Var Ederek Yoklaşmalar Bir Olarak Çoklaşmalar

Solun bölük pörçüklüğü kanıksanmış bir durumdur artık, alay konusudur, umutsuzluk kaynağıdır. Bu umutsuzluk ve kanıksanmışlıkla savaşılmak istendi ama o da başarılamadı, çünkü savaşmak isteyenler arasında da görüş ayrılıkları çıkıp durdu.

Yazımızda önce bu bölünme ve birleşememe olgusuna ilişkin olarak ünlü yazarlarımızın yazdıklarından alıntılar yapacağız ki konu çarpıcı biçimde anlaşılsın ve ayna tutulsun birçok yüze ve oluşuma.  

Uğur Mumcu, Faik Bulut ve Zülfü Livaneli’nin Soldaki Bölünmeye Değin Yazdıkları  

Abidin Dino çizmiş solu bölünmüşlüğünü… Mutluluğun resmini çizemedi ama bunu pek güzel çizmiş.

Uğur Mumcu’nun “Liberal Çiftlik” adlı kitabında “Solculuk Gelişiyor” adlı bir öykü vardır. Soldaki bölünmeyi en çarpıcı biçimde o öykü anlatır. Önce onu okuyalım:

“Onlar altı arkadaştılar. Altısı da zıpkın gibi solcuydu. Biri diğerinden hiç geri kalmazdı. Altısı da kapitalist düzenin emekçi sınıf ve tabakaları ezdiğine inanıyordu. Sık sık bir araya gelirler; düzenden yakınırlardı.

Aralarında o güne kadar pek tartışma da geçmemişti. Birlikte dernek kuracaklar ve ‘demokratik kuruluş’ olarak kendilerine düşen görevi yerine getireceklerdi.

Derneğin tüzüğü hazırdı. Tüzük dediğiniz neydi ki? Hepsi de birbirine benzerdi.

Her şey tamam, her şey yolundaydı.

Tartışma işte o gün başladı. Başı açık ve gözlüklü olan sigarasından iki nefes çektikten sonra ‘ideolojimizi saptayalım’ diye konuşmaya başlamıştı.

— Devrimden sonra işçi sınıfının öteki emekçi sınıf ve tabakalarla ilişkisi nasıl düzenlenecek.

Kısa boylu tıknaz olanı ‘işçi sınıfı öncülüğü zorunlu. Kitap öyle yazıyor’ diye söze karıştı. Gözlüklü:

— Önemli olan partinin ideolojik yapısı… Şimdi bunu saptayalım.

O güne kadar bunu pek düşünmemişlerdi. Sarışın olan hafifçe öksürerek konuya girdi:

— Önce sınıfsal yapıyı belirlemeli… Öncü sınıf buradan çıkar…

Gözlüklü:

— Öncü sınıfı tarih saptamıştır. Bizim yapacağımız sınıfsal yapının prekapitalist mi yarı feodal mı olduğunu belirlemektir…

İyice şişman olanı ‘Yooo, işin içinden çıkamazsınız. Önce, geçmişteki devrimci birikim ile ideolojik bir bağınız olacak mı, olmayacak mı: Bunu saptayın’ diye girdi konuşmaya.

Yuvarlak yüzlü, kısa boylu, gür saçlısı ‘Asya tipi üretim tarzından başlayalım. Batılı kapitalist toplumlardan bizim toplumumuzu ayıran özellik kadim devlet anlayışıdır. Biz de batılı anlamda feodal yok. Şunun yerine Osmanlı toplumunda asker-sivil bürokrasi geçmiş…’

Gözlüklü:

— Ne değiştirir. Konu artı değer. Artı değeri bir sınıf da alır, sınıflar üstü olduğunu ilân eden devlet de..

Kısa boylu tıknaz:

— Bürokratik merkeziyetçi yöntemlerle mi, yoksa katılımcı yollarla mı? diye yeniden söze girdi.

— Tepeden inme yöntemlerle olmaz. Halkı dışlarız. O ana kadar hiç konuşmayan yüzü çilli genç yerinden doğruldu:

— Önemli olan özgürlük… Anti-emperyalist mücadele demokratik devrimin kendisi demektir. Türkiye’de demokratik devrim tamamlanmıştır. Sıra sosyalist devrim de…

Gözlüklü:

— Bu iki aşama birbirinden ayrılmaz. Sosyalizm için mücadele demokrasi için mücadelenin zaten içindedir. Şimdi karar vereceğimiz konu, prekapitalist aşamada mıyız, değil miyiz?

O gün sabaha kadar tartıştılar. Ancak bir sonuca varamadılar.

Ertesi gün tartışmalar sürdü. Sürdü ama aralarında önce sert konuşmalar geçti. Daha sonra tokatlaşmalar başladı. Birbirlerini, ‘hain’ ilân ettiler. Sonra ‘ajan-provakatör’ suçlamaları başladı.

Tıknaz, gözlüklüye bağırdı:

— Alçak revizyonist. Gözlüklü yerinden doğruldu:

— Pis oportünist… Çilli:

— Diktatör… dedi. Ardından ‘Burjuvazinin kuyruğuna takıldınız’ diye ekledi.

Tıknaz tartışmaya katılmayanlara doğru:

— Cuntacılar, diye bağırdı.

Araları bozulmuştu. İdeolojik görüş ayrılığı belirmiş, fraksiyonlara ayrılmışlardı. 

Gözlüklü o ana kadar tartışmaya hiç karışmayan arkadaşı ile birlikte olayları değerlendiriyordu.

Söz döndü dolaştı, Kurtuluş Savaşı’na geldi.

Konu Mustafa Suphi olayıydı. M. Suphi’yi kim öldürmüştü? Ankara hükümeti mi, İttihatçılar mı?

Gözlüklü, sorumluluğu Ankara hükümetine yüklüyor, arkadaşları ise Yahya Kahya’nın Enver Paşa’nın adamı olduğunu ileri sürerek ‘bu bir ittihatçı oyunudur’ diyordu.

Arkadaşlıkları o gün bozuldu. Birbirlerine selam bile vermez oldular. Geçenlerde birbirlerini ajanlıkla suçlayan yazılar yazdılar.

Aynı gruptan bir üniversite profesörü, Paris’te üniversitede birlikte okudukları bir yazar arkadaşı ile ‘Asya tipi üretim tarzı’ üzerinde derin tartışmaya girdiler… Profesör, ileri sürdüğü teze katılmayan arkadaşına kızdı. Birbirlerinin görüşünü çürütmek için karşılıklı yazılar yazdılar.

‘Seninle bir daha konuşmuyorum. O kadar’ dedi, bir gün profesör.

Asya tipi üretim tarzı üzerindeki görüş ayrılıklarına mal olmuştu. Kısa boylu tıknaz, arkadaşlarının yanından ayrılarak yeni arkadaşlar edindi. Bir süre sonra yeni arkadaşları arasında bir ideolojik görüş ayrılığı belirmişti.

— Çekoslovak işgali, sosyalizme uyar mıydı, uymaz mıydı?

Arkadaş grubu Çekoslovak işgalinden sonra ikiye ayrıldı. Çekoslovak işgalini sosyalizme uygun görenler arasında Afganistan işgali sırasında yeni bir ayrılık baş gösterdi. Çekoslovak işgalini savunanların bir kısmı Afganistan işgaline karşı çıktı.

Bunlar da yeni bir fraksiyon oluşturdular.

Afganistan işgalinden sonra bu işgali savunanlar arasında ‘Terakki dönemi daha iyiydi’ ve ‘hayır Terakki’yi yıkan Karmal sosyalizme daha yatkındır’ tartışmaları başladı.

Bu da bir başka fraksiyonun doğuşuna yol açtı.

Bu tartışmalar sürerken yaşları daha genç olanlar arasında daha keskin bir tartışma başlıyordu.

— Kentlerden kırlara doğru mu, kırlardan kentlere doğru mu?

Kentlerden kırlara doğru diyenler bir fraksiyon kurdular. Kırlardan kentlere diyenler bir başka fraksiyon.

Bu fraksiyonlar da kendi aralarında önce üçe, sonra beşe bölündüler.

Altı arkadaştan biri sosyalizmin ancak işçi sendikaları ile güçleneceğine inanıyordu. Kendisi gibi düşünen arkadaşları ile bir araya geldi.

Arkadaşlarından biri, sendikaların kitle partilerinden biriyle mi, yoksa o sosyalist partilerden biriyle mi bütünleşmesi gerektiğini sordu.

Yanıt uzun sürdü. İttihat ve Terakki’den söze başlandı. Kadro hareketinden, 1950 seçimlerinden söz edildi. Kitle partisinin sınıfsal yapısı üzerinde tam bir görüş birliğine varılamadı. Bir kısmı kitle partisi için ‘burjuvazinin yedek lastiği’ diyordu, bir kısmı da ‘demokratik güçler arasında güç birliği gereklidir’ görüşünü savunuyordu.

Kitle partisi ile iş birliği yapılmasını önerenler, ‘burjuvazinin dümen suyuna girmekle’ suçlandı.

Sosyalist partilerle diyalog kurulması görüşünü savunanlar bir başka gün toplandılar. Beş tane sosyalist parti vardı, bunlardan hangisi seçilecekti?

Tartışma bu noktada alevlendi.

Bir kısım sendikacılar, işçi sınıfı öncülüğünün tek bir partice savunulduğunu söylüyorlardı.

Bir kısım aydınlar başka görüşteydiler: Onlar bir başka parti için ayrı sözleri yineliyorlardı: İşçi sınıfı öncülüğü ancak bu partide gerçekleştirebilirdi.

Bu yüzden kavgalar çıktı. Sendikacılar birbirlerine bağırdılar:

— İşveren uşağı…

— Alçak revizyonist…

— Burjuva kuyrukçusu…

Kitle partisi ile iş birliği yapmak isteyenler de güçlükle karşılaştılar. Kitle partisinin hangi kanadı ile iş birliği yapacaklardı?

Kitle partisinin bir ‘delikanlı kanadı’ vardı. Bu kanat, ‘elimiz mahkûm sizi destekleriz’ derdi. ‘Ağır ol da molla desinler’ kanadı işçilerle ilişki kurmayı, hademe ile devlet dairesi yönetmeye benzetiyor, bu yüzden işi ağırdan alıyordu.

Partinin ‘şair fraksiyonu’ işçileri uzaktan sevmeyi uygun görüyor, soyut işçi edebiyatını somut örgütsel bağa yeğliyordu. Partinin ‘uzaktan fark edilirsiniz’ kanadı ‘delikanlı kanadı’ yedeğe alıp, sendikalara siyasal kur yaparak zaman kazanmayı düşünüyordu. Hokuz pokuzcu fraksiyon ise parti seçimlerinden sonra sendika seçimlerinin ihalesini üzerine almaya çalışıyordu.

‘İşçi sınıfı adına’ bunlardan hangisi ile ilişki kurmalıydı?

Kitle partisinin hangi kanadı ile ilişki kurma konusu da sendikal kesim içinde yeni yeni fraksiyonların doğumuna yol açmıştı. Partinin bir kanadı ile ilgi kuran öteki kanadınca ‘hain’ ilan ediliyor, bir başka kanat ile diyalog kuran öbür kanat sözcülerince ‘genel merkezcilikle’ suçlanıyordu.

Kitle partisi ile ilişki kurmak isteyenler, kitle partisindeki kanat sayısına, sosyalist partilerle bütünleşmek isteyenler de sosyalist parti sayısınca fraksiyonlara bölünmüşlerdi. Bu fraksiyonlara bölünenler, kendi aralarında yaptıkları fraksiyon toplantıları sonunda eleştiri-özeleştiri yöntemini işleterek, geçmişin yanılgılarını tartışıyorlar, bu tartışma sonunda yeniden bölünüyorlardı.

Sosyalizmde amipleşme hızla ilerliyordu.

Yeniden bölünenlerin bir daha bölünmeleri için yaptıkları toplantıda da kavgalar çıkıyor, burada da yeni fraksiyonlar doğuyordu. Bu yeni fraksiyonlar da kendi aralarında yeni yeni fraksiyonca dağılıyorlardı. 

Bu arada ‘demokratik devrim teorisi’ ile ‘ulusal demokratik cephe’ görüşü arasındaki ideolojik kavgalar da iyice derinleşiyordu. Mehmet Ali ile Ali Mehmet arasındaki farka dayalı bu görüş keskin ideolojik tavırların sergilenmesine yol açıyordu.

‘Öncü kimdir’ sorusuna bir türlü yanıt bulunamıyordu.

Moskova çizgisindeki Marksist ideolojik görüş ‘ilerlemeciler’ diye anılıyordu. İlerlemeciler de ikiye ayrılmışlardı. Birincilere Berlin grubu, ikincilere de Londra grubu adı veriliyordu.

Londra grubu, Berlin’cileri oportünistlikle suçlamaktaydı. Berlin’ciler ise Londra’cıları burjuvazinin kuyruğuna girip bozgunculuk yaptıklarını ileri sürüyorlardı.

Bu fraksiyon çatışması İngiltere’nin Brighton kentinde. Bursa Kılıç-Kalkan oyununa benzer biçimde hamlelerle başlayan bir kavgaya dönüşmüştü.

Berlin ve Londra birbirine giriyordu.

Marx yerine tokat, Lenin yerine sille, Engels yerine tekme kullanılıyordu. Silahlı ve külahlı örgütler de çeşitli fraksiyonlara ayrılıyorlar, her fraksiyon alfabeden alınmış bir gurup harfle anlatılıyordu:

CHOLKM ya da SCKMLPT gibi örgütler, bir süre sonra LKMON ve LNHSP gibi fraksiyonlara da ayrılıyordu. LKMON de kısa süre de MNL diye bir başka fraksiyonun doğumuna yol açıyordu. LNHSP örgütü, topu topu üç kişiydi. Biri tutuklanmış, biri yurt dışına kaçmış, üçüncüsü de bir büyük holding de iş bulmuştu. Bu yüzden salt çoğunlukla toplanıp karar olamıyorlardı. Yurt dışına kaçan, ara sıra Türkiye’deki belli adreslere beş on tane mektup yazıyor, altına da alfabeden rastgele seçtiği harfleri yerleştirip, altına ‘Merkez Komitesi’ diye ek yapıp imza atıyordu.

Bir ara terör iyice yaygınlaştı. Bir süre parlamento askıya alındı. Sonra geçiş ve seçiş dönemi yaşandı ve yeniden demokrasiye dönüldü. Bu kez ‘sosyal demokrasi’ moda oldu. Sosyal demokrasiye inananlar da önce iki ana gruba ayrıldılar. Bu grupların birincisine ‘tab-sos-de’ denildi. Bu, demokrasinin tabandan tavana doğru kurulması anlamına gelmekteydi. Peki tabandan tavana doğru ne yapılacaktı? Ne yapılacaktı ki, sosyal demokrat parti tabandan tavana doğru kurulabilsin?

Sosyal demokrasinin tabanı işçiler, tavanı ise iş adamlarıydı. Mevzuat, işçilerin, sendikalar aracılığı ile partilerle örgütsel ilişki kurmalarına elverişli değildi. Bu yüzden sosyal demokrasi, tuzu kuru iş adamları, çiftlik sahibi sendikacılar öncülüğünde kuruluyor, partiye, doktor, mühendis, otel sahibi, benzin istasyonu işletmecisi ve avukat gibi serbest meslek sahipleri giriyordu.

İkinci grup, kısaca ‘tav-sos-der’ olarak biliniyordu. Bu gruba ‘müs-sol’ dendiği de oluyordu. ‘Tav-sos-der’, sosyal demokrat partinin tavandan kurulması demekti. Tavan, başbakanlık müsteşarlığı tavanıydı. Başbakanlık müsteşarı, emeklilik işlemlerini tamamlarken, bir yandan da sosyal demokrat partinin kurulması için bazı dostları ile görüşmeler yapıyordu. Bu yüzden ‘müsteşar solculuğu’ diye bir kavram daha türetilmişti, buna kısaca ‘müs-sol’ deniyordu.

Müsteşarlık, siyasal parti liderliği için bir çeşit bekleme salonu gibiydi. Sağcı bir partiyi de başbakanlık eski müsteşarlarından biri kuruyordu. Müsteşar, müsteşara karşıydı.

Bir başbakanlık müsteşarının kendisinden önceki başbakanlık müsteşarı ile olan ilişkilerine yakın tarihimizde ‘geçiş dönemi’ adı veriliyordu.

Sosyal demokraside tavan ile taban arasında sıkışanlar bir başka grubu oluşturuyordu.

Sosyal demokrasi içindeki bu akım, ‘ta-tav-sos-de’ olarak bilinmekteydi. ‘Tatav-sos-de’ tarihsel tavandan gelen sosyal demokrat parti demekti, bir başka anlamı yoktu. ‘Tarihsel tavan’ Pembe Köşkün tavanı olarak biliniyordu. Tarihsel nitelikteki Pembe Köşk’ün bahçesi müteahhitler tarafından kapışılmış, bu yüzden tavan son zamanlarda ikinci plana atılmıştı.

Sosyal demokrat partiyi tabandan tavana doğru kurmak isteyenler de kendi aralarında gruplara ayrılıyorlardı. Bunların en önemlisi ‘çil-çek’ olarak biliniyordu. ‘Çil-çek’ çile çiçekleri demekti, demokrasinin çile çekilerek kurulması gerektiğini anlatmak için kullanılıyordu, ‘çil-çek’ grubunun tam adı kısaca şöyle yazılırdı:

— Çil-çek-tab-sos de

Yani, çile çiçekleri ile tabandan tavana sosyal demokrasi.

Cumhuriyet tarihimizde kuruluş çalışmaları en uzun süren parti işte bu partiydi. Çünkü, kurucu kadrosu, çile çekmek için her iki ayda bir hava değişimi almaktaydı. Bir süre çile çeken gruplar, sonradan kendi aralarında yeni bir sosyal demokrat görüş oluşturuyorlardı.

Türkiye’deki en yaygın sol fraksiyon ‘gev-sol’ olarak bilinmekteydi. Gev-sol, hiçbir solcu görüşü benimsemeyip, sağcı iktidarlarla savaşan solcuları eleştirmek için kurulmuş bir örgüt demekti. Gev-solun karargâhı, genellikle meyhaneler ve lüks otel barlarıdır. Bunlar da kendi aralarında ‘rakılı, votkalı ve viskili’ sol olarak üçe ayrılmaktadırlar.

Solcuları bir araya getirmek için yapılan çalışmaların 2520 yılına kadar süreceği anlaşılmaktadır. Sol fraksiyonların ye çeşitli sosyal demokrat görüşlerin nerede bir araya gelmeleri gerektiği konusundaki tartışmalarının önümüzdeki yüzyıl içinde başlayacağı sanılmaktadır.” [1]

Araştırmacı-yazar Faik Bulut’sa yaşanmış bir örneği anlatır: 

“1970 ortalarında devrimcilerin bölünmesi ve çelişkilerini ön plana çıkartması konusunda ise İstanbul’dan bir kadın arkadaş şu bilgiyi verdi:

İşçi olarak çalışıyordum. Erzincanlı bir tanıdık vardı Eyüp bölgesinde. İki kadınla evliydi ve tam 14 çocuğu vardı. Kendisi CHP üyesiydi. Kadınlarından biri Dev-Yol, öteki Dev-Sol yandaşıydı. 14 çocuktan her biri de TİKKO, Kurtuluş, TKP, PDA, PKK, Partizan vb. gibi örgütlerin yandaşıydı. Bir gece o eve misafir olmaya kalktım. Gittiğimde gördüğüm manzara hiç iç açıcı değildi. Çünkü çeşitli fraksiyonlara ait kardeşler kavga etmiş, iş kanlı-bıçaklı kavgaya dönüşmüştü. Kumalar bile dargındılar. Sorduğumda kumalardan biri şunu söyledi: ‘Brejnev’ci oğlan hır çıkardı. Maocu karşılık verdi. Ötekisi bıçak çekti. Reformcu koca karakola haber yetiştirdi…’”[2]

Ve “Erseluk Çiçeği…” O da soldaki bölünme ile ilgili bir kara mizah…

Ünlü gazeteci Örsan Öymen, 1984 yerel seçimleri için halkın nabzını tutmak için Karadeniz turuna çıkar ve Rize’ye gider. Rize’de SODEP (Sosyal Demokrat Parti-Genel Başkanı o zaman Erdal İnönü) İl Başkanı’na solun durumunu sorar. Solda o zaman Halkçı Parti de vardır, Bülent Ecevit de DSP’yi kurmak üzeredir, sosyalist solsa paramparçadır. Der ki SODEP’li başkan:

 “Erseluk çiçeğu kibidur.”

Tam anlamaz Öymen yine sorar bu kez Karadeniz şivesiyle (o da Trabzonludur): 

“Ha bu deduğun çiçek nasil bir çiçektur?” 

Yanıt çok ilginçtir: 

“Erkekluği ve dişiluği kendi üstündedur. Kendi kendisini şaapayiii…”   

“Ulusalcı solun tam çevirisi: Nasyonal Sosyalizm”[3] diyen, bugünün liberal solcusu Zülfü Livaneli de soldaki bölünmeye ilişkin olarak geçmişte yazıp yakınanlardan. Onun yazdıklarına da bakalım:

“Solun bir önemli özelliği de sürekli fraksiyonlara bölünmesidir. Bu gelenek, Türkiye gibi zaten bölünmeye eğilimli bir ülkede iyice çığırından çıkmış ve her solcu ‘kendi adına para bastırıp hutbe verdirme’ rüyası görmüştür.

Bölünme solun yapısında vardır. Çünkü varlık nedeni, kurulu düzene ve otoriteye başkaldırmak olan bir hareketin üyeleri, örgüt içindeki otoriteyi dinlememektedirler.

Parti liderliği önünde sonunda bir iktidar biçimdir. Solun özünde ise iktidara karşı mücadele etme prensibi vardır.”[4]   

Az duralım burada ve Livaneli’nin dediklerini irdeleyelim: “Solun özünde iktidara karşı mücadele” değil, kapitalist burjuva düzenine karşı bir mücadele etme prensibi vardır. Hedef iktidar olamaz, olmamalı, hedef iktidar olmak olmalı. Livaneli’nin bu sözlerinden, solun iktidar olmak gibi bir amacının ve ilkesinin olmadığı çıkıyor. Bu doğru olamaz. “Bölünme solun yapısında vardır” savı da yanlıştır. Bölünme İslamcı/dinbaz/milliyetçi kesimde de vardır, hatta birbirlerini tekfir edecek ölçüde vardır ama birleşmeyi öğrenmişlerdir, bir birleşme pratikleri vardır onların.

Bu pratiğe ilişkin iki örnek vereyim. İlki Necip Fazıl Kısakürek’ten. Demiş ki yandaşlarına NFK “Toplanın dağılın, toplanın dağılın, toplanıp bir daha dağılmamayı öğrenirsiniz.” 

İkinci örnek, 27 Mayıs İhtilaline binbaşı rütbesiyle katılan daha sonra Milli Birlik Komitesindeki anlaşmazlıktan dolayı yurtdışına sürülen (14 arkadaşıyla birlikte) ve sonraki yıllarda MHP Genel Başkan yardımcılığı yapan Dündar Taşer’den: “Doğruda birlik doğrudur, hatta yanlış da birlik de doğrudur, çünkü bizatihi birliğin kendisi doğrudur.”

“Solda böylesi yöntemsel öneriler, öğütler neden yok?” sorusunu sormalı, ona yanıt aramalıydı Livaneli.

Devam edelim Livaneli’nin yazdıklarına:

“Ayrıca solda, kendisini bir lidere adamış insana çok zor rastlanır. Her şeyi sorgulayan ve kuşkucu olmanın erdemini savunan sol düşünce biçiminin bir lider çevresinde toparlanması ve o lidere ‘kayıtsız şartsız’ inanması çok zordur.

1980 yılında yazdığım ‘Eskitüfek’ adlı şarkımda şöyle demiştim:

İçi beni yakar dışı da seni

Sona eklenmedi önce gideni

Ayrılık gününün kör dereleri

Bölünüp gidiyor nehir dediğin

1988 yılında yazdığım ‘Kan Çiçekleri’ adlı şarkımda ise,

Bölük bölük olmuş çaylar dereler

Hiçbiri denize varabilmezmiş

demiştim.

Sol geleneğin bölünme alışkanlığı sürdükçe, galiba bize, daha çok, sözleri böyle şarkılar yazmak düşecek.”[5]

Solun durumu Osmanlı öncesi Anadolu beyliklerinin durumudur bana göre. Bir güçlü beylik ve önderlik çıkacak; ikna ile akıl ile, olmaz ise zorla toplayacaktır hepsini çevresine.

Yalnız Bölünme Mi? Örgütlenme ve Propaganda Zaafları da Var

Bir güçlü beylik ya da beyliklerin birleşmesi… Neden olamıyor peki? Bunu da bir irdeleyelim, sosyalist ve komünist partilerin nasıl particilik ettiklerine bakalım, hataları ve artıları nedir görelim: 

-Öncelikle şu tweetteki gibidir çoğunun hali. Bayburt’ta sanal Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurarlar sosyal medyada ama Bayburt’ta örgüt kuramazlar, hiçbir sosyalist partinin Bayburt’ta örgütü yoktur, ciddi bir çalışma yapılamazsa asla olmayacaktır da…

-Sosyalizmin bir seçenek olabileceği düşüncesi ne aydınlarda ne de halkta yoktur. Bu acı bir gerçektir. Bu gerçeği görüp; “Biz varız ve seçeneğiz!” savını inançla, inatla, ısrarla savunmak, anlatmak, inandırmak yerine bu gerçek görmezden gelinmektedir. Var olan sosyalist ve komünist partiler, vaatlerini inandırıcı bir biçimde anlatamıyorlar, ideolojilerinin geçmiş pratikleriyle yüzleşemiyorlar, yanlışlarını kabullenip, doğrularını göğüslerini gere gere savunamıyorlar.

-Kitlesel eylem, kitlesel basın açıklaması ezberinden ve tekrarından vazgeçemiyorlar. Yeni yollar ve yöntemler aramıyorlar. “Dün bir bildirinin harekete geçirdiği; yoksul, dar gelirli, işsiz kesimler, bugün neden duyarsızlar Sosyalizmin ileti ve çözümlerine?” Bunu düşünmek yerine düşünmemeyi yeğliyorlar. Mao Zedung “Sosyal pratik sizi yadsıyorsa, yöntemlerinizi değiştirin” diyor, bugün belli ki sosyal pratik sosyalistleri yadsıyor.   

-Ünlü devrimci ve devlet adamı George Dimitrov bir konuşmasında “Yığınlarla mümkün olan en sıkı bağ”ın olması gerektiğini söylüyor ve şöyle devam ediyor: “Yoldaşlar yığınların içinde tamamen erimeli, yığınların nabzını elinde tutmalı, onların duygu ve ihtiyaçlarını bilmelidirler.”[6] Bugün sosyalist-komünist partileri, yığınların belki ihtiyaçlarını biliyorlar, ama duygularını bildiklerini söylemek mümkün değildir. Yığınların nabzı da sosyalistlerin elinde değildir bugün. Buna dönük; bilinçli, sistemli ve ısrarlı bir çalışma da yoktur.

-Propaganda yöntemleri köhne, ilkel, yasak savma kabilinden… Oysa sol hareket geçmişte son derece yaratıcı ve özverili olmuştur bu bağlamda. “1975 yılının Nisan ayında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde gerçekleşen ve altı ay süren boykot boyunca öğrenciler, dörtlü beşli gruplar halinde Ankara’nın çeşitli mahallerine dağılarak ayakkabı boyacısı kılığında boykotu halka anlatma”[7] yoluna gitmişlerdir. Bugün böyle bir yöntemi deneyecek bir kitle bulmak zordur, klavye başında devrimcilik oynayanlar pek çoktur ne yazık ki… Kaldı ki, son dönemlerde sıkça dillendirilen, hatta uygulama alanı bulan “dijital particilik” dizgesini de yeterince algılayıp uygulayamamışlardır sosyalist partiler.  

-Sağ’dan örnek almayı kendilerine yediremiyorlar ama bu doğru bir yaklaşım değil, sosyalist ve komünistlerin oradan öğrenecekleri çok şey vardır örgütlenme, propaganda ve büyüme bağlamında. Sözgelimi sağın bir üstünlüğü var ki, başarının en büyük bileşeni ve nedeni o. Nedir o? Şu: Sosyalistlerin imam-vaiz hitabetli elemanları, onları sessizce ve huşu ile dinleyen cemaatleri ve cem oldukları camileri yok. Bu, öbür tarafı maça 5-0 galip başlatıyor. Buna çözüm üretmeli sosyalistler. Nasıl mı üretmeli? Arayarak, kafa yorarak, çok çok deneyerek, asla vazgeçmeyerek…

-Komünist-sosyalist partili (partili olmayanı da pek yoktur) aydınlar, durmadan yazıyorlar, eskiden dergilerde, bültenlerde yazarlardı, şimdi sanal aleme daldılar, internet yazı dolu, istemediğin kadar. Bu yazıların çoğu da açık ve anlaşılır değil, ne amaçla yazıldıkları belli değil. Ve bu yazıları kimlerin okuduğu, okuyorsa kaç kişinin okuduğu, okunuyorsa etkisinin ne olduğu konusunda ciddi hiçbir ölçümleri yok.  

-HDP gibi etnik partilere eklemlenip Meclise girme dışında, iktidara gelme, meclise girme, bir güç odağı olma umudu, görüntüsü veremedikleri için, siyaset mastürbasyonu yapılan bir yer almaktan öteye gidemiyorlar.

-Partilerine değişik kesimlerden yeni insanlar kazandırmak amaçlı ikna ve teklif götürme çabaları yoktur. “Küçük olsun, bizim olsun” zihniyetli fraksiyon örgütleri görünümündedirler çoğu.

-Küçük esnaf’la bağları kesiktir, onlara dönük ciddi bir çalışmaları yoktur.

-Sosyalist ve komünist partilerin neredeyse tamamı; ciddi tutarda maddi yardım alamaz. Sermaye zaten yardım etmez, emekçi kitleler ve sendikalar ise bir şark kurnazlığı içindedirler, oyları sermaye partileri ve dinbaz partilere verirler, sıkışınca sosyalistlere koşarlar ve ceplerinde akrep vardır.

Bu yüzden tüm sosyalist-komünist partiler bir aydın hareketi olmaktan öteye gidemezler, maddi sıkıntı çekerler, örgütlenme, propaganda ve seçim masrafları yapamazlar, seçmene ulaşabilmek için önemli bir araç olan “seçim otobüsü”ne bu partilerin hiçbirisi sahip değildir, sahip olma cehtleri de yoktur. Sözün burasında, Fikri Sağlar’a değgin bir anekdotu aktarayım: SHP Genel Sekreteri’dir Fikri Sağlar, memleketi Mersin’e gider, yurttaşları ziyarete başlar ve bir yerde der ki “Bizim seçim otobüsümüz yok, biz sermaye partisi değiliz, malum…” Yurttaşın biri şöyle yanıt verir: “Bırak bu lafları Beyim, becerip bir seçim otobüsü alamamışsın, gelip bize dert yanıyorsun.”

Yani seçim otobüsü bile olmayan partiyi bu halk ciddiye almıyor. 

-Umutlarını devrime bağlamışlardır. “O devrimi bugün, kim yapacak, nasıl yapacak?” sorusunun yanıtını derinine düşünüp tartışmamakta, bilindik devrim pratik, yöntem ve koşullarını yineleyip, geveleyip durmaktadırlar.

Leşlerin Birleşmesi Olmasın da

12 Ağustos 2014 tarihinde Yeniçağ Gazetesi’ndeki köşemde yazmışım aşağıdaki satırları. Birden yadıma düştü o satırlar, yazıyı bulup yeniden okudum. Neden dolayı yazdığımı ise anımsayamadım. Anımsayamadım ama önemsedim, birkaç sözcüğünü değiştirip güncellediğim o yazı bugünkü kimi siyasal birleşmelere de “cuk!” diye oturuyor. Okuyun siz de hak vereceksiniz bana: 

“Bir leş, bir başka leşe, ‘birleş’ dedi. Bir leş, bir leş daha ‘birleş’ oldu böylece…

Leşler irade beyan edip konuşur mu ki? Şairin ‘Hayat süren leşler’indenseler, yalnız irade değil, böyyük ve parlak fikirler de beyan ederler ve konuşurlar hemi kürsülerden hemi yırtınırcasına, hemi de yandaşlarından ‘gaz’ ve ‘poh poh’ alaraktan…

Peki bu leşler neyin üzerinde sözü bir ettiler? Neyin olacak, bir ‘garibe’ üzerinde.

Başka leşler de ‘Biz de… Biz de…’ deyû, bu birleşmeye özel leş kokularıyla katıldılar.

Basınsal leşler durur mu? Kıçına bakmayıp Hasan Dağı’na oduna gidercesine, nicesi soyundu siyaset mühendisliğine; akıldâne, taktikdâne, leş-i şâhâne kesildiler. Bazı çaptan düşmüşlerse, bize de buradan bir şeyler düşer belki, usta gazeteci pozlarında tüneriz sarp yerlere, diye, darı ambarı düşlemeye, bu düşlerine taş atanlara küfür atmaya koyuldular. 

Ve bozuk Türkçeli, bozuk ağızlı, cinsi bozuk amigolar… Onlar bu birleşmenin leş kargalarıydılar. 

Sonra o üzerinde birleşilen leşe makyajlar başladı… Kokusu giderildi özel kara kedi esansıyla… Giderildi ya, bütün bunlara inanmayanlar, ciddiye almayanlar, gülüp geçenler vardı… Önlem alındı heman bu münafıklara karşı: ‘Bundan kellim, leşe leş denmeyecek’ dendi.

‘Lavaş’ dendi o günden sonra, rumuzlu olaraktan ol yasağı delmek kastıyla…

Vay vay vay, yahu neymiş bu lavaş?.. Her şeymiş meğer… Nerde aş orada baş, kim neyim diyorsa, onlara yoldaş… 

Rakiplerinin biri keş, öteki serkeş… Bunu tutanlarsa hâlâ ‘Patlat dokuz kişiye bir gazoz’ keyfinde… 

Ve sonuç?.. Yaşadığınız, gördüğünüz gibi canım işte…”

1969 Tarihli Bir Devrim Bildirisinden Çıkarılacak Dersler ve Mesajlar

Gökhan Atılgan’ın “Yön Devrim Hareketi/Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar” adlı bir kitabı var.[8]Yön ve Devrim Hareketleri, birbirleriyle kan bağı olan önemli iki ideolojik ve örgütsel yönelim ve oluşum… Kemalizm’le Marksizm’i Türkiye koşulları ve ölçeğinde kucaklaştıran bilimsel ve düşünsel iki aydın hareketi… 

Burada elbette bu iki hareketin oluşumu, gelişimi, çözülüşünü, kadrolarını anlatmayacağız. 1969 seçimleri ardından yayımlanan, Devrim Gazetesi çevresinde kümelenen devrim hareketinin yayımladığı bir “Devrim bildirisi” vardır, bu bildirinin bugünle bağı üzerinde duracağız. 

Bu bağın varlığına şaşıracaksınız, üzüleceksiniz ama övüneceksiniz de… Okumaya başlayalım artık:

“Seçimlerden sonra Türkiye yine aynı Türkiye’dir ve hiçbir şey değişmemiştir. Oysa Türkiye mutlaka değişmesi gereken bir ülkedir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında, bütün güçlüklere rağmen, iyimserdik. Çok geçmeden tam bağımsız bir Türkiye kuracağımıza ve çağdaş uygarlığa ulaşmış bir millet olacağımıza inanıyorduk.

Cumhuriyet şimdi ellinci yılına yaklaşmıştır. Türkiye’nin manzarası karanlıktır.   

Kemalizm’in yoktan var ettiği Laik Türkiye Devleti; mezhep, aşiret ve tarikat kavgaları içinde çözülmekte, çökmekte ve için için erimektedir. Bölücü akımlar kuvvetlenmektedir. (…) Milletlerarası petrol şirketleri ve emperyalizmin hizmetinden çağdışı devletler, Atatürk Türkiyesini petrol, dolar ve sterlin kokan şeriatçılığın ağına yeniden düşürmek amacıyla, içerideki şer kuvvetlerini seferber etmişlerdir. Oy kaygusuyla şer kuvvetlerine yaranmaya çalışan, hiç değilse onların hışmından kaçınmayı marifet sayan politikacı, Abdülhamit ve Vahdettin şeriatçılığını hortlatmak isteyenlerin, dolaylı ya da dolaysız yoldan suç ortaklığını yapmaktadır. Böylece kanlı bir kardeş kavgasının tohumları ekilmektedir.”

Şimdi burada duralım, bildiriye azıcık ara verelim.

Bildiri Cumhuriyet’in daha ellinci yılı idrak edilmeden kaleme alınmış, şimdi yüzüncü yılına yaklaşıyoruz. Ama bildiride dillendirilenler bugünün de sorunları, dertleri, kayguları…

“Kemalizm’in yoktan var ettiği Laik Türkiye Devleti; mezhep, aşiret ve tarikat kavgaları içinde çözülmekte, çökmekte ve için için erimektedir. Bölücü akımlar kuvvetlenmektedir” deniyor. Bugün de öyle değil mi? “Abdülhamit ve Vahdettin şeriatçılığı” bugün de hortlatılmak istenmiyor mu?

Oyunlar aynı, aktörler değişmiş yalnızca. 

Bu uzun bildirinin “Partiler Çıkmazı” başlıklı bölümünü yazı konumuzla ilişkilendirebiliriz. Bakınız neler deniyor: “Düzen değişikliği iddiasıyla ortaya çıkan siyasi partiler dahi, seçimlerde az-çok bir başarı sağlayabilmek için, tutucu güçler koalisyonuna devamlı tavizler verme durumunda kalmaktadırlar. Bu partilerin etnik özellikler ve mezhep ayrılıklarından yararlanmaya çalışmakta, oy getireceği ümidiyle şeyh, ağa, dede, aracı, tefeci ailelerinden adayları seçimlerde liste başlarına oturmaktadırlar.”

Bugün de böyledir büyük ölçüde. 

Ve bildirinin son bölümü “Kemalistlerin tarihi ödevi”ne ilişkin: “‘Halka rağmen halk için’ değil, ‘halkla beraber halk için devrim’ gerçek devrimcinin parolasıdır. Günümüz devrimcisi bugünkü antikemalist tersine gidişe ‘dur’ diyerek, halkla el ele, uygar, bağımsız ve demokratik Türkiye’yi kurma görevindedir. Bu görevden kaçınan, Milli Kurtuluş Savaşımızın mirasına ve devrimci sıfatına layık olamaz. Gelecek kuşaklara Milli Kurtuluş Savaşına yakışır bir Türkiye devretmek kuşağımızın tarihi ödevidir.”

O kuşak bu “tarihi ödevi” yerine getirmek için çok bedeller ödedi ama yapamadı. Neden yapamadığı ayrı bir inceleme konusudur, tek nedene bağlı değildir. Ama bir neden hep öne çıkar, asıl ve ana neden odur: Nifak, bölünme, bir araya gelememe.

Şimdi önümüzde bir seçim var, önümüzde elli küsur yıl önceki “tarihi ödev” bütün gerçekliği ve kaçınılmazlığı, ivediliği ve önceliğiyle duruyor.

Sosyalist-Kemalist İttifak (ya da adına ne derseniz deyin) olmalı, mutlaka olmalı… 

Tarih ve Ülke Koşulları da Bir Sosyalist-Kemalist İttifakı Zorunlu Kılıyor

Zorunlu kılmakla da kalmıyor, ödev de yüklüyor solun her rengine her bölüngüsüne.

Ülke cumhurbaşkanlığı seçimine gidiyor Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, ortada iki aday, biri o bilindik kişi R.T. Erdoğan, öteki kurduğu bir masa ittifakının adayı olabilmek için Cumhuriyet değerlerini bile ayak altına almayı göze alabilen, bu uğurda her ödünü veren ve vermeye hazır olan, Atatürk’ün partisinin başındaki, “zuhur etmiş 12’inci imam” ve “Seyyid” gibi takdim edilen Kemal Kılıçdaroğlu… Başka? Başka aday yok ufukta ve dillerde. Bir kısım sol da “Anlaşırsak, bazı kuşkularımız giderilir, koşullarımıza evet denirse, biz de Kılıçdaroğlu’dan yana oluruz.” demekteler.

Kırk satır mı, kırk katır mı?

Belirleyici olamıyorsanız -ki olamıyorsunuz, o kertede bir oy gücünüz yok- yapacağınız tek iş vardır, bir araya gelmek, barışmak, bayrağı açmak. Hangi doğrularla, büyülü iletilerle peki?

İşte bunlarla, işte bu barışla:

Sen-ben adlı çelişkiler

Bizlenince barış olur.

Dile gelen kötü sözler

Gizlenince barış olur.

Dost dost diye yaklaşmalar

Var ederek yoklaşmalar

Bir olarak çoklaşmalar

İzlenince barış olur.

Bulut arar kavrulan çöl

Ne söz verir bir gonca gül

Sarışarak iki gönül

Sözlenince barış olur.

Yaksak döksek paraları

Şerre atsak nârâları

Kanlıların araları

Düzlenince barış olur.

Dara düşmek olağan iş

Dara düşenlere yetiş

Hırs dağında yanan ateş

Közlenince barış olur.[9]

Evet “Var ederek yoklaşmalar/Bir olarak çoklaşmalar”, olması gereken işte budur ve başarının anahtarı da budur. Bu oldu mu, korkma, kendi cumhurbaşkanı adayını da çıkarırsın, 100 bin imzayı da bulursun, “Seçenek vardır, biziz” diyerek güç ve umut odağı olursun. Ve sonra da demir asa demir çarıkla Anadolu yollarına düşüp ütopyanı, ideolojini, projelerini ve ülke gerçeklerini halka anlatırsın.

“Ben siyasette hep gönlümün türküsünü söyledim.” demişti bir zamanların ünlü politikacısı ve büyük hatibi, nüktedanı Osman Bölükbaşı. Kemalistler ve sosyalistler sonuç odaklı düşünmekten vazgeçmeli, gönüllerinin türküsünü söylemeliler, bu ülke türkü sesine gelir, beller de o türküyü, siz yeter ki güzel söyleyin.

Dipnotlar


[1] https://turuz.com/storage/her_konu-2019-8/8991-Liberal_chiftlik-Ughur_Mumchu-2008-52.pdf

[2] Faik Bulut-Filistin Rüyası

[3] Zülfü Livaneli-Bizi Sürükleyen Nehir/Doğan Kitap

[4] Zülfü Livaneli-Sosyalizm Öldü mü?/Telos Yayınları

[5] Zülfü Livaneli-Sosyalizm Öldü mü?/Telos Yayınları

[6] Jozef Stalin-Örgüt Üzerine

[7] Serhat Celal Birdal-Bir Başka Devrim.

[8] Yordam Kitap 

[9] Cazim Gürbüz/Türk’e Baştan Başlamak adlı şiir kitabından

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir