Ulus Egemenliğinden Saray Egemenliğine Geçişin Ekonomi Politiği

Ülkemizin demokratikleşme ve bağımsızlaşma mücadelesi köklü bir tarihsel mirasa dayanmaktadır. Genç Osmanlıların 1876 yılında tarihimizde ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’yi ilan ederek Meşruti rejime kapı aralayan girişimleri, Padişah II. Abdülhamid’in anayasayı askıya alan baskıcı politikalarıyla kesintiye uğrasa da Jön Türkler’in 1908 Devri’miyle Meşrutiyet yeniden ilan edilmiş, 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konmuş ve tarihimizdeki ilk çok partili hayat denemesine başlanmıştır.

Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlarımızın önderleri arasında yer aldığı Genç Osmanlılarla başlayan, İttihat ve Terakki içerisinde yer alan Jön Türk geleneğiyle devam eden demokratikleşme mücadelemiz, en çetin savaşını anti-emperyalist milli kurtuluş mücadelemiz sırasında vermiştir. Bu süreçte, demokratikleşme ve tam bağımsızlık mücadelesi Kemalist önderliğin yürüttüğü milli kurtuluş mücadelesinin iki temel mücadele hattını oluşturmuş, bir yanda İngiliz ve dünya emperyalizmine karşı var olma mücadelesi verilirken diğer yandan emperyalizmle iş birliği içerisindeki saray hükümetine karşı bir “Anadolu İhtilali” gerçekleştirilmiştir. Bu mücadele, asker-sivil-aydın tabakaların kümelendiği Kemalist önderlik tarafından halkın kongreler yoluyla örgütlenmesi sonucu yürütülmüş ve bu yürütülen mücadelenin ana karargâhı 23 Nisan 1920 tarihinde açılan Büyük Millet Meclisi (BMM) olmuştur.

Ulus Egemenliğinin Kurumsallaşması

Halkın kongreler yoluyla örgütlenmesi sonucu Anadolu’nun bağrı Ankara’da kurulan BMM, ülkemizdeki milli demokratik devrim hareketinin ana üssü olmuştur. “Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” ifadesinde kendini bulan ulus egemenliği şiarı, 1921 yılında saltanatın kaldırılmasıyla önemli bir kazanım elde etmiş, 1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle tescillenmiştir. Denilebilir ki, 1876’dan 1908’e, 1908’den 1923’e 150 yıllık demokratikleşme ve bağımsızlaşma mücadelemiz, emperyalist bağımlılık ve sömürü ilişkilerinden kurtulma ve “saray egemenliğinden ulus egemenliğine geçişin” mücadele öyküsüdür. 1924 Anayasası’nın kabul edilmesi, Hilafet makamının kaldırılarak “ikili iktidara” son verilmesi, devletçi, halkçı ve kamucu ekonomi programıyla ve Köy Enstitüleri gibi kırsal alanda feodal ilişkileri zayıflayarak Osmanlı’dan bu yana devam eden mülkiyet ilişkilerini ortadan kaldırma girişimleri, ulus egemenliğinin kurumsallaşması yolunda atılan sosyoekonomik adımlar olarak gözden kaçmamalıdır.

Ulus Egemenliğinden Saray Egemenliğine 

Asker-sivil-aydın kadroların köylülük başta olmak üzere dönemin en geniş toplumsal kesimleriyle birleşerek yürüttükleri milli kurtuluş mücadelesinin ardından Türkiye’de özellikle İkinci Paylaşım Savaşı sonrası billurlaşmaya başlayan kapitalist üretim ilişkilerinin olgunlaşması, kurucu tarihsel blok içerisinde sınıfsal çelişkilerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kemalist önderlik tarafından emperyalizme ve feodalizme karşı sürdürülmek istenen milli demokratik devrim programı, başta toprak ağalığı olmak üzere yeni yeni palazlanmaya başlayan ticaret burjuvazisinin siyasal alanda karşı çıkışlarına uğramış, Türkiye’de çok partili hayata geçiş deneyimi, bu sınıfsal çelişkilerin bir uzantısı olarak gündeme gelmiştir. Aynı dönemde Türkiye’nin Atlantik bloğuna dahil olarak NATO’ya girmesi, milli demokratik devrim programının karşı-devrim sürecine uğrayarak yarım kalmasına, emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin yeniden gündeme gelmesine ve ulus egemenliğinin zayıflayarak tekrardan “sarayları” siyasal alanın merkezine taşıyacak gerici-feodal güçlerin iktidar merkezinde nüfuz kazanmalarına yol açmıştır.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrası başlayan, 12 Eylül Amerikancı faşist darbesiyle hızlanan ve özellikle son 20 yıllık AKP iktidarı döneminde şiddetlenen rejim dönüşümü süreci, 150 yıllık milli demokratik devrim birikimimizi ortadan kaldırmaya yöneldiği gibi, egemenliğin ulustan alınarak yeniden “saray” etrafında toplandığı bir karşı-devrim sürecinin de doruk noktasını nitelemektedir.

Karşı Devrimin Ekonomi Politiği

İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin kapitalist küresel sisteme entegre olması, IMF gibi ABD merkezli uluslararası kurumlara bağımlılık ilişkisinin oluşmasına sebep olmuştur. Kendisinden önceki sağ partilere benzer şekilde, 2001 krizi sonrası IMF’nin reçete olarak önümüze sürdüğü stand-by anlaşmalarına sadakatiyle iktidara gelen AKP, emperyalist-kapitalist dünya örgütlerinin kredi musluklarını açmasından faydalanarak “balon bir ekonomik büyüme” skalası yaratabilmiştir. 2008 krizinin Türkiye başta olmak üzere küresel Güney ülkelerini etkisi altına almaya başladığı 2013 yılı, bu “ekonomik büyüme illüzyonunun” tersine dönmeye başladığı tarihsel uğrak olarak değerlendirilebilir. Başta TÜSİAD etrafında kümelenen büyük sermaye çevreleri olmak üzere, Anadolu sermayesi olarak adlandırılan ve genel itibariyle MÜSİAD etrafında bir araya gelen KOBİ’lerin ekonomik büyümelerine olanak tanıyan 2002-2013 yılları arası, AKP’nin sermayenin farklı fraksiyonları arasında kurduğu destekle birçok alanda yapısal düzenlemelere girişmesine olanak tanımıştır. AKP iktidarı bu süreçte, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde başta Kamu İhale Kanunu olmak üzere (Bu kanun 2002-2021 yılları arasında AKP iktidarı tarafından 191 kez değiştirilmiştir.) birçok yasal düzenleme ve değişiklikle yürütme erkini yasama ve yargı karşısında tahkim eden adımlar atmıştır. AKP’nin iktidara gelmeden önce açıkladığı Acil Eylem Planı’nda yer alan ve TOKİ’lerin kurumsal yapısı ve işleyişinde önemli değişikliklere yer veren düzenlemeler, “sosyal içerilme programı” olarak adlandırabileceğimiz bir genişletici hegemonya projesinin uygulanabilmesini olanaklı kılarak orta ve alt sınıfları mülk sahibi yapan ve onların iktidar karşısında rızasını alan bir siyasal düzeneğin kurulmasını sağlamıştır.

Borçlanma ekonomisi üzerinden yükselen neoliberal birikim stratejisi, mülksüz kesimleri kredi kartı ve diğer finansal kaynaklar aracılığıyla borçlandırarak mülk sahibi yapmış, kısa erimli refah yaratan bu yönetme stratejisi (finansal içerilme stratejisi) sayesinde AKP iktidarı, uzun yıllar arka arkaya birinci parti çıkarak yönetme erkini tahkim edebilmiştir. Bu süreçte üst yapısal alanda atılan adımlardan en kritiği 2010 Anayasa Referandumunda ortaya çıkmış, yargı bağımsızlığı ortadan kaldırılarak, bağımsız mahkemeler AKP ve o günkü ortağı FETÖ’ye teslim edilmiştir.

Yargıyı eline geçiren AKP iktidarı, bu tarihsel dönemeçten itibaren yasama erkinin merkezi TBMM’yi pasifize edecek, 12 Eylül sonrası halihazırda zaten zayıflamış olan yasama gücünün yürütme erki üzerindeki gücünü tamamen ortadan kaldıracak adımlar atmaya başlamıştır. Bu adımlar, 2014 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olması ve Atatürk Orman Çiftliği’ne yaptırdığı Cumhurbaşkanlığı Sarayına taşınması ile bir üst boyuta ulaşmıştır. 2017 yılında gerçekleşen Başkanlık sistemine geçiş referandumu ile Cumhuriyet rejimi fiilen tasfiye edilmiş, sarayın etrafında “Cumhurbaşkanlığı Ofisleri” aracılığıyla kurumsallaşan ve devlet yönetiminin saray ve etrafında kümelendiği yeni bir siyasal rejim düzeneği kurulmuştur. Bu düzenekte siyasal erkin tüm gücü tek bir adamın ellerine verilmiştir.

TBMM’yi fesih yetkisi başta olmak üzere, 12 Eylül’ün “güçlü yürütme” özlemini içerisinde barındıran tüm anti-demokratik, otoriter yönetme biçimleri Türkiye’nin siyasal rejimine hâkim olmuştur. TBMM’de koltuğu bulunan muhalefet partileri de dahil olmak üzere ulus egemenliğinin biricik temsil organı olarak meclis, bir tiyatro sahnesi olmanın ötesinde özellik taşıyamayacak hale getirilmiştir. Bu anlamı itibariyle, 12 Eylül ile başlayıp AKP’li yıllarda tamamlanan süreç, ulus egemenliğinden saray egemenliğine dönüşün hazin öyküsüdür.

Halkın kongre kongre örgütlenmesiyle elde edilen ulus egemenliği, şüphesiz tekrar halkın devrimci bir program etrafında kurulan örgütlü mücadelesiyle kazanılacaktır. Bu ise, AKP’nin artık rıza oluşturmakta güçlük çektiği alt ve eriyen orta sınıfların, Cumhuriyet birikiminden güç alan sosyalist bir siyasal program etrafında bir araya getirilmesiyle sağlanabilir. Egemenliği saraydan alıp tekrar ulusa verecek, yine, yeni ve yeniden bir Cumhuriyet’in kurulması, böylesi bir programı örgütleyebilecek devrimci bir güç merkezinin oluşturulmasına bağlıdır.

Yorum bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir