğini anlayacak duruma geldiklerinde ancak, belki sağlam ve uzun ömürlü olabilecektir. O halde İslamiyet’te değişiklik ve reform yapılacak, kolay ibadet biçimleri, halkın haklarına ilişkin bazı kararlar zorunlu değişiklikler yapılarak korunacak, İslam’da ölüm ve vücudu sakat bırakacak cezalar ile genel olarak Allah için yapılan bütün ağır ibadet biçimleri kaldırılacak ve tıpkı Avrupa ve Amerika Protestanları gibi diğer uluslardan ayırt etmek için Müslümanlar ‘İslam Protestanları’ olarak adlandırılacaklar.
Tam da bundan altı yüz küsur yıl önce, İran’n Deylem Bölgesi’ndeki İsmaili’lerin Ala-zikrihi’l Selem[19] lakabıyla ünlü, Hasan İbn Muhammed Buzurg Ummid adındaki hükümdarın oğlu, zaman gelip de olgunluk yaşına basınca, felsefe öğrenimine merak sardı ve dönemin bilgeleriyle düşün adamlarını çevresine topladı. Bıkmadan usanmadan o günün bilimlerinin öğrenimiyle ilgilenmeye başladı ve sonunda, düşünce ve dinsel görüşlerde öylesine bir mükemmelliğe ulaştı ki bu alanda bütün Müslüman çağdaşlarını geride bıraktı ve kitaplar yazmaya, kendi yurttaşlarının yararı için düşüncelerini açıklamaya başlayarak İslam’da Protestanlığın temelini attı.
Diğer komşu Müslüman devletlerdeki fanatik halkların, onun takdir edilecek girişimlerine karşı acımasızlık düzeyinde tahammülsüzlük göstermesine karşın yaptı bunu.
Ala-zikrihi’l Selem’in İslam’da reforma yönelik coşkulu arzusu, babası daha hayattayken başladı. Oğluna büyük bir öfke duyan ve ona karşı korkunç bir sertlik gösteren, onu veliahtlık hakkından yoksun bırakan Buzurg Ummid, son derece basit ve cahil bir İranlıydı; oğlunun düşünce ve görüşleri onu dehşete düşürmüştü. Başkent Alamut’ta halk meclislerinin toplanması için krallığın dört bir yanına fermanlar yolladı, toplanan meclislerin önünde oğlunun bütün görüşlerinin karşısında olduğunu duyurdu. Daha sonra genç Ala-zikrihi’l Selem’in düşüncelerini paylaşan uyruğundaki kişilere karşı çok sert tutum aldı: Oğlunun bu yandaşlarının bir kısmını öldürttü, bir kısmını da krallığından sınır dışı etti. Ala-zikrihi’l Selem, ciddi biçimde korktu. Kendi dost çevresinde felsefi söylemlerini sürdürmeyi kesmekle kalmadı, düşünce tarzını da büsbütün değiştirdi, risaleler yazmaya ve takıyede bulunarak babasının mensup olduğu İslam dininin gerçekliğini çeşitli kanıtlarla pekiştirmeye başladı ve böyle bir yaşam tarzı sürdü, sonunda babasının lütfunu yeniden kazanmayı başardı.
Buzurg Ummid’in oğluna duyduğu öfke büsbütün yatıştı ve saflığından oğlu Ala-zikrihi’l Selem’in sözde temiz bir kalple gerçeğe yöneldiğine, ona göre yola geldiğine inandı. Bunun üzerine, oğlunu velihatlık hakkından yoksun bıraktığı önceki emrini geçersiz kıldığına ilişkin dört bir yana fermanlar göndererek bu hakkı yeniden ona verdi.
Buzurg Ummid, ölür ölmez Ala-zikrihi’l Selem tahta çıktı, kendini hükümdar ve halkın imamı ilan etti Hicri 559 (1142) yılında başkent Alamut’ta hükümdarlığının bütün asilzadelerini ve halk meclislerini topladı. Alamut’un bayram meydanının güney tarafına, açık havaya bir kürsü kurulmasını ve kürsünün çevresine de kırmızı, yeşil, sarı ve beyaz renkte olmak üzere dört büyük bayrak asılmasını emretti; bu, Ramazan ayının 17’sinde oldu.
Sonra Ala-zikrihi’l Selem kürsüye çıktı, kalabalığa önce güzel bir konuşma yaptı, sonra şu açıklamalarda bulundu: ‘Ey benim sadık halkım! İçinde bulunduğumuz dönemde sizin imamınız olduğumu bilin. Size neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu, mutluluğunuzun nerede yattığını, sizin için neyin yanlış düşünce olduğunu, aklın sesine kulak vererek size söylemekle kendimi yükümlü sayıyorum. Bilin ki evren öncesiz ve sonrasız olarak vardır. Zaman sonrasızdır, aynı şekilde uzay da sonsuz ve sınırsızdır, her ikisinin de ne başlangıcı ne sonu vardır. Cennet ve cehennem insan hayalinin uydurmasıdır. Her insanın ölümü onun kıyameti sayılır. Her akıllı insanın, kutsal bir armağan olan aklın sesine kulak vererek erdemli, hayırlı ve zararsız olması gerekir. Böyle bir insan gerçeğin yolunda sayılır. Allah’ın hukukuna ilişkin üzerinizdeki bütün şeriat yükümlülüklerini bugün kaldırıyorum. Bugünden sonra her türlü oruç, dualar, hayali kutsal yerleri ziyaret (hac) ve genel olarak şeriatta özellikle Allah’ın yararına konulmuş bütün yasak ve emirler konusunda özgürsünüz. Bugünden sonra sadece erdemli bir yaşam sürün; emeğinizi bilim ve düşünce alanlarında harcayın, yaşamın sunduğu armağanların tadını çıkarın. Zenginlik, para kazanın, kendinizi anlamsız ve çirkin boş inançlarla zincirlemeyin; dünyadaki bilimlerle, bilgilerle, sanatlarla, iyi ve ahlaklı işlerle, genel olarak her türlü yürekli davranışlarla halkların düşünsel olarak yükselmesine çalışın.
Ey benim sadık halkım! Kadınların kapatılmasının, insan soyunun bu yarısına yaklaşımda çok büyük bir zorbalık sayılması dışında, erkekler için de hiçbir yararının olmadığını bilin. Bugünden sonra kadınları kapatmayın, onlara eğitim verin, okuma-yazma öğretin, onları ezmeyin. Ben nasıl tek kadınla evliysem, siz de birden fazla kadın almayın. Bundan böyle sizden her kim küçük erkek çocuğunun okuma-yazması konusunda gösterdiği duyarlığı, kız çocuğunun okuma-yazması konusunda göstermezse, varlıklı olsun yoksul olsun, her kim birden fazla kadın alırsa, onu korkunç şekilde cezalandıracağım.’
Bu vaazdan sonra Ala-zikrihi’l Selem kürsüden inip oturdu, yiyecek bir şeyler istedi ve topluluğun önünde ilk o bozdu orucunu, bütün meclis de onu örnek aldı. Bu büyük olayın yaşandığı büyük gün, İsmailîler için her yıl görkemli şölenler düzenledikleri ve büyük sevinç ve törenle kutladıkları, belleklerde yer eden bir bayram olarak gelenek halini aldı.
İsmailî mezhebine mensup şairler, bu büyük olayın anısına ve Ala-zikrihi’l Selem’in benzersiz kahramanlığını övmeye yönelik, beş tanesini günümüze kadar gelmiş çok güzel kasideler, methiyeler yazdılar:
1-Çağının gururu Ala-zikrihi’l Selem, Allah’ın yardımıyla şeriat zincirlerini üstünden attı.
2-Kadının gizlenip örtünmesine ilişkin Kur’an ayetini geçersiz kıldı, Allah’ın rızasını, yüksek ve aşağı sınıfların onayını hak etti.
3-Ey halkım o dedi ki ‘Her erkeğe bir kadın yeter, birden fazla kadın yasaklanıyor.
4-Güneş ışınlarını tüm dünyaya saçtıkça, ay gök mavisi ufuk için bir süs oldukça.
5-İnsanlık bu erdemli padişahı gece gündüz iyilikle anımsadıkça…
İran’da reform ilan edildiği ertesi gün, Ala-zikrihi’l Selem sabah onda, Deylem şahlarının soyundan bir prenses olan eşi büyük Melike Durretud Tac’ın elinden tutarak sarayın kadınlar bölümünden çıktı; büyük Melike de Alamut gezinti yerinde bilge ve dâhi kocasıyla birlikte yüzü açık ve yaya olarak gezintiye çıkmayı buyurdu, gezinti sonrası saraya döndü. Ondan sonraki günlerde hava uygun olduğunda Ala-zikrihi’l Selem karısıyla yaptığı gezintileri sürdürdü. Alamut’un bütün soylu kişileri, orada yaşayan tüm halk, kadınların özgürlüğü konuşunsa onu örnek aldılar.
Diğer komşu hükümdarlıkların Müslümanları, Ala-zikrihi’l Selem’i yaptığı reformlardan ötürü tekdir etmeye, ona Allahsız ve dinsiz demelerine karşın, onlardan hiç kimse ona sefih, ahlaksız, gaddar ve zorba demeye cüret edemediğine ilişkin bir söylence var. Çünkü Ala-zikrihi’l Selem namuslu bir adamdı: Hiç şarap içmedi, zina yapmadı, hiç kimseyi incitmedi ve ezmedi, hiç kimseyi öldürmedi, hiç kimseye işkence yapılması için emir vermedi. Hep halkının huzur ve refah içinde yaşaması için çabaladı; bilim insanları, bilge ve kendini yetiştirmiş kişilerle sürekli diyalog içinde oldu, bilimleri gelişmesine, gençliğin eğitimine her zaman ayrı bir önem verdi. İranlı tarihçiler, Ala-zikrihi’l Selem’in soylu çabasını anlamadan, düşmanlık duyguları içinde ondan söz etmelerine karşın, özellikle bu iyi kişilik özelliği ve takdir edilecek ahlakıyla, Alamut meydanında herkesin önünde kendini dönemin imamı, halkın yol göstericisi ve bütün erdemli insanların başı olarak adlandırmaya hakkı olduğunu ifade ediyorlar. Ey Ala-zikrihi’l Selem! Şan ve şeref sana ki, hicri tarih boyunca Müslüman halklar arasında, enin gibi halkını uygarlık yoluna yönlendiren, onu cehaletten, boş inançlardan ve beladan kurtaran akıllı, bilge, enerji dolu, becerikli ve ahlaklı bir tek hükümdar çıkmadı.
Halk senin amacını ve yapmak istediklerini anlasaydı, Avrupalı reformcular bugün senin taklitçin sayılırlardı, çünkü sen Avrupalıların engizisyon ateşinde kavruldukları bir dönemde reform yapmaya giriştin.
Ala-zikrihi’l Selem’in akla dayanan hükümdarlığının üzerinden birkaç yıl geçmişti. Onun yaptığı reform, Deylem hükümdarlığının her bölgesinde halktan kabul görüyor ve onun halkı reformun olumlu sonucunu günden güne hissediyordu. Ama ne yazık ki tarihte Namiver (soylu) diye bilinen kayınbiraderi Prens Hasan, Selçukluların ya da Buidlerin kışkırtmasıyla, göğsüne vurduğu bir hançer darbesiyle Ala-zikrihi’l Selem’i öldürdü ve Müslüman halkların, özellikle de İran halkının çırasını söndürdü.[20]
Ala-zikrihi’l Selem’in ölümünden sonra ona uygun olarak yetişmiş oğlu ve halefi Muhammed, olabildiği ölçüde babasının reformlarını sürdürdü, ama Muhammed’in ölümünden sonra, tarihteki lakabı ‘Nov Musulman’ yani ‘Yeni Müslüman’ olan oğlu Celaleddin Hasan, dedeleri tarafından gerçekleştirilen reformun halk tarafından onaylanmadığını, hükümdarlığına karşı cahil komşularının, özellikle de Abbasi halifelerinin ve diğer Müslüman kralların ve yöneticilerin düşmanlık besleyerek dört bir yandan ayaklandıklarını gördü. Bu komşuları İsmailileri, Allahsız ve dinsiz sayarak tekdir etmeye ve lanetlemeye başladılar. Onlara karşı düşmanca eylemlere başladılar. İsmaililer tekrar gericileşmek yolunu tuttular, reform hareketinden önce Deylem İsmailileri arasında var olan bütün eski ayin biçimlerini uygulamaya başladılar, dini yapılanmaları yeniden oluşturarak, kendileriyle birlikte Rudbar ve Kuhistan halklarını da cehalet uçurumuna sürüklediler.
Yazık, Ala-zikrihi’l Selem’in o dönemde el yazması olarak var olan yapıtları, zamanın cahil Müslümanları tarafından yok edildi.
Hindistan’da yaşayan Çarvaklar genel olarak dinsel inanışlara ilişkin çok sert şeyler söyleseler de, Ala-zikrihi’l Selem’in din anlayışı ile bu halkın din anlayışı arasında bazı benzerlikler var.”[21]
Yukarıya aldığım satırları bize Azerbaycan’ın ve Türk Dünyasının büyük aydını Mirze Fetali Ahundov naklediyor. Ahundov 1812-1878 yılları arasında yaşadı. Çağdaş Azerbaycan Edebiyatının ilk öncüsüdür o. Ahundzade, Türk-İslam dünyasının ilk tiyatro okulunu Azerbaycan’da kuran önemli bir aydındır. Azerbaycanlı edebiyat araştırmacısı Hüseyin Baykara, Ahundzade’nin “19. yüzyılın Azerbaycan medeniyetine bahşettiği en büyük kişilik” olduğunu belirtiyor.
Mehmet Emin Resulzade’nin saptamaları da aynı koşutlukta: “Klasik edebiyatımız için Fuzuli ne ise, çağdaş edebiyatımız için de Mirze Fethali odur. Müslüman dünyasının bu ilk dram yazarına Avrupalı tenkitçiler ‘Şarkın Molyeri’, Ruslar da ‘Gogol’u diyorlar. Mirze Fethali’nin piyesleri sade halk dilinde yazılmıştır. Bu piyeslerde karakterler hayatın içinden alınmıştır. Burada ortaçağ feodal cemiyetinin çürümesi, adetlerin geriliği, alim görünenlerin safsatacılığı, kara cehaletin mevhumat ve taassup ile bağdaş olması canlı şekilde tasvir ve amansızca tenkid edilir”.
Ahundzade. 6 adet komedi yazmıştır, oyunları; İngilizce, Rusça, Almanca, Gürcüce, Ermenice, Farsça ve Fransızca’ya çevrilmiştir.
Ahundzade, 1857 yılında o zamanlar kullanılmakta olan Arap ABC’sinde kimi düzenlemeler yaparak daha kolay okunabilir bir duruma getirirse de, bu çalışma sırasında Türkçe’ye en uygun ABC’nin Latin ABC’si olduğunun farkına varır. Buna ilişkin bir taslak düzenler ve 1863 yılında İstanbul’a gelerek taslağını, ilericiliği ile tanınmış Fuat Paşa’ya yapıtları ile birlikte sunar. Yazık ki, Türk Dünyasının gerilikten kurtaracak bu öneri Osmanlılarca geri çevrilmiştir.
Militan bir ateist olan Ahundzade’nin din konusunda son derece cesur çıkışları olmuştur. O, dindar insanın bilim adamı ya da filozof olamayacağını söyler. Bütün dinleri birer masal ve uydurma olarak görür. Din’in her türlü özgürlüğe düşman olduğunu belirtir ve “Tanrı’dan nefret ediyorum” der. Evren, Ahundov’a göre tek temeldir, doğa küçük madde parçacıklarından (atomlardan) oluşmaktadır. Bu atomların sayısı sonsuzdur. Evren’in bir yaratıcıya ihtiyacı yoktur. Bilim, akıl ve duygular maddenin ürünüdür.
1800’lü yıllarda İslam Dünyasında bunları söyleyebilmek bilgi ve yürek isterdi.
[1] Müritleri oy desteğine yöneltme numaralarına bir örnek verelim: Nurcuların liderlerinden Kırkıncı Hoca, 1969 seçimleri öncesi Erzurum’da toplar risale-i nur şakirtlerini, diyecek ki Adalet Partisi’ne oy verin, ama öyle yekten de denmez ki usulünce işaret etmeli. Bakalım nasıl etmiş: “Muhteremler, geçenlerde Ziraat Fakültesine gittim, bizim imanlı profesörler, o mikroskop denilen, gözün göremediği hayvanatı gösteren cihazı önüme koyup dediler ki, ‘hocam, buyrun at’ın hücrelerine bakalım’, muhteremler gözümü uydurup baktım ki, ne bakayım, atlar o yana koşuyor, bu yana koşuyor, sanki Sultan Aziz’in tavlasıdır, hikmet-i hüda, ekserisi de kırat…”
Ekserisi kıratsa, oylar da kırata, lafın tamamı da eşeğe…
[2] Cazim Gürbüz-İslam’dan Deizme/Berfin Yayınları
[3] Muzaffer İlhan Erdost-Şiirin U Dönüşü/Onur Yayınları
[4] “yellenme” ifademi kimse başka yere çekip hakaret olarak nitelemesin, algılamasın, yellenmeye dair hadisler var. İşte onlardan ikisi:
“Biriniz karnında bir şey hisseder de ondan bir şey çıkıp çıkmadığını kestiremezse ses işitmedikçe veya koku duymadıkça mescitten/namazdan çıkmasın.” (Müslim, Hayz, 99 (362). Ayrıca bkz: Buharî, Vudû, 4, 36)
“Sizden biri namaz kıldığında eksik mi yoksa fazla mı kıldığında tereddüt ederse oturduğu yerden iki defa secde yapsın. Şeytan kendisine gelip de ‘abdestini bozdun’ (vesvesesini verdiği zaman) zaman, burnuyla bir koku veya kulağıyla bir ses duymadıkça (içinden) “sen yalan söyledin” desin.” (Ebû Dâvûd, Salât, 191-192)
[5] Rusça kâfir demek.
[6] Elmi (Bilimsel Ateizm)-Azerbaycan Bakû 1981 Maarif Neşriyatı/Türkiye Türkçesine çeviri Cazim Gürbüz/Berfin Yayınları
[7] Fideizmi, Deizm ile karıştırmayalım. Deizmin ne olduğunu, İslam’dan Deizme adlı kitabımdan alıntılayarak buraya yazayım:
-Deizm, insanla Tanrı arasına konulan/sokuşturulan aracıları ve aracı kurumları aradan çıkarıp, insanı akıl yoluyla Tanrı’yla buluşturmaktır.
-Deist; yakıştırmalarla, anlam yüklemelerle, kendini kandırmalarla din’in altını besleyip duranlara sorular sorandır, sorularıyla onları bunaltandır.
-Deistlerin kutsal kitabı yoktur; sanatsal, bilimsel, edebi değeri olan tüm kitapları kutsarlar, önemserler, özümserler, yazarlarını Yalvaç olarak görürler. Bu anlamda deizm; insanların din’e değil; sorgulayan bir akla, bilime, sanat, edebiyata gereksinimi olduğuna inanır. Bu inanıştır insanı çoğaltacak, geliştirecek, yüceltecek, tekrardan ve kısır döngüden kurtaracak olan.
-Deizme göre Tanrı vahiy göndermez.
-Deizm de peygamberlere inanılmaz, Tanrı ile insan arasına başka hiçbir düşünce giremez.
-Kutsal Kitaplar Tanrı’nın sözü olarak kabul edilmez Deizm’de. Deizme göre elçi olduğunu iddia edenlerin “Vahiy geldi” diyerek var ettiği kitaplar Tanrı’dan gelmiş olamaz.
-Deistler vahiyleri ve vizyonları reddederler. Hayatlarında insan uydurması mucizelere ve kehanetlere yer yoktur.
-Deizm’de şeytan, cehennem gibi öğeler yoktur.
-Deizm’in rahip, haham, imam gibi din adamlarına ihtiyacı yoktur. Bir bireyin istediği tek şey kendi sağduyu ve insanlık durumunu düşünme kabiliyetidir.
[8] Faik Bulut-Ordu ve Din/Berfin Yayınları
[9] Selami Türkmen-Erzurum’un Gönül Sultanları
[10] Balkan Harbi 1912 yılında yapılmadı mı? Hani top güllerini tutmuştu da yıllar sonra bir albay gelip onu bulmuştu?
[11] Selami Türkmen-Erzurum’un Gönül Sultanları
[12] Sarıkamış’ta Köy Gezileri
[13] http://gencsofiler.blogcu.com/seyda-hazretlerinin-menkibe-ve-kerametleri/5551753
[14] Said Nursi- Tarihçe-i Hayat, s.42
[15] http://m.harunyahya.org/tr/works/25348/Hz-Mehdi-(as)-Hakkinda-Bilgiler/chapter/8012/Bediuzzaman-Said-Nursi-Hazretlerinin-bazi-kerametleri
[16] https://www.tv100.com/bu-koyde-600-yildir-davul-zurna-calmak-yasak-haber-485760?fbclid=IwAR0FCBy4dCFrmkozPSdsKgpuLcRJy9H1b1_VRrKYtnJ2Le0DARghXl5dpXc
[17] https://haber.sol.org.tr/haber/yeni-seyhi-boyle-anlatti-peygamber-aleyhisselatu-vesselam-tarafindan-secilmistir-343583
[18] Skolastik düşünce; dar düşünce, kalıp düşünce, din’in her şeyi eksiksiz söylediğini, ona bağlanmak ve kayıtsız koşulsuz uymak gerektiğini savunan ve dayatılan düşüncedir. Avrupa bu düşünceyi ortaçağda yaşadı acı deneyler ve anılarla, sonra büyük bedeller ödenerek bu düşünce aşıldı. Peki ya bizde? Bugün Türkiye’de skolastik düşünce yok, egemen değil diyebilir misiniz?
Peki klerikalist kafalılar ve teokrasi özlemcileri yok mu? Var. Klerikalizm, din ya da din kurumlarının her alanda baskın olması gerektiğini savunan düşünce akımıdır. Teokratik devlet, din devleti demektir.
Cumhuriyet öncelikle Teokrasi ve klerikalizmden, skolastik anlayıştan kurtulmak demektir.
[19] “Selam olsun onun kutsal anısına” anlamına geliyor.
[20] Hasan Namiver, bağnaz birisi, Ala-zikrihi’l Selem’in, kızkardeşini erkeklerin içinde yüzü açık dolaştırmasını içine sindiremediği için ve aile şerefini korumak için bu cinayeti işlediği bilinmektedir.
[21] Mirze Fetali Ahundov-Kemaliddövle Mektupları