Türkiye sosyalistlerinin, HDP ile birlikte bir seçenek oluşturmaları mümkün müdür? Ve aynı önemde bir soru daha: HDP etrafında toplanılarak oluşturulan bir ittifak Cumhur ve Millet İttifakları karşısında bir “Üçüncü İttifak” nitelemesini hak edebilir mi?
18 Ocak günü HDP’nin çağrısı ile kendisini, “sol-sosyalist” olarak tanımlayan sekiz parti ve hareket, Cumhur ve Millet İttifakları dışında bir “Üçüncü İttifakı” oluşturmak amacıyla toplandı.
HDP’nin öteden beri bu yönde çağrısı olduğunu biliyoruz. Son seçimde, HDP listelerinde yer alarak Meclis’e girmiş olan TİP de, seçimde HDP ile birlikte hareket edilerek üçüncü seçeneğin oluşturulması çağrısı yapmıştı.
Türkiye sosyalistlerinin, HDP ile birlikte bir seçenek oluşturmaları mümkün müdür? Ve aynı önemde bir soru daha: HDP etrafında toplanılarak oluşturulan bir ittifak Cumhur ve Millet İttifakları karşısında bir “Üçüncü İttifak” nitelemesini hak edebilir mi?
Günümüzde İlericiliğin Ölçütü
HDP ile birlikte bir üçüncü seçenek oluşturmak üzere yola çıkan partiler kendilerini, “sol”, “sosyalist”, ya da “devrimci” olarak niteliyorlar.
Çağımızda bırakalım “sosyalist” olmayı, genel olarak “devrimci” ya da “ilerici” olmanın başta gelen ölçütü emperyalizme karşı olmaktır.
PKK, Obama’nın bizzat söylediği üzere, ABD emperyalizminin “sahadaki kara gücü”dür. Bugün Kuzey Suriye’de savaşan militanlarının maaşı ve kullandıkları silahlar, herkesin bildiği gibi aleni olarak ABD tarafından temin edilmektedir. ABD Senatosu 2015 yılından bu yana her yıl yaklaşık 600 milyon dolar civarındaki bir bütçeyi Suriye sahasında savaşan “kara gücü” için onaylıyor.
HDP ise kendilerinin de kabul ettikleri üzere PKK’nın yasal partisidir. Bu durumda söz konusu parti ile birlikte oluşturulan bir “ittifak”, Türkiye’nin ihtiyacı olan bir ittifak olarak nasıl kabul edilebilir?
İkinci olarak görülmesi gereken büyük gerçek ise şudur: PKK, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı elinde ABD’nin silahı ile savaşan bir örgüttür.
Kendi ülkesine karşı, emperyalizmin aleti olarak savaşan bir örgütün yanında durarak siyaset sahnesinde kendilerine alan açmaya çalışan siyasi partilerin, milletin ezici çoğunluğu tarafından kabul edilemeyecekleri bir başka gerçektir.
HDP ile Yan Yana Olmanın Meşruiyeti
Kanatları altına girdikleri siyasi oluşumun emperyalizmle açık iş birliği yapmasının ve bu oluşumun Türkiye’ye karşı bir silahlı mücadele veriyor olmasının verileri orta yerde duruyorken HDP ile bir “Üçüncü İttifak” içine girme çabalarının sadece tek bir açıklaması bulunuyor: O da söz konusu partinin şu anda yüzde 10’lar civarında görünen oy oranından yararlanarak Meclis’e girebilmektir.
TİP’in aynı yolu değerlendirerek Meclis’te yer almış olması ve halihazırda yararlandığı olanaklar, bazı kesimlere ve kişilere “başarıya” giden yolda ne yapılması gerektiğine dair bir örnek olabilir. Ama böyle bir ölçü, ülkenin ihtiyacı olan doğru ve devrimci bir politikanın ölçüsü olamaz.
HDP; ancak PKK ile arasına kararlı ve net bir sınır çektiği zaman Türkiye’nin ihtiyacı olan bir ittifakın unsuru olabilir. Yani Türkiye’ye yönelmiş silahlı tehdide karşı olduğunu hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek şekilde ortaya koyacak!
Çünkü bugünkü koşullarda, bir siyasi partinin meşruiyeti açısından asgari duruş ve ülkenin temel ihtiyacı olan anti emperyalist konumlanış, ancak bu şekilde mümkündür.
“Ne olursa olsun yeter ki Türkiye AKP’den kurtulsun!” şeklinde özetleyebileceğimiz bir siyaset, doğru olarak kabul edilebilir mi? Veya böyle bir anlayışla Türkiye AKP’den kurtulabilir mi?
Toplumumuzun ezici çoğunluğu nezdinde; emperyalizme karşı olmayan ve terörle arasına net çizgi çekmeyen duruşların, AKP’yi iktidardan götürmek bir yana tam tersine AKP’yi iktidarda tutmaya hizmet ettiği de bir başka gerçektir.
AKP’den Nasıl Kurtulunur?
Evet, Türkiye’nin AKP iktidarından kurtulması gerekiyor. Ekonomik bakımdan Cumhuriyet tarihinin en ağır krizini yaşayan, içeriden ve dışarıdan çok ciddi tehditler altında olan Türkiye, bütün bu sorunların altından, bir “Tarikatlar Koalisyonu” yönetimiyle kalkamaz!
Türkiye ekonomisi “nas”larla yönetilemez!
Kamu ekonomisinin yok edildiği bir ülkede ekonomik krizle mücadele edilemez!
Eğitim birliğinin yok edildiği, eğitim, sağlık gibi en temel hizmetlerin paralı hale getirildiği ülkede emekçiler başta, herkesin yaşam hakkı tehlikededir.
Türkiye; İhvancı dış politikanın ve 2023 yılında yapılacak seçimlere ilişkin hesapların sonucu olan 8 milyon mülteci yükünün yol açtığı ekonomik, siyasal, toplumsal ve güvenlik sorunlarının altından AKP yönetimiyle kalkamaz.
Büyük güçleri birbirlerine karşı kullanabileceğini zanneden bir dış politika anlayışı, her geçen gün ülkenin önüne daha büyük faturalar çıkarmaktan başka sonuca varamaz!
Listeyi uzatabiliriz. Ama bütün bunlar bile “Ne olursa olsun ama yeter ki AKP gitsin” şeklinde özetleyebileceğimiz politikayı haklı göstermez.
Net bir anti emperyalist politikayı hareket noktası olarak almaz isek, hemen çevremizde, Suriye, Irak, Afganistan, Yugoslavya, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşanan gelişmeleri daha ağır bir şekilde biz de yaşayabiliriz.
Hiç kimse, bölgemizde emperyalist müdahaleler sonucu hayatını kaybetmiş olan yaklaşık 4 milyon insanın varlığına, etnik ve dinsel çatışmalarla bölünmüş ülkelere, ekonomik bakımdan tarumar edilmiş devletler gerçeğine gözlerini kapayarak, Türkiye’yi benzer akıbetlere sürükleyecek politikaları savunamaz.
Onun için, evet AKP gitmelidir! Ama, “Tam Bağımsız ve Demokratik Türkiye” programını esas alan bir mücadele temelinde oluşacak bir “ittifak”ın, iktidar olması amacıyla verilecek mücadeleyle gitmelidir.
Kendilerini “sosyalist” olarak niteleyen her partinin hareket noktası böyle bir program olmalıdır.
HDP ile “Üçüncü İttifak” Olur Mu?
Seçim sistemi ve Meclis dışı partilerin başarı elde etmesinin önündeki büyük engel olan baraj, siyasi partiler arasında ittifaklar kurulmasını zorunlu kılıyor. Var olan iki ittifakın ikisi de sistem içinde. İki ittifak da, 70 yıldır içinde olduğumuz ve Türkiye’nin bugün yaşadığı çıkmazın esas nedeni olan Atlantikçi piyasa sistemi içinde iktidar olmayı savunuyor.
İki ittifak dışında bugün üçüncü bir ittifak oluşturmak amacıyla yola çıkmış olan HDP de, sistem içinde bir çözümü savunuyor. HDP’nin var olan iki ittifaktan birine dahil olmamasının esas nedeni, söz konusu ittifakları oluşturan partilerin aleni olarak bugünkü koşullarda HDP ile yan yana görünmek istememeleridir.
Nitekim hatırlanacağı üzere HDP, 2015 yılına kadar AKP ile birlikte hareket etti. Oslo ve İmralı görüşmelerinin de ortaya koyduğu üzere, gerçekte iktidarın gizli ortağı durumundaydı. 2013 Diyarbakır Nevroz mitinginin konuşmacıları Recep Tayyip Erdoğan, Mesut Barzani ve Abdullah Öcalan idi.
Hatırlanacağı üzere 28 Şubat 2015’te, AKP ve HDP temsilcileri İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda birlikte basının karşısına geçmiş ve yapacakları koalisyonun 10 maddelik programını açıklamışlardı.
2015 Haziran seçimleri sonrasında ise durum değişti. AKP, üstünü çizmiş olan ABD’ye ve onun Türkiye’deki uzantıları olan FETÖ ve PKK’ya karşı harekete geçmek zorunda kaldı. Fiili koalisyon bozuldu. HDP, bu gelişmeler üzerine, bugün Millet İttifakını oluşturan partilerle birlikte hareket etmek istedi. Yeni ittifakın gerçekleşmesinin önündeki en önemli engel, CHP başta olmak üzere potansiyel müttefiklerin, halktan gelecek tepkileri göze alamamalarıydı.
Dolaysıyla HDP’nin sözde “Üçüncü İttifakı” üzerine söylenecekler şunlardır: HDP sistem içi bir partidir. Hatta Atlantik ötesi ile olan ilişkileri düşünülecek olursa, AKP ve CHP başta olmak üzere diğer bütün sistem içi partilerden daha fazla “sistem içidir”. Dolaysıyla, Cumhur veya Millet İttifaklarının kendisini kabul etmesi durumunda bir dakika bile tereddüt etmeden onlara dahil olabilir.
Onun için, HDP’nin içinde olduğu “ittifak”ın, gerçekte bir “ittifak” değil, HDP’nin sistem içinde kendine bir yer arama çabasından başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz.
Türkiye’nin ihtiyacı olan “Üçüncü seçenek”, sistem dışı olmak zorundadır. Atlantik’in neoliberal piyasa sisteminin karşısına, kendi çözümünü koymak durumundadır.
Üçüncü seçeneği doğal olarak en başta sosyalistler savunacaktır. Atatürk’ün halkçı devletçi ekonomik programını ve bölge merkezli dış politikasını savunan ve kendilerini “Kemalist” olarak tanımlayanlar da bu ittifakın doğal bileşenleridir.
Dolaysıyla “Üçüncü Seçeneği”, sosyalistlerin ittifakı olarak tarif eden anlayışlar yanlıştır. Bugün değişik parti ve çevrelere dağılmış olan sosyalistlerin birlikte hareket etmeleri bir zorunluluktur ve bunun gereği vakit geçirilmeden bir an önce yapılmalıdır.
Ama sosyalistlerin birlikte hareket etmesi, Türkiye’nin ihtiyacı olan “Üçüncü Seçeneğin” oluşturulmasına yetmez.
Üçüncü seçenek, Türkiye’yi milli devrimci bir iktidara götürecek kuvvetleri bir araya getirmeyi hedeflemelidir. Sınıfsal olarak bu, işçi sınıfından milli burjuvaziye kadar uzanan bütün toplumsal sınıfları kucaklamayı, ideolojik olarak bir halkçı-milliyetçi-sosyalist ittifakını, siyasi olarak ise ayağı esas olarak Türkiye toprağına basan bütün partileri, demokratik kitle örgütlerini ve diğer oluşumlardan vatandaşları birleştirmeyi amaçlamalıdır.
Bu hedefin ne ölçüde gerçekleşeceği ayrı konudur. Mücadeleye ve zamana bağlıdır ama hedefin bu şekilde olduğunun açıkça belirtilmesi gereklidir.
Protesto Oylarının Anlamı
Bunun için koşulların uygun olduğunu görmek gerekir. Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında yüzde 10 civarında bir protesto oyunun olduğu görülmektedir.
“Protesto oylarının”, Cumhur ve Millet İttifaklarının yanı sıra HDP’yi de kapsadığını unutmamak gerekir. Çünkü HDP, yüzde 10 civarındaki oyu ve Meclis’teki varlığı ile bütün seçmenler açısından “meçhul” değil tam tersine bilinen bir partidir.
Protesto oylarına, yüzde 10 ile 20 arasında değişen kararsız seçmeni de eklemek gerekir. Başlı başına bu rakamların, Türkiye’nin büyük bir arayış içinde olduğunu ve bu arayışın sistem dışı bir çözüm açısından koşulları son derece elverişli kıldığını unutmamak gerekir.
Onun için bugün Türkiye siyaseti açısından temel ihtiyaç; Cumhur ve Millet İttifakları ile HDP dışında gerçek bir “Üçüncü Seçeneği” oluşturmak için harekete geçmektir.
“Türkiye İttifakı”nın Zorunluluğu
İçinde bulunduğumuz durum ile ilgili olarak her şeyden önce yapılması gereken tespit şudur:
Arkamızda kalan 50 yıl içinde sistem dışı bir çözüm açısından koşullar hiçbir zaman bu kadar elverişli olmadı. Hem dünyadaki, hem bölgemizdeki hem de Türkiye’deki gelişmeler son derece olumludur.
Neoliberal piyasa sistemi iflas etmiştir. İnsanlık artık fiilen yeni arayışın içindedir ve bu yolda beş kıtada önemli adımlar atmaktadır.
Emperyalizmle iş birliği yaparak son kırk yıldır bölgemizi kana ve ateşe boğan etnik ve dinsel terör örgütleri yavaş yavaş sahneden çekilmektedirler. Bağımsız ve demokratik ulus devletler yeniden canlanmakta ve son tahlilde emperyalizme karşı olan bölgesel birlikler tarih sahnesindeki yerlerini almaktadır.
Türkiye ise, Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik krizinin sorumluları ile artık daha ileri gidemeyeceği bir noktadadır. Kemalist Devrim’in halkçı devletçi çözümü, sistem dışı bir çözüm olarak yeniden bütün Türkiye’nin gündemindedir.
Bütün sorun, bu çözümün uygulanmasına önderlik edecek bir devrimci öncünün yaratılmasında ve halkın önüne çıkmasındadır.
“Türkiye İttifakı”
Türkiye’nin ihtiyacı, üçüncü bir “ittifak”ın inşasıdır. Buna; “Türkiye İttifakı”, “Ulusal Blok”, “Yurtsever Cephe” “Üçüncü Yol İttifakı” vb denilebilir. Adı ne olursa olsun, önemli olan geniş kitlelerin dikkatini çekecek; “Evet, Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı çatal çıkmazına mahkûm değiliz. Bir seçenek daha var” dedirtecek kuvveti bir araya toplamaktır.
Emperyalizmle açık iş birliği halinde olan HDP’nin etrafında toplanarak sistem dışı bir seçenek yaratılabileceği iddiası ise gayrı ciddidir.
Sadece kendilerini sosyalist olarak tanımlayan parti ve çevreleri toplayarak da bir “Üçüncü seçenek” yaratılamaz. Üçüncü seçenek, Türkiye’nin acil çözüm bekleyen sorunlarını tespitte ve asgari programda anlaşan bütün parti, çevre ve yurttaşlara açık olmalıdır.
Ama sosyalist parti ve çevrelerin bir araya gelmesi ile oluşacak kuvvet merkezinin, ittifak içinde yer alması muhtemel diğer bütün parti ve çevreleri ikna etmede oynayacağı kritik rol görülmeli ve bunun gerektirdiği sorumlulukla hareket edilmelidir.
Program
“Türkiye İttifakı”nın programı şu şekilde özetlenebilir:
- Tam Bağımsızlık: NATO’dan çıkılacak ve AB üyelik başvurusu geri çekilecektir.
Emperyalist ülkelerle yapılan ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters bütün mali, siyasi ve askeri anlaşmalar geçersiz sayılacaktır.
Anti emperyalizm ya da “tam bağımsızlık” ilkesine bağlılık, ABD emperyalizminin bölgemizde ve ülkemizde uzantısı durumunda olan devlet ve örgütlere karşı tavır almayı zorunlu kılar. Bir yandan ABD emperyalizmine karşı olduğunu söylemek öte yandan ABD’nin “sahadaki kara gücü”yle yan yana olmak kabul edilemez.
- Laik Demokratik Türkiye: Cumhuriyet Devrimi Kanunları uygulanacaktır.
“Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar ülkesi olamaz.”
- Parasız Eğitim ve Parasız Sağlık: Bütün eğitim ve sağlık hizmetleri devlet eliyle
ve parasız yapılacaktır.
- Cumhurbaşkanlığı Sistemi Kaldırılacaktır: Türkiye’nin 150 yılı aşan
demokratikleşme mücadelesinin ortaya çıkardığı ve Türkiye gerçeklerine uygun olan sistem “Güçlendirilmiş Meclis Sistemi”dir. Beştepe’deki Saray, bilimsel araştırma çalışmalarında değerlendirilecek, Cumhurbaşkanlığı Çankaya’ya taşınacaktır
- Mülteci Sorunu: Bölge ülkeleri ile birlikte hareket edilerek ve mültecilerin
ülkelerine dönmesinin koşulları yaratılarak çözülecektir. Şam ile el sıkışma ve her alanda birlikte hareket etme sorunu çözmenin anahtarıdır.
- “Nereden Buldun Yasası”: Yeniden yürürlüğe konulacak, milletin yağmalanan
kaynakları, yeniden milletin olacak ve böylece bir üretim seferberliği için gerekli kaynaklar yaratılacaktır. Lüks ithalat yasaklanacak, Beştepe’den başlanarak bütün israflar önlenecek, gümrük duvarlarıyla yerli üretici korunacaktır.
- Batı Asya Birliği: Türkiye; yükselen Asya uygarlığının bir parçasıdır. Aynı tarihi,
aynı coğrafyayı, aynı kültürü, aynı kaderi paylaştığımız diğer Batı Asya ülkeleri ile ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda iş birliği yapılacak ve böylece Batı Asya Birliği, adım adım hayata geçirilecektir.
Bu program, bir öneridir. Doğrusu, Türkiye siyasetinde yeni bir ittifaka ihtiyaç olunduğu görüşünde olan bütün devrimci ve yurtsever güçlerin bir araya gelerek üzerinde anlaşacakları asgari programı birlikte belirlemeleridir.
Cumhurbaşkanlığı Seçimi
2023 yılında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sunduğu olanaklar ve yaşanmakta olan gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, Türkiye için ihtiyaç duyulan çözümün kapısını aralayacak bir tarihi fırsata dönüştürülebilir.
Her şeyden önce zemin, bir devrimci dönüşüm açısından uygun hale gelmiştir. Mevcut sistemle ve sistem partileriyle gidilecek bir yer yoktur. Bütün mesele bu dönüşümü gerçekleştirecek bir devrimci öncünün yaratılmasıdır.
Devrimci dönüşümü isteyenler sadece kendisini sosyalist olarak tanımlayan örgütlenmeler ile sınırlı değildir. Toplumumuzun değişik kesimleri bu isteği değişik biçimlerde çeşitli vesilelerle ortaya koymaktadırlar.
Ve dünya koşulları da bir devrimci dönüşümü zorlamaktadır. Türkiye’nin, dünyanın yaşadığı bu büyük değişikliğin bir parçası olarak son otuz yılda nesnel olarak adım adım Atlantik’ten kopması ve Asya’ya yönelmesi bir “zorunluluk” olarak yaşanmaktadır. Ama esas olarak ekonomi ve güvenlik alanlarında yaşanan bu “zorunluluk”un, henüz kendisine uygun siyasal öncüyü yaratamadığı da bir gerçektir.
2023 yılında Cumhurbaşkanlığı seçimi ve milletvekili seçimleri yapılacaktır. Seçim yasasının siyasi partiler arasında ittifaka izin vermesi, yüzde yediye indirilse de hâlâ çok yüksek olan seçim barajı ile birlikte düşünüldüğünde, var olan ittifaklar dışında kalan partilere çok fazla bir şans bırakmamaktadır. Seçmenin, “ehveni şer” tercihi ile karşı karşıya bırakılmış olduğu görülmesi gereken bir gerçekliktir.
Ama Cumhurbaşkanlığı seçimi böyle değildir.
Birinci olarak 100 bin imza toplayan her aday seçime katılabilmektedir.
İkincisi, geçen seçimde geçersiz oyları geçerli sayarak kıl payı seçilen Tayyip Erdoğan açısından bu sefer böyle bir çare de “kurtuluş” olmayacaktır. Seçimin ikinci tura kalması kaçınılmazdır. Onun için seçimin ilk turuna ne kadar çok aday katılırsa o kadar iyi olacaktır. Çok aday, seçime katılım oranının yüksek olması ve dolayısıyla herhangi bir adayın ilk turda seçilebilme olanağının ortadan kalkması anlamına gelecektir.
Bu da ilk turda seçmenin gönlündeki adaya oy vermesinin mümkün olması demektir.
Yurtseverlerin Ortak Adayı
Kritik sorun ve ihtiyaç, “Türkiye İttifakı”nın oluşması ve bu ittifakın bir ortak aday ile seçime katılmasıdır.
“Türkiye İttifakı”, kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan oluşumların ittifakı olarak anlaşılmamalıdır.
Sosyalistler bu ittifakın oluşmasında öncü rolü oynayabilir ve oynamalıdırlar da! Ama mevcut sistemden rahatsızlık duyan, umudunu kesmiş, geniş toplum kesimleri vardır. Kritik sorun, bu kesimleri de kucaklayan bir ittifak oluşturmaktır.
Bu ittifakın adayı seçime katılmak için gerekli olan 100 bin imzayı çok rahat toplayacaktır.
Ve böyle bir ittifakın oluşturulmuş olmasının yaratacağı sinerji, seçimin ilk turunda seçmenin gönlündeki adaya oy verebilmesinin rahatlığı, 2023 sonrasının Türkiye’si için umut kaynağı olabilecek bir sonucun alınmasını mümkün kılacaktır.
2023 Sonrası
Önemli olan 2023 sonrasıdır. Şu anda bütün veriler, Cumhur İttifakı’nın bu seçimleri kaybedeceğini gösteriyor.
Bir eli PKK’da, bir eli FETÖ ile AKP’nin 2015 öncesi iktidarı döneminde Türkiye’ye ve halka karşı işlenen suçların sorumlusu olan Gül, Davutoğlu ve Babacan ekibinde olan, iktidar olma hayalini, çöken Atlantik sistemine daha sıkı yapışmakta gören Millet İttifakının çözüm olmayacağını söylemek kehanet değildir.
Dolayısıyla 2023 seçimleriyle birlikte Türkiye daha büyük bir arayış içine girecektir.
“Türkiye İttifakı” adayının anlamlı bir oy aldığı koşullarda ise bu arayışın adresi artık belli olacaktır.
Ve Türkiye’de hiçbir güç bu koşullarda yükselecek olan halkın mücadelesinin önünde duramaz ve Türkiye’nin çok kısa süre içinde yeniden bir seçime gitmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
“Kendini dayatan çözüm” bugün, Türkiye’nin bütün yurtsever devrimci öncülerinin önüne bir araya gelme, “armudun sapı, üzümün çöpü” demeden temel ilkelerde anlaşma ve toplumun geniş kesimlerinin de etrafında gönül rahatlığı ile birleşebileceği bir ortak aday ile 2023 seçimlerine hazırlanmasıdır.
Sosyalistlerin Tarihi Sorumluluğu
Önce bütün sosyalistlerin ezbere bildiği meşhur belirlemeyi hatırlatalım:
“Bir ülkede yönetenler eskisi gibi yönetemiyor ve yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemiyorlarsa, o ülkede devrimin nesnel koşulları olgunlaşmıştır.”
Nesnel koşulların olgunlaşması, o ülkede devrimin mutlaka gerçekleşeceği anlamına gelmez. Hoşnutsuz olan ve harekete geçen halk kitlelerini “Devrim”e götürecek ve halkın güvenini kazanmış bir devrimci öncünün varlığı da gereklidir. Bu da devrimin öznel koşuludur.
Bütün sosyalistler bu temel gerçeği bilir. Onun için kendi misyonlarını, “tarihin pususuna yatmak” olarak ifade ederler. Yani Öncü Parti, doğru bir program ve her koşulda o program doğrultusunda mücadele etme kararlılığına sahip kadrolardan oluşan bir örgüt, kitle mücadelesi içinde adım adım inşa edilecek ve kendi elinde olmayan o nesnel koşulların olgunlaştığı ve kitlelerin harekete geçtiği tarihi anı bekleyecek!
Bulutların Üstünden Yeryüzüne
1960’ların sonları ve 1970’li yıllarda Türkiye sosyalistlerinin büyük çoğunluğu, yakın bir gelecekte gerçekleşecek bir devrim beklentisi içindeydi. Gerçekte ise bulutların üstünde yaşıyorlardı. Dünyanın ve Türkiye’nin gerçeklerinden haberleri yoktu.
Faşizme karşı kazanılan büyük zafer, Çin gibi devasa büyük bir ülkede sosyalistlerin iktidara gelmesi, 1950’li ve 60’lı yıllarda Asya ve Afrika’daki sömürgelerin birbirleri peşi sıra bağımsızlıklarını kazanmaları, Küba Devrimi, Hindiçini halklarının sosyalistlerin önderliğinde ABD emperyalizmine karşı verdikleri kurtuluş savaşı ve benzer diğer gelişmeler, bütün dünyada “devrim rüzgârları” estiriyordu.
Oysa dünyanın yaşadığı gerçeklik bunlardan ibaret değildi. ABD ekonomisi; yalnız başına dünya ekonomisinin hâlâ yarısına yakındı ve diğer kapitalist emperyalist ülkelerle birlikte dünya ekonomisinin dörtte üçlük bir bölümünü oluşturuyordu.
Kapitalist dünya, sosyal devlet uygulamalarıyla deyim yerindeyse “altın çağı”nı yaşıyordu. Türkiye ise 1960’lı yıllarda yüzde 7 gibi bir oranla büyüyordu. 1970’li yıllarda ise biraz düşmesine rağmen büyüme yüksek oranlarda sürmeye devam ediyordu.
Hiçbir toplum, mevcut sistem içinde daha iyi bir gelecek beklentisi devam ettiği müddetçe köklü değişimlere meyil etmez.
Önce 12 Mart, sonrasında 12 Eylül askeri darbeleri, bulutların üstünde yaşayan devrimcilerin ayaklarını yere değdirdi. Görüldü ki devrimin değil ama karşı devrimin koşulları olgunlaşmıştı.
Dünya Şimdi Yol Ayrımında
Aradan 50 yıl geçti. Dünya, neoliberal kapitalist sistem ile daha fazla gidemeyeceği bir noktada.
ABD, artık dünyanın en büyük ekonomisi değil. En büyük emperyalist askeri güç olarak el attığı her yerde utanç verici yenilgiler aldı. Irak, Suriye, Afganistan vd.
Sosyalist bir ülke, Çin Halk Cumhuriyeti artık dünyanın en büyük ekonomisi.
Eskinin sömürge ve yarı sömürgeleri olan gelişmekte olan dünyanın ekonomik büyüklüğü, toplam olarak dünya ekonomisinin yüzde 50’sinin üzerine çıktı.
Kapitalist dünyanın 2008 yılında yaşadığı kriz, tarihinin en ağır krizi oldu. Aradan 14 yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ tamamıyla atlatılmış değil.
2020 yılında başlayan korona salgını karşısında ise kapitalist ülkeler deyim yerindeyse sınıfta kaldılar.
Görüldü ki kapitalist sistem içinde insanlık; artık dünya çapında yüz yüze geldiği iklim değişikliği, ısınma, çölleşme, denizlerin ve akarsuların kirlenmesi, gelir dağılımındaki büyük bozulmanın yarattığı sorunlar ve kapitalist-emperyalist sistemin neden olduğu kitlesel göçler vb. gibi küresel sorunlarla başa çıkamaz.
Bütün bu sorunlara karşı ancak büyük kamucu projelerle mücadele edilebilir ve bu da kapitalist sistem içinde mümkün değildir.
Türkiye’de Durum
Aynı durum fazlasıyla Türkiye için geçerlidir.
Türkiye jeostratejik konumu itibarıyla kapitalist-emperyalist sistemin dünya ölçeğindeki hakimiyeti açısından son derece önemli bir yerde oldu. Emperyalist dünya sisteminin efendileri, Türkiye’nin saf değiştirmesi durumunda dünya dengelerinin alt üst olacağını herkesten daha iyi biliyorlardı. Ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından geçen 80 yıl boyunca buna uygun hareket ettiler.
Ama bununla birlikte 2020’lerin Türkiye gerçeği şudur:
- Cumhuriyet döneminin en ağır ekonomik krizi yaşanmaktadır ve mevcut sistem
içinde krize çözüm yoktur. Geniş emekçi kitlelerinin hayat koşulları keskin bir şekilde kötüye gitmektedir.
- 70 yıldır adım adım tasfiye edilmeye çalışılan Cumhuriyet Devrimi kazanımları
önemli ölçüde yok edilmiştir ve bugün Türkiye’yi bir tarikatlar koalisyonu yönetmektedir. İktidara hakim olan Ortaçağ kafası, inançlar temelinde toplumumuzu bölmekte, milletin farklı kesimleri arasındaki kutuplaşmayı derinleştirmekte ve ülkede yaşayan herkesi yarınından endişe duyar hale getirmektedir.
- Siyasi ve ideolojik hesaplarla 10 yıl içinde Türkiye’nin sırtına yıkılan 8 milyonluk
mülteci yükü, hem ekonomik, hem de güvenlik sorunları açısından taşınamaz boyutlara varmıştır.
- Dış politikada büyük güçleri birbirine karşı kullanabileceğini zanneden
Abdülhamitçi kafa, Türkiye’yi; Akdeniz ve Karadeniz’de, çok büyük tehditlerle karşı karşıya getirmiştir.
- İhvansever yaklaşımlar Şam ile dostluğumuzun ve iş birliği yapmamızın önüne bir
kama gibi girmekte ve bu da ABD’ye, Fırat’ın doğusunda bir “İkinci İsrail” inşa etme fırsatı sunmaktadır.
Bütün bunlar Türkiye’nin, nesnel olarak ancak bir devrim ile sorunlarını çözebileceğini gösteriyor.
Sistemin Dışına Çıkmak
Türkiye Atlantik sistemi içinde kalarak bu sorunları çözemez.
Türkiye’nin, kendisini Atlantik sistemine bağlayan bağlardan kurtararak ait olduğu yükselen Asya uygarlığı safına geçmesi bir devrim sorunudur.
Türk halkı içinde gelişen eğilim de budur. Son kamuoyu araştırmalarında halkın çoğunluğunun Rusya ve Çin ile ilişkilerin geliştirilmesinden yana olduğunu göstermesi, bu yönelişin bir kanıtı olarak alınabilir.
Gene kamuoyu yoklamalarında halkımızın yaklaşık yüzde 10’unun protesto oyu kullanmaktan yana olduğunu belirtmesi, yüzde 5’inin ideolojik olarak kendisini “sosyalist” olarak tanımlaması da son derece önemli başka verilerdir.
Kendisini “sosyalist” olarak tanımlayanlara, Kemalist Devrim’in tam bağımsızlıkçı-halkçı-devrimci mirasına sahip çıkan ve kendisini Kemalist Devrimci olarak gören kesimi de eklememiz gerekiyor. Kemalist devrimcileri de sosyalistler arasında saymak yanlış değildir. Bu durumda oranın yüzde 5 değil, çok çok daha yüksek rakamlarda olacağından kuşku yoktur.
İşte büyük bir devrimci dönüşümün arifesinde olan Türkiye’de en büyük ihtiyaç, sosyalistlerin bir araya gelerek oluşturacağı kuvvet merkezidir. Böyle bir kuvvet merkezinin varlığı hoşnutsuz olan halk kitlelerine ihtiyaç duyduğu dayanağı sunar.
Böyle bir kuvvet merkezi, devrimcilerin her yerde örgütlenebilmesi, önemli mücadele merkezlerinde yığınak yaparak halk kitlelerine öncülük edebilmesi demektir. İşte o zaman devrimin öznel koşulu da gerçekleşmiş olacaktır.
2023 yılında yapılacak seçimlere doğru giderken sosyalistlerin omuzlarındaki tarihi sorumluluk, bir araya gelerek bu kuvvet merkezini inşa etmektir.