Devletin Köye Yönelişi
Modern kamu hizmeti anlayışı, 18. yüzyıl sonlarında oluşan ulus devletin eseridir. Fransız devriminin getirdiği İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, sınıfsal konumu, cinsiyeti, inancı ne olursa olsun, haklar yönünden herkesin eşit olduğunu kabul ediyordu. İnsanlığın yaklaşık iki yüz elli yıldır verdiği bu özgürlükler mücadelesi, bugün devleti vatandaşına hizmet veren bir sosyal devlet haline getirdi.
Bu süreç içerisinde eğitimin kamusal bir hizmet haline gelmesinin özel nedenleri vardır. Çünkü eğitim, temel bir insan hakkı olduğu kadar, toplumsal değişmenin de önemli bir itici gücüdür. Burjuva devrimlerinin getirdiği yeni devlet (ulus devlet), toplumu teokrasiden laik düzene doğru evrimleştirmek zorundaydı. Böyle olunca toplumu hızla dönüştürecek yeni bir eğitim sistemi gerekiyordu. Hatta eğitimin dönüştürme işlevi, kişilere hak sağlamaktan önce geliyordu.

Tanzimat’ın Osmanlı aydınının, bürokratının birinci hedefi kumusal hakları sağlamak değil, toplumu değiştirip çağa yetiştirmekti. Bunun için eğitim önemli bir araçtı. Ne ki, on binlerce köye okul açmak, buralara öğretmen göndermek kolay değildi. Üstelik ardı arkası kesilmeyen savaşlarda verilen can ve mal kaybı buna olanak tanımıyordu. Köye ancak vergi ve asker toplamak için gidiliyordu.
I.Meşrutiyetin 1876 Anayasası, kamusal hak getirmese de özgürlük kavramına yer vermişti. 1877’de oluşan ilk parlamentoda, köylülerin perişan durumuna, onlara eğitim dahil bazı haklar sağlanması konusuna değinen milletvekilleri olmuştu. Ne ki, bu parlamentonun ömrü bir yıl bile sürmedi, II. Abdülhahamit tarafından dağıtıldı. Sonuçta birçok yurtsever devlet adamı, aydın ülkeyi terketmek ya da hapse girmek, canını vermek zorunda kalmıştı.
Özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganlarıyla gelen II. Meşrutiyet dönemi, çağdaş kamu hizmeti kavramında azımsanmayacak bir birikime sahipti. Bu dönemde de eğitimden beklenen, kişinin geliştirilmesinden çok, toplumun değişimine katkı idi. Konuya bu öncelikle de yaklaşılsa, eğitimin hak sonucu vermesi kaçınılmazdı. Çünkü eğitim, hem beceri kazandırma, hem insan aklını özgürleştirme işlevi olan bir kamusal hizmetti.
II. Meşrutiyet dönemi eğitim tartışmalarının içinde köyde eğitim konusu da vardı. Örneğin, 1910’da Kütahya, 1913’te Aydın il özel idareleri “Köy Öğretmeni” yetiştirme konusunda kararlar almışlardır. Bunların gerçekleştiğine dair elimizde bilgi yok. 1914 yılında Mabusan Meclisi (Millet Meclisi)’nde bir konuşma yapan eğitimci milletvekili İsmail Mahir Efendi’nin önerileri, o zaman gerçekleşmese de Köy Enstitülerine varan yolu aydınlatmıştır. Mahir Efendi’ye göre; ülkedeki yetmiş sancak merkezinde birer kız, birer erkek öğretmen okulu açılmalı, buralara her köyden birer kız birer erkek çocuk alınmalı ve bunlar köy koşullarına göre yetiştirilmelidir. Bu çocuklar öğrenimlerini taamlayıncaya kadar (sekiz yıl) köylüler de okullarını ve öğretmen evlerini yapmış olmalıdır. Öğretmenlerin geçimine ve okulların giderlerine kaynak sağlamak üzere okullara hazine arazisinden yeteri kadar toprak (maarif tarlası) verilmelidir.
Mahir Efendi’nin ve çağdaşlarının bu konudaki önerileri, dağılmakta olan İmparatorlukta gerçekleşemezdi.

Milli Mücadele ve “Memleketin Efendisi”
Bilindiği gibi, Milli Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal, çağdaşı paşalara göre yoksul bir kökenden gelmiş, devletin olanaklarıyla yatılı okumuş ve geçmişini hiç unutmamıştır. Yaşadığı yirmi yıllık savaş ortamında hep köylü Mehmetçik’le birlikte olmuştur. O ayrıca bu süre içinde Trakya, Anadolu, Mezopotamya, Arap çöllerindeki köylülerin sefaletini yakından görmüştür. Onun çiftçilik hakkındaki bilgisi okullarda çocuklara anlatıldığı gibi çocukluğunda karga kovalamasından kalma değil, yaşadığı bu gerçeklerdendi.
Mustafa Kemal’in kurduğu devlet, Anadolu köylüsüne sacede savaş vergisi nedeniyle değil, cephedeki fedakârlıklarından, öksüz kalmış çocuklarından dolayı da borçludur. Devlet köylüye o kadar borçludur ki; bunu ancak ona yeterince toprak, iş, bilgi ve eğitim vererek ödeyebilirdi. Onun, Büyük Taarruz’un hazırlıkları sürerken; TBMM’de 1 Mart 1922 günü söylediği şu sözler, hangi duyarlı insanın yüreğini titretmez ki?
Bu yurdun hakiki sahibi, efendisi, milletimizin büyük çoğunluğunu oluşuran köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bundan ötürü bir yandan bilgisizliği gidermeye çalışırken, öte yandan da onları toplumsal ve ekonomik alanlarda etkin ve üretken kılmak için gerekli olan bilgileri uygulatarak öğretme yaklaşımı ulusal eğitimimizin temelini oluşturmalıdır.
Yedi asırdan beri cihanın dört köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı diyarlarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna makabil daima tahkir ve tezlil ile mukabele ettiğimiz [aşığılayarak davrandığımız] ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı nankörlük, küstahlık ve cebbarlıkla [zorbalıkla] uşak menzilesine [durumuna] indirmek istediğimiz bu asil sahibin huzurunda bugün ihtiramla [saygı ile] hakiki vaziyetimizi alalım.
Büyük Önder, bu sözleriyle yeni devletin köye yönelik toplumsal, ekonomik ve kültürel politikalarının esaslarını da belirlemiş oluyordu. Yaklaşık bir yıl sonra, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde İzmir’de toplanan İktisat Kongresi bu doğrultuda kararlar almış, yasama ve yürütme organları da gerekli adımları atmaya başlamıştır. Örneğin, İktisat Kongresi’nin eğitimle ilgili kararları arasında şunlar yer alıyordu:
- Köylülere ve çiftçilere pratik tarım bilgileri kazandıracak elkitaplarının ücretsiz verilmesi,
- İlk ve ortaöğretim öğrencilerine tarım ve zanaatların pratik olarak öğretilmesi,
- Tarım bilgisi veren yatılı bölge okulları açılması,
- Uygun yerlerde çiftlik biçiminde örnek tarım okulları açılması,
- Anadolu’da bir yüksek tarım okulu açılması,
- Köy ilkokullarının beş dönümlük bahçesi, kümesi, ahırı, arılığı ve hayvanları bulunması,
- Yurtiçinde ve yurtdışında öğrenim görenlere birer yıl köy öğretmenliği yapma yükümlülüğü konulması,
- Askerlere tarım bilgisi verilmesi,
- Halka öğretici filmler gösteren gezici tarım okulları açılması.
Bunların çoğu gerçekleştirilmiştir.
Köye Öğretmen Yetiştirme
Türk eğitimcileri, 1848’den beri varlığını sürdüren okullarının köye göre öğretmen yetiştiremeyeceğini anlamakta gecikmediler. Biraz önce İmparatorluk dönemi için değinilen örnekler bunu açıkça ortaya koyuyor. Sorun, sadece nicel bir sorun değildi. Cumhuriyetin yeni öğretmen yetiştirme politikası, hem irili ufaklı 40 bin köyden, okulsuz öğretmensiz 35 binine acilen yeter sayıda öğretmen yetiştirmeyi, hem de yetiştirilen öğretmenlere köye uyum yapacak ve köy yaşamını derinden etkileyecek nitelikler kazandırmayı hedefleyecekti. Bu konudaki tartışmalardan, yeni tip “köy öğretmen okulu” modeline ulaşıldı. 1926’da Kayseri-Zincidere’de, 1927’de Denizli’de Köy Muallim Mektepleri’nin açılışı bu yolda önemli adımlardı. Ne ki, o zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati ile birkaç eğitimci dışındaki bakanlık bürokrasisi ayrı tip köy öğretmen okulu yaklaşımı benimseyemedi. Bu deneme, Mustafa Necati’nin ölümüyle (1 Ocak 1929) söndü ve bu okullar 1932 ve 1933 yıllarında kapandı. Üstelik bu olumsuz karar “Köycü” olarak bilinen Bakan Dr. Reşit Galip zamanında alındı.

Atatürk’ün yönlendirdiği CHP, kuruluşundan beri köye yönelik siyasalarda kararlı idi. Ancak, işin nicel ve nitel boyutları ürkütücü idi. Bir yandan partinin 1931 ve 1935 kurultayları, diğer yandan Halkevleri, köycülüğü gündemde tutuyordu. 1935’e kadar birçok orta tarım okulu, Ankara’da da Yüksek Ziraat Enstitüsü açılmış, örnek devlet üretme çiftlikleri kurulmuştu. Bu birikimin özellikle küçük çiftçiye ve yoksul köylüye aktarılması gerekiyordu. Üstelik yoksul köylünün toprak ve iş edinme, sağlık gibi başka önemli sorunları da vardı. Köyler için yeni kurulacak eğitim kurumlarının, köy yaşamını toplumsal, ekonomik, kültürel, teknolojik, sağlık koruma yönlerinden de kavranması, köylerde görev yapacak öğretmen ve diğer elemanların buna göre yetiştirilmesi gerekiyordu.
Öncelikle bu çok yönlü, ağır ve karmaşık sorunu çözecek kadronun oluşturulması şarttı. Çünkü bürokratik alışkanlıklar yüzünden birçok deneme, emek ve para boşa gitmişti. Yeni Türk eğitimcisi alana, köylere gidebilmeli, sorunları yerinde görmeli, çözümü masa başında değil, orada aramalıydı.
Bunu yapacak eğitimci kadro, yine Atatürk’ün ipi çekmesiyle oluştu.
Atatürk, 1935 yılında Milli Mücadele’deki kurmaylarından Saffet Arıkan’ı Milli Eğitim Bakanlığına getirdi. Arıkan, askerlikten gelen eylem adamlığı yanında, kültürlü, kadro oluşturmada ve onları çalıştırmada da usta biriydi. O, eğitimci milletvekilleriyle de görüşerek aynı yıl İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğüne atadı. Tonguç, köy kökenliydi, zor koşullarda yatılı öğrenim görebilmişti. O, Türk ve dünya eğitim tarihini, köylerin içinde bulunduğu korkunç durumu iyi incelemiş bir eğitimciydi. Tonguç, öğretmenlikteki başarıları yanında Bakanlıkta eğitim teknolojisi işini üstlenen Mektep Müzesi gibi önemli bir birimi de kurup geliştirmişti. O sırada, dönemin en önemli yükseköğretim kurumu olan Gazi Eğitim Enstitüsü’nün de öğretmeni ve müdürü idi. Enstitüde Resim-İş Bölümünü de o kurmuştu.
Tonguç’un tüm köylüleri eğitmek, bilinçlendirmek ve ülke yönetimine katılımlarının yolunu açmak gibi büyük hedefleri vardı. Bunlar klasik eğitimle ve eski tip öğretici kadro ile gerçekleştirilemezdi. Ona göre köyü ve köylüyü bütüncül bir yaklaşımla (kül halinde) görmek gerekiyordu.
Tonguç’a göre köy davası ne köylüyü okutmayla, ne de köyü kalkındırmayla sınırlı idi. Dava, bunlar da içinde olmak üzere köyü içten canlandırma, köy insanını uyandırma ve bilinçlendirme davasıydı. “Köy insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalıydı ki, onu hiçbir kuvvet sömüremesin ve bedava çalışan birer iş hayvanı gibi kullanamasın…” Kısacası sorun, köy insanının alın yazısını değiştirme sorunuydu. Sorunun nicel yönü, başka eğitim modelleriyle de çözülebilirdi.
Köy Enstitülerinin Kuruluş ve Gelişimi
İlk adım Eğitmen Kursları’nın açılması oldu. Bu adım, geçici bir çözüm içindi. 11 Haziran 1937 tarih ve 3238 sayılı Köy Eğitmenleri Kanunu’na göre, “Nüfusları öğretmen gönderilmesine elverişli olmayan köylerin öğretim ve eğitim işlerini görmek, ziraaat işlerinin fenni bir şekilde yapılması için köylülere rehberlik etmek üzere köy eğitmenleri istihdam edilir.” (m.1)

İlki 1936 yazında Eskişehir Çifteler Çiftliği’nde açılan kurslarda yetiştirilen eğitmenler, okuma yazma bilen, genellikle askerliğini çavuş onbaşı olarak yapmış köylü gençlerden seçiliyordu (30 tane de kadın eğitmen yetiştirilmiştir). Bunlar 7-8 aylık kurslarla bir bakıma “geçici öğretmen” olarak yetiştirildiler. O yıllarda ilkokul mezunu bile bulunmayan köylerden öğrenci bulup 5-6 yılda onları öğretmen olarak yetiştirmek uzun zaman alacaktı. Eğitmenler, aldıkları öğrencileri gezici başöğretmenlerin gözetiminde üç yıl eğitip mezun ettikten sonra yeniden öğrenci alıyorlardı. Öğretim işini, ellerine verilen öğretim kılavuzlarına göre yürütüyorlardı. Eğitmenlerin en başarılı öğrencileri Köy Enstitülerine alınıyor, orada önce ilkokulu tamamlayıp sonra meslek eğitimine geçiyorlardı. Eğitmenler, yetişkin halk için de okuma yazma kursları açıyorlar, onlara modern tarım aletlerini, ıslah edilmiş fidan ve tohumları kullanmayı da öğretiyorlardı.
17 Nisan 1940 tarih ve 3803 sayılı Köy Enstitüleri Kanunu’na göre ise, “Köy öğretmeni ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerlerde Maarif Vekilliğince (Milli Eğitim Bakanlığı’nca) Köy Enstitüleri açılır.” (m.1) “Köy Enstitülerinden mezun olan öğretmenler tayin edildikleri köylerin her türlü öğretim işlerini görürler, ziraat işlerinin fenni bir şekilde yapılması için bizzat meydana getirecekleri örnek tarla, bağ ve bahçe, atölye gibi tesislerle köylülere rehberlik eder ve köylülerin bunlardan istifade etmelerini temin ederler…” (m.6)
Görüldüğü gibi Köy Enstütüleri sadece öğretmen yetiştiren okullar değil, köye öğretmenle birlikte diğer meslek elemanı da yetiştiren kurumlardı. Köy Enstitüsü hareketi planlı bir hareketti. Yapılan plana göre 1936-56 yıllarını kapsayan yirmi yılda tüm köylerde okul açılmış, bunlara öğretmen ya da eğitmen verilmiş, köy gruplarına yeteri kadar sağlık, tarım, teknik ve kooperatif elemanı verilmiş olacaktı.
İlk iki Köy Enstitüsü Ekim 1937’de Eskişehir Çifteler ve İzmir Kızılçullu’da açıldı. Bu sayı 1945’e kadar 20’ye, 1948’de 21’e ulaştı. Sonuncusu, özgün modelin bozulmaya başladığı süreçte açıldı. 1943’ten başlayarak 7 enstitüde sağlık kolları, 1942’de Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde bir de Yüksek Köy Enstitüsü açıldı. Düşünülen teknisyenlik, tarımcılık, ebelik, kooperatifçilik gibi bölümler açılamadı.

Köy Enstitüleri, birkaç ili içine alan bölgelerde açıldı ve bu illerin sadece köylerinden kız ve erkek öğrenci alıyordu.
Önce açılan Eğitmen Kursları zamanla bulundukları yerdeki Köy Enstitülerine bağlandılar.
Enstitüler, bulundukları (açıldıkları) köylerin adını aldılar.
1946 sonuna kadar 9 bine yakın eğitmen yetiştirildi. O yıl enstitülerin öğrenci sayısı ise 14 bin kadardı. Bunların yüzde 10’u kızdı.
Köy Enstitüleri, Türkiye’nin de büyük sıkıntılara sokulduğu II. Dünya Savaşı yıllarında açıldı. Dolayısıyla çok kıt parasal olanağa sahiptiler. İnşaat, araziyi ıslah edip ağaçlandırma ve tarımsal ürün alma işi öğrenci, öğretmen ve usta öğreticilerin elinden çıktı. Enstitülerin 1000-6000 dönüm arazileri vardı. Kendilerine gerekli olan birçok tarım ürünü buralarda üretildi. Enstitülerde öğrenci ve çalışanların emeği ile 700’den fazla bina yapıldı, on binlerce ağaç yetiştirildi, binlerce ton sebze, meyve ve pekçok hayvan ürünü elde edildi.

Enstitülerde öğrencilerin iş ve üretim yapmaları, sadece ekonomik katkı amacıyla değil, eğitiminde gereği idi.
Köy Enstitülerinin Temel İlkeleri
Biraz önce değinildiği gibi, Köy Enstitülerinin klasik eğitim kurumlarından ayırıcı özelliği; onun köy yaşamını tümüyle kavrama ve özgür düşünen, hesaplayan, yapan, yaratan insan yetiştirmekti. Tonguç’un, Enstitülerde çalışan yönetici ve öğretmenlere söylediği “Elinizden çıkacak iş evvela kafanızdan çıkmalı” sözü Enstitülerdeki eğitimin temel felsefesidir. Sistemin bazı önemli ilkelerini görelim.
- Çok yönlü eğitim: Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim, bugünkü çağdaş eğitimin benimsediği “insan merkezlilik” anlayışına dayanır. Buna göre eğitilen herkesin, genel kültür ve pratik beceriler yanında, resim, müzik, tiyatro, beden eğitimi ve dans gibi etkinliklerden de yararlanması gerekir. Aslında bunlar kişinin temel birer hakkıdır da. Etkinlikler salt profesyonel yetiştirmeyi hedeflemez; herkese gerekli olduğu için yapılır. Örneğin, Enstitülerde her çocuğa mandolin çaldırmanın amacı müzisyen yetiştirmek değil, tam insan yetiştirmektir. Kuşkusuz üstün yeteneği keşfedilenler müzisyen de olabilir.
- Üretici eğitim: Köy Enstitülerinde verilen eğitim; üretim içinde, üretim yoluyla verilen ve üreten eğitimdir. Üretim, sadece günlük yararlara yönelik değildir, biraz önce değinilen yaratmayı da kapsar. Atelyede, tarlada, bahçede yapılan üretim yanında, müzikte, görsel sanatlarda, spor ve halk oyunlarında da üretmek, bunlardan yararlanmak ve başkalarını yararlandırmak esastır. Bu nedenle çalışmalarda “dersçilik” yerine “yaşamsallık” gözetilirdi. Köy Enstitüsü öğretim programlarında yer alan 44 saatlik haftalık derslerin yarısı genel kültür, dörtte biri tarım ve dörtte biri de iş-teknik çalışmalarından oluşur.
- Yönlendirme: Önce belirtildiği gibi Enstitülerde değişik bölümler (kollar) açılması hedeflenmişti. Öğrenciler ortak bir eğitim yanında ilgi ve yeteneklerine göre bu kollara (branşlara) ayrılacaktı. Köy Enstitüleri Kanunu’nun 3. maddesine göre kuramsal ağırlıklı eğitimi başaramayacak olanlar da okuldan çıkarılmayıp başarabildikleri zanaat türüne göre mesleklere yönlendirilecekti. Üstün yetenek gösterenlerse Yüksek Köy Enstitüsü yoluyla bilim, sanat, yöneticilik vb. alanlar için uzman eleman olacaktı.
- Karma eğitim: Gündüzlü ortaokullarda 1927’de, liselerde 1930’da karma eğitime geçen Türkiye, mesleki ve teknik eğitimde bunu ancak1970’lerin ortasında uygulayabilirken, yatılı Köy Enstitüleri açılır açılmaz karma eğitimle işe başlamıştır. O yıllarda köylerden kız öğrenci bulmak çok zordu. Bu zorluğa karşın karma eğitim ertelenmemiş, bulunabilen az sayıdaki kız öğrenci buralara almış, özel olarak korunup desteklenmiştir. Köylerden, binlerce kadın öğrenmen yanında, yazar Pakize Türkoğlu, Prof. Ayşe Baysal gibi değerler Köy Enstitülerinin dayandığı bu temel ilke sayesinde yetişmiştir.
- Yerel, ulusal, evrensel kültürü algılama: Köy Enstitüleri öğrencilerini Cumhuriyetin değerlerine göre yetiştirirken, yerel kültür değerlerini derleyip çağdaş tekniklerle işlemiş, evrensel kültürü de çeviri yoluyla tanıtmıştır. Enstitüler, öğrencilerinin kafasında, Âşık Veysel’le La Fontaine, Maksim Gorki, Shakespeare arasında kültürel sentez yapmayı hedeflemiştir. Enstitülerde bir yadan usta öğretici olarak halk ozanları, efeler, bar başları çalıştırılmış, diğer yandan da Hasan-Âli Yücel’in kurduğu Tercüme Bürosu’nun çevirdiği klasikler okunmuş, sahnelenmiştir. Enstitüleri aynı yıllardaki eğitim kurumlarından farklı kılan etmenlerden biri de bu yaklaşımdır. Diğer yandan Enstitülerde, özellikle Yüksek Köy Enstitüsü’nde yabancı dil öğretimine deçok önem verilmişti.
- Yardımlaşma-dayanışma: Enstitülerin iç yapısında arkadaşlık, ağabeylik-ablalık-kardeşlik, baba-oğul, ana-kız yakınlığındaki ilişkiler özendirilirken, yeni enstitülere yapıcı ve öğretici yardım ekibi göndermek de bir eğitim ilkesi idi. Bozkırın ortasında çadırlarda var olma savaşı veren yeni enstitüye, önce kurulan kurulan kardeş enstitülerin gönderdiği ekipler birer yapı yaparak, bildikleri ustalığı, sanatı, kültürü onlara öğretip armağan ederek kardeşliğe katkıda bulunuyorlardı. Bu, pratik nedenlerde yapıldığı gibi, ülkede kültürel bütünlüğü sağlama, kültürel renkliliği koruma açısından da önemli idi.
- Özyönetim ve katılım: Köy Enstitülerinin işleyişine öğrenci katılımı, bugünkü uygulamada olduğu gibi göstermelik değildi. Katılım, sınıfiçi, atölyeiçi etkinliklerden Enstitünün bütünüyle yönetimine kadar uzanırdı. Katılım, hem seçimli, hem nöbetleşe olurdu. Seçimli öğrenci yönetimi, Enstitüden enstitüye farklı olabilir, haftalık, aylık, yıllık olarak değişik uygulanabilirdi. Nöbetleşe ya da doğal katılım, öğrencinin yemekhanede, kümeste, ahırda, arılıkta, bağ ve bahçede zorunlu olarak nöbet tutması, orayı koruması biçiminde oluyordu. Yani katılım, sadece eleştirmeyle sınırlı olmayıp sorumluluk yüklenmeyi, hesap sormayı ve vermeyi de kapsıyordu. Enstitülerde her iki tür katılım, kurumun tüm yaşamını kapsayacak nitelikteydi.
- Hesaplaşma ve geribildirim: Enstitüde tüm etkinlikler hesap ve plana göre yürütülürdü. Yapılan işin Enstitüye, ülkeye, kişilere ne yararı olacağı, bu iş için gerekli para, emek, malzeme, üstlenilecek sorumluluk ve roller belirlenir, işin bitiminde bir değerlendirme yapılır; geri bildirim alınır. Enstitülerde toplu haftasonu değerlendirmeleri çok önemlidir. Bu toplantılarda yapılan bir haftalık işler gözden geçirilir; yapılanlar için ilgililer kutlanır, yapılamayan ya da aksatılan işlerin sorumluları eleştirilir, öneriler geliştirilir. Bu değerlendirme ve eleştirilerin kapsamına Bakanlık örgütü de dahildir.
Sonuç ve Dersler
Türkiye’ye ve dünyaya örnek olmuş Köy Enstitüsü deneyimi, öğrencisi, öğretmeni, eğitimcisiyle Türk insanının eseridir. Büyük eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç (1893-1960)’un öncülüğünde kurgulanıp uygulanan bu model, fırsat verildiğinde kendi insanımızla ve yerli olanaklarla, zor koşullarda bile neler yapabileceğimizin bir kanıtıdır.

Yazık ki, 1946’dan sonra Enstitülerin özgün yapısı sarsılmaya başladı. Yeni geçilen acemi çok partili rejimin basit ödüncülüğü, birçok Cuhuriyet kurumu gibi Enstitülere de çok zarar verdi. Bunun nedeni, çok partili rejime geçmek değil, o rejmi kötü kullanmaktı. Ödün sadece muhalefetten gelmedi, iktidar partisinin içinden de geldi. Muhalefet, Enstitüleri yıpratmak için çok bayağı yöntemlere başvurdu. Örneğin, Enstitülerde kız-erkek ilişkilerinin Türk ahlakına aykırı olduğu, Enstitülerde komünist yetiştirildiği iddiaları piyasaya sürüldü. Bereket bunlar halk üzerinde beklenen yankıyı bulmadı. Başlangıçta çekingen davranan, hatta kız çocuklarını kaçıran köylüler, kısa süre sonra bu okullara çocuklarını verebilmek için yarışa girdiler.
Koparılan fırtına yine de yıkıcı oldu. 1946’da Enstitülerin koruyucusu Bakan Hasan-Ali Yücel, kuramcı ve kurucu Tonguç, Enstitülerin yönetici ve etkin elemanları tasfiye edildi. Enstitü programı “millileştirme” adı altında özünden saptırıldı. 1947 sonlarında, Tonguç’un “Enstitülerin kalbi” dediği Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. 1950’de iş başına gelen yeni iktidar tarafından karma eğitime son verilip kızlar tek enstitüde (Kızılçullu’da) toplandı. Aynı yıllarda sağlık kolları kapatıldı. Pekçok öğrenci başarısızlık gerekçesiyle enstitülerden atıldı. Kütüphanelerdeki “zararlı” sayılan kitaplar toplanıp yakıldı. Tonguç öğretmenlik görevinden de uzaklaştırılıp açığa alındı. 1953’te programları değiştirilen Enstitüler, 1954’te bir yasa ile kapatıldı.

Kuruluşlarının üzerinden 72, tümden kapatılışlarının üzerinden 55 yıl geçtiği halde Köy Enstitüleri unutulmadı. Unutmayanlar sadece Enstitülerin yetiştirdiği öğretmenler, yazarlar değildir. Sonraki kuşaklar da kurdukları vakıf ve dernekler, her yıl düzenledikleri törenler, paneller, sempozyumlarla Enstitü ruhunu yaşatmaya çalışıyorlar. Üniversite gençliğinde Köy Enstitülerini tez konusu yapanların sayısı günden güne artıyor. Eğitimdeki çıkmazlar sürdükçe Köy Enstitüsü tutkusu daha da güçleneceğe benziyor.
Köy Enstitüleri yeniden kurulabilir mi?
Bu soruya yanıt verebilmek için anımsamamız gereken birkaç nokta var.
Eğitim kurumları, açıldıkları dönemin toplumsal, ekonomik ve siyasal koşullarına göre geliştirilir. Köy Enstitüleri de böyle olmuştur. Enstitüler; 1) Kemalist devrimci Cumhuriyet rejiminin kurumları idi ve ona sahip çıkacak yurttaşlar yetiştirecekti. 2) Köy Enstitüleri, o günkü geri kalmış kırsal toplumun gereksinmelerini karşılayacak biçimde kurulmuştu. Öteki etmenler daha ikincil niteliktedir.
Kemalizmin inançlı savunucuları hâlâ bulunsa da artık ülke yönetiminde etkileri azdır. Kırsal yapının yerini ise varoşlar almıştır. Tonguç Baba bugün işbaşında olsa varoş gerçeğine göre bir enstitü modeli geliştirirdi. Ancak, Köy Enstitüsü sistemi ilkelerinin birçoğundan bugün de yararlanılabilir. Örneğin:
- Öğrenci kişiliğini merkeze alan çok yönlü, özgürleştirici, tüm yeteneklere hitabeden eğitim anlayışı bugün de geçerlidir, gelecekte de geçerli olacaktır.
- Öğrencilerin eğitimde yönetime katılmaları, özyönetim uygulamaları, eleştiri ve denetim haklarını kullanmaları bugün de yakıcı bir konudur.
- Ailelere salma koyma yerine, öğrencilerin yaşlarına göre eğitim için kaynak yaratma ve üretime katılmaları bugün de uygulanabilir bir ilkedir ve çok gereklidir.
- Öğrencilerin, yardıma muhtaç diğer eğitim kurumlarına eskimiş eşya yerine emek ağırlıklı katkıda bulunmaları, eğitimin bir gereğidir ve onlarla dayanışmaları her zaman gereklidir.
- Her gün yapılan serbest okuma, sanat ve beden eğitimi; okul türü ve kademesi ne olursa olsun her zaman gerekli, kişiliği yapıcı etkinliklerdir.
- Eğitimde kuram-uygulama bağı, yaparak yaşayarak ve üreterek eğitim, her zaman geçerli bir yöntemdir.
- Yoksul çocukların, emek karşılığında yatılı eğitilmesi, eğitim hakkının vazgeçilmez bir ilkesidir.
- Eğitim kurumlarında çevreyi koruma, yeşertme ve güzelleştirmeye her zaman gereksinme vardır.
Halktan yana bir iktidar, Köy Enstitüleri deneyiminden yararlanarak çağdaş yeni eğitim modelleri yaratabileceği gibi, tüm eğitim kurumlarında onun ilkelerinden yararlanabilir.



(Geniş bilgi için bak, benim: Köy Enstitüsü Sistemine Toplu Bir Bakış. (2. Basım 2009) ve benim “Yetmişinci Yılında Köy Eğitmenliği” Cumhuriyetin İlk Yıllarından Günümüze Dil-Kültür-Eğitim (2007), s. 495-526)